Sahnelerin prima donnası: Leyla Gencer

Leyla Gencer neden ülkemizde geç keşfedildi? Yurt dışındaki yükselişi görmezden gelindi? Sahneye adım atışı kimi, niçin tedirgin etti? Onun tekniğine hangi ad verildi? Operaya yatırım yapılmayan bir ülkede, dünya devleriyle nasıl yarıştı? Popüler kültür, onu neden uzun süre hak ettiği yerden uzak tuttu? Murat Beşer yazdı.

Popüler kültürün gözü çıksın, veziri rezil eder, rezili de vezir… Dünyanın kanununu yeniden yazsak, şu şatafatı bol müzik dünyasının en tepelerine koymamız gereken isimlerin listesinde unutulmuşların ya da hakkı teslim edilmemişlerin hatırı sayılır bir hükmü olurdu. Bunlardan biri de, inanın bundan 17 yıl önce (10 Mayıs 2008 tarihinde) 79 yaşındayken Milano’da hayata gözlerini yuman ve şimdilerde yeni kuşaklar tarafından adı unutulmaya yüz tutmuş Leyla Gencer olurdu.

Öyle ki Leyla Hanım aslında zamanında (ki onun şöhretinin zirvesinde olduğu zamanlar altmışlardır), klasik müzik camiasının içinde olanlar bile biraz geç keşfetmişti onu. Hatta keşfettiği halde muhtelif nedenlerle göz ardı edenler bile yok değildi. Neyse ki o dönemde Leyla Hanım çoktan kapağı yurt dışına atmış ve dünya çapında bir yıldız olma yolunda hakkını veren bir dünyaya dahil olmuştu. Ama nihayetinde (tıpkı bugünkü beyin göçünde olduğu üzere) kaybeden yine biz olmuş, Leyla Hanımı ellili yıllarda opera konusunda köklü geçmişe sahip olan İtalya’ya kaptırmıştık.

Sahne ışığında sessiz rekabet: Gencer, Callas, Tebaldi ve ötesi

Sayısız şan şöhret sahibi sanatçıya oranla, imkân kapılarını zorluklar tahtında ve tek başına açmayı başarmış az sayıdaki Türk sanatçıdan biriydi Gencer. Adı müzik camiasında yeni yeni duyulmaya başladığında, dünyada Maria Callas ile Renata Tebaldi arasında amansız bir rekabet yaşanıyordu. Ankara Devlet Operası da en şatafatlı günlerini geçirmekteydi. Bu da Callas-Tebaldi savaşına oranla çok ufak çapta bir karşılaşmaya sebebiyet vermiş; Gencer ile Belkıs Aran arasında çekişme hasıl olmuştu. Ancak bu ince gerilim, Gencer’in yurt dışına taşınmasıyla bir nebze son bulmuştu. Bir nebze diyorum çünkü yurt dışından Gencer’in başarısı hakkında gelen haberler, burada birilerinin dudak bükmelerine yol açıyordu. Batılı müzik otoritelerinden biri olan, Giuseppe Verdi Konservatuvarı öğretim üyesi Müzikolog Dr. Pierluigi Petrobelli, 1986 yılında Filiz Ali ile yaptığı görüşmede şunları söylüyordu: “Callas sesinde tehlikeli bölgeler olan ve sahne hayatı boyunca bu tehlikelerle savaşan, oyunculuk gücü ve sahne hakimiyeti ile seyirciyi büyüleyen bir trajyen-opera şarkıcısıydı. Tebaldi ise doğuştan bülbüldü. Pürüzsüz sesine karşın durgun kişiliği dolayısıyla operanın dramatik gerilimini hiçbir şekilde ortaya çıkaramayan soluk bir şarkıcıydı. Oysa Leyla Gencer’de hem ses hem de sahne kişiliği birleşmişti.”[1]

Polonezköy’den San Francisco’ya: Bir sopranonun dünya yolculuğu

10 Ekim 1928 günü Polonezköy’de doğmuştu. Babası Safranbolu kökenli bir Müslüman, annesi ise Polonyalı bir Katolikti. Kökeni hakkında “Müslüman ve oryantal bir altyapıdan geliyorum” yorumunu yapıyordu. Babasını genç yaşta kaybedince, 1946’da bir bankacı ile evlenerek Gencer soyadını almıştı.

İstanbul İtalyan Lisesini bitirince İstanbul Devlet Konservatuvarında şan eğitimi aldı. Burada Reine Gelenbevi, Muhittin Sadak ve Cemal Reşit Rey’in öğrencisiydi. Ardından Ankara Devlet Konservatuvarında İtalyan soprano Giannina Arangi-Lombardi’nin öğrencisi olmuştu.

Sahnelerdeki ilk rolü ise 1950 yılında Cavalleria Rusticana operasındaki Santuazza idi. Kariyerinin erken dönemlerinde Harry S. Truman, Eisenhower, Mareşal Tito, Şah Rıza Pehlevi, Prenses Süreyya, Ürdün Kralı Hüseyin gibi devlet adamlarının karşısında resitaller verdi. Ancak hayatının akışı İtalya’dan Madam Butterfly’da başrol teklifi alınca değişmiş, kısa bir süre sonra oyunda gösterdiği başarı sayesinde San Francisco operası ile sözleşme imzalamıştı. 1958 yılına kadar yurtdışında Ankara Devlet Operası Sanatçısı sıfatıyla rol alan Gencer, aynı yıl Milano’ya yerleşmişti.

Lucia’dan, Norma’ya, Lady Macbeth’ten Kraliçe Elizabeth’e, Madam Butterfly’dan Leonora’ya kadar canlandırdığı unutulmaz karakterlerle ünü bir süre sonra sadece İtalya ile sınırlı değildi, tüm dünyaya yayılmıştı. Opera repertuvarı 23 besteciden oluşan 72 yapıta uzanıyordu.

Zor olanı seçmek: Gencerate’nin sanatsal kudreti

Gencer’in sanatının incelik ve üstünlüklerinden bahsetmek gerekirse…

Sesini ekonomik kullanıyordu; müzikal cümleleri dengeli, müzik dilini kullanışı mükemmeldi. Tarzı ve ince beğenisi üst düzey olmakla birlikte, sanatsal zekâsı da çok yüksekti. Sesinin gücünü piyanoyla tamamlayışı bunun en belirgin örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Ayrıca gırtlağını kullanma tekniği literatüre “gencerate” olarak geçmişti.

Bir eser üzerine çalışacaksa bilhassa riskli ve zor olanları tercih ediyordu. Sahneye taşıdığı eserlerin çoğu aslında zorluk derecesinin yüksekliği nedeniyle rafa kaldırılmış ve unutulmaya yüz tutmuş şeylerdi. Canlandırdığı karakterlerin dramatik kişiliğini tüm duygusallığı ile eksiksiz canlandırıyordu. En ağır bölümleri bile tüy gibi hafif bir biçimde oynayabiliyor ve söyleyebiliyordu.

Prima Donna geleneğini yaşatan son büyük sopranolar devri kapanıyordu; Maria Callas ve Renata Tebaldi’den sonra bu geleneği sırtlayan çok az isim kalmıştı. Kendi alanında Sutherland, Caballe, Callas, Price, Freni, Moffo, Tebaldi gibi dünya devleriyle yarışmış ve bu denli başarılı olmuş bir başka sanatçı yoktu. Cumhuriyetin sanata değer verdiği dönemlerde yetişmiş, ancak operaya yatırımın olmadığı zamanda yükseldiği düşünülecek olursa onun başarı hikâyesi daha da önem kazanır.

Disiplin ve adanmışlık: Gencer’in çalışma etiği

Klasik müzik ile alakası olmayanların bile dikkatini çekecek şeylerdi bunlar; sıradan bir dinleyicinin bile bu türe dahil olmasına neden olabiliyordu. Belli başlı bir rol türüne takılıp kalmıyor, birbirine benzemeyen karakterleri bile ustalıkla canlandırabiliyordu. Her rolde yeniden doğuyor, her defasında yaratıcı yeteneğinin bir başka yüzünü sergiliyordu. Ancak yeteneğin ötesinde bir meziyet gerektiren şeylerdi bunlar ki konuyu 1982 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde Doğan Hızlan ve Filiz Ali’ye verdiği söyleşide çok güzel ifade ediyordu. günümüz sanatçıları için adeta ders niteliğinde sözlerdi bunlar:

“Deliler gibi çalışırdım. 10 günde bir opera çıkarırdım. Operayı bir ay içinde mükemmelliğe eriştirebilmek için canım çıkardı. Korrepetitörümün[2] de canını çıkarırdım. Bir müzik cümlesini yüzlerce defa tekrarlardım. Sesin piyano gibi, keman gibi, yani herhangi bir enstrüman gibi üzerinde çalışılması gerekir. Niye şimdiye kadar ben söyledim? Bu egzersizleri bırakmadığım için… Aslında opera söylemek daha kolaydır konserden, çünkü operada tek başınıza değilsiniz. Kendi partinizi öğreniyorsunuz, ötekiler de size yardım ediyor. Düetler var, koro var. En çok iki, bilemediniz üç arya söylersiniz. Resital öyle mi? Resitalde dinleyicinin ilgisini iki üç saat sürekli çekmeniz gerekiyor. Bir konser için üç ay çalışıyorum. Bir yılda ancak üç konser çıkabiliyor bu çalışma ile.”[3]

Sahne sonrası: Onurlandırılan bir hayat ve sessiz veda

30 yılı aşkın bir süre hiç stüdyo kaydı yapmamıştı Gencer, ama onun sahnelerinden yasal izin olmadan kaydedilmiş (yani biz plak koleksiyonerlerinin bootleg dediği türden) korsan plakları basılıyordu.

1985 yılında sahnelere veda etmesinin ardından As. Li. Co.’nun genel sanat yönetmenliğini 1988 yılına değin sürdürmüştü. Aynı yıl hem Donizetti ödülü almış, hem “Devlet Sanatçısı” olmuştu. 1997-1998 arasında La Scala korosunun genç sanatçılar okulunda yöneticilik yaptı, ölümüne kadar La Scala Tiyatrosu’nda sanat yönetmenliğini sürdürdü. İstanbul’da kendi adını taşıyan “Uluslararası Şan Yarışması”nın kurucusu oldu. 2004 yılında 1000 yılın Türkleri özel koleksiyonunda adına 15.000.000 TL değerinde 0.999 ayar gümüş hatıra para basıldı.

Gencer 10 Mayıs 2008 günü Milano’daki evinde kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle 79 yaşındayken hayatını kaybetti. Cenazesi vasiyeti üzerine iki gün sonra krematoryuma götürülerek yakıldı, külleri İstanbul’a getirilerek Dolmabahçe açıklarında Boğaz sularına döküldü. Törende, Mozart’ın Requiem’inden “Lacrimosa” ve Ahmed Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”ndan bazı bölümler çalındı.

Meraklısına not: Zeynep Oral’ın “Tutkunun Romanı” adlı kitabı Leyla Gencer’i anlatır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Filiz Ali – Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Sayfa 167 (Can Yayınları)

[2] Opera sanatçılarını çalıştıran piyanist.

[3] Filiz Ali – Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Sayfa 162 (Can Yayınları)

Murat Beşer
Murat Beşer
MURAT BEŞER – 1962 İstanbul doğumlu. Nişanca Mehmet Paşa İlkokulu (1969 - 1974), Ahmet Rasim Ortaokulu (1974 - 1977), Pertevniyal Lisesi (1977 - 1980), MÜ Tatbiki Güzel Sanatlar Dekoratif Resim Bölümü (1983 – 1985) ve nihayetinde MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde (1985 – 1992) okudu… Üniversite öğrenciliği esnasında, 1984 yılından itibaren (Argos, Gergedan, Tiyatro, Güneş Gazetesi gibi) dönemin önde gelen gazete ve dergilerinde müzik, popüler kültür yazıları yazdı. Dönemin en önemli Rock müzik dergisi Stüdyo İmge’nin editörlüğünü yaptı. (1992 - 1994) Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nın (Şahin Plak, Raks, Yonca Müzik gibi) önemli yapım ve dağıtım firmalarında çalıştı (1994 - 2000). Yıllarca Cumhuriyet ve Milliyet gazetesinin müzik yazarlığını sürdürdü. TRT Radyo3’te (2003 - 2008) beş yıl, Radyo Kuzey’de (2013) bir yıl müzik programları yaptı. İstanbul’un başta gelen mekân, festival ve partilerinde DJ’lik yaptı. The Salon’da bir sezon, Yeldeğirmeni Kültür Merkezi’nde dört sezon müzikal konularda paneller düzenledi. I-Tunes’de küratörlük ve İstanbul Uluslararası Caz Festivali’nde danışma kurulu üyesi olarak görev yaptı. İletişim Yayınları’ndan 2016 yılında çıkan “Yoldan Çıkmış Simalar” adında bir kitabı bulunmakta. Halen Birgün Gazetesi, Gazete Kadıköy, İST, Saatolog ve Sol Portal’da yazmayı sürdürmekte. Evli, çocuklu…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Sahnelerin prima donnası: Leyla Gencer

Leyla Gencer neden ülkemizde geç keşfedildi? Yurt dışındaki yükselişi görmezden gelindi? Sahneye adım atışı kimi, niçin tedirgin etti? Onun tekniğine hangi ad verildi? Operaya yatırım yapılmayan bir ülkede, dünya devleriyle nasıl yarıştı? Popüler kültür, onu neden uzun süre hak ettiği yerden uzak tuttu? Murat Beşer yazdı.

Popüler kültürün gözü çıksın, veziri rezil eder, rezili de vezir… Dünyanın kanununu yeniden yazsak, şu şatafatı bol müzik dünyasının en tepelerine koymamız gereken isimlerin listesinde unutulmuşların ya da hakkı teslim edilmemişlerin hatırı sayılır bir hükmü olurdu. Bunlardan biri de, inanın bundan 17 yıl önce (10 Mayıs 2008 tarihinde) 79 yaşındayken Milano’da hayata gözlerini yuman ve şimdilerde yeni kuşaklar tarafından adı unutulmaya yüz tutmuş Leyla Gencer olurdu.

Öyle ki Leyla Hanım aslında zamanında (ki onun şöhretinin zirvesinde olduğu zamanlar altmışlardır), klasik müzik camiasının içinde olanlar bile biraz geç keşfetmişti onu. Hatta keşfettiği halde muhtelif nedenlerle göz ardı edenler bile yok değildi. Neyse ki o dönemde Leyla Hanım çoktan kapağı yurt dışına atmış ve dünya çapında bir yıldız olma yolunda hakkını veren bir dünyaya dahil olmuştu. Ama nihayetinde (tıpkı bugünkü beyin göçünde olduğu üzere) kaybeden yine biz olmuş, Leyla Hanımı ellili yıllarda opera konusunda köklü geçmişe sahip olan İtalya’ya kaptırmıştık.

Sahne ışığında sessiz rekabet: Gencer, Callas, Tebaldi ve ötesi

Sayısız şan şöhret sahibi sanatçıya oranla, imkân kapılarını zorluklar tahtında ve tek başına açmayı başarmış az sayıdaki Türk sanatçıdan biriydi Gencer. Adı müzik camiasında yeni yeni duyulmaya başladığında, dünyada Maria Callas ile Renata Tebaldi arasında amansız bir rekabet yaşanıyordu. Ankara Devlet Operası da en şatafatlı günlerini geçirmekteydi. Bu da Callas-Tebaldi savaşına oranla çok ufak çapta bir karşılaşmaya sebebiyet vermiş; Gencer ile Belkıs Aran arasında çekişme hasıl olmuştu. Ancak bu ince gerilim, Gencer’in yurt dışına taşınmasıyla bir nebze son bulmuştu. Bir nebze diyorum çünkü yurt dışından Gencer’in başarısı hakkında gelen haberler, burada birilerinin dudak bükmelerine yol açıyordu. Batılı müzik otoritelerinden biri olan, Giuseppe Verdi Konservatuvarı öğretim üyesi Müzikolog Dr. Pierluigi Petrobelli, 1986 yılında Filiz Ali ile yaptığı görüşmede şunları söylüyordu: “Callas sesinde tehlikeli bölgeler olan ve sahne hayatı boyunca bu tehlikelerle savaşan, oyunculuk gücü ve sahne hakimiyeti ile seyirciyi büyüleyen bir trajyen-opera şarkıcısıydı. Tebaldi ise doğuştan bülbüldü. Pürüzsüz sesine karşın durgun kişiliği dolayısıyla operanın dramatik gerilimini hiçbir şekilde ortaya çıkaramayan soluk bir şarkıcıydı. Oysa Leyla Gencer’de hem ses hem de sahne kişiliği birleşmişti.”[1]

Polonezköy’den San Francisco’ya: Bir sopranonun dünya yolculuğu

10 Ekim 1928 günü Polonezköy’de doğmuştu. Babası Safranbolu kökenli bir Müslüman, annesi ise Polonyalı bir Katolikti. Kökeni hakkında “Müslüman ve oryantal bir altyapıdan geliyorum” yorumunu yapıyordu. Babasını genç yaşta kaybedince, 1946’da bir bankacı ile evlenerek Gencer soyadını almıştı.

İstanbul İtalyan Lisesini bitirince İstanbul Devlet Konservatuvarında şan eğitimi aldı. Burada Reine Gelenbevi, Muhittin Sadak ve Cemal Reşit Rey’in öğrencisiydi. Ardından Ankara Devlet Konservatuvarında İtalyan soprano Giannina Arangi-Lombardi’nin öğrencisi olmuştu.

Sahnelerdeki ilk rolü ise 1950 yılında Cavalleria Rusticana operasındaki Santuazza idi. Kariyerinin erken dönemlerinde Harry S. Truman, Eisenhower, Mareşal Tito, Şah Rıza Pehlevi, Prenses Süreyya, Ürdün Kralı Hüseyin gibi devlet adamlarının karşısında resitaller verdi. Ancak hayatının akışı İtalya’dan Madam Butterfly’da başrol teklifi alınca değişmiş, kısa bir süre sonra oyunda gösterdiği başarı sayesinde San Francisco operası ile sözleşme imzalamıştı. 1958 yılına kadar yurtdışında Ankara Devlet Operası Sanatçısı sıfatıyla rol alan Gencer, aynı yıl Milano’ya yerleşmişti.

Lucia’dan, Norma’ya, Lady Macbeth’ten Kraliçe Elizabeth’e, Madam Butterfly’dan Leonora’ya kadar canlandırdığı unutulmaz karakterlerle ünü bir süre sonra sadece İtalya ile sınırlı değildi, tüm dünyaya yayılmıştı. Opera repertuvarı 23 besteciden oluşan 72 yapıta uzanıyordu.

Zor olanı seçmek: Gencerate’nin sanatsal kudreti

Gencer’in sanatının incelik ve üstünlüklerinden bahsetmek gerekirse…

Sesini ekonomik kullanıyordu; müzikal cümleleri dengeli, müzik dilini kullanışı mükemmeldi. Tarzı ve ince beğenisi üst düzey olmakla birlikte, sanatsal zekâsı da çok yüksekti. Sesinin gücünü piyanoyla tamamlayışı bunun en belirgin örneklerinden biri olarak gösterilebilir. Ayrıca gırtlağını kullanma tekniği literatüre “gencerate” olarak geçmişti.

Bir eser üzerine çalışacaksa bilhassa riskli ve zor olanları tercih ediyordu. Sahneye taşıdığı eserlerin çoğu aslında zorluk derecesinin yüksekliği nedeniyle rafa kaldırılmış ve unutulmaya yüz tutmuş şeylerdi. Canlandırdığı karakterlerin dramatik kişiliğini tüm duygusallığı ile eksiksiz canlandırıyordu. En ağır bölümleri bile tüy gibi hafif bir biçimde oynayabiliyor ve söyleyebiliyordu.

Prima Donna geleneğini yaşatan son büyük sopranolar devri kapanıyordu; Maria Callas ve Renata Tebaldi’den sonra bu geleneği sırtlayan çok az isim kalmıştı. Kendi alanında Sutherland, Caballe, Callas, Price, Freni, Moffo, Tebaldi gibi dünya devleriyle yarışmış ve bu denli başarılı olmuş bir başka sanatçı yoktu. Cumhuriyetin sanata değer verdiği dönemlerde yetişmiş, ancak operaya yatırımın olmadığı zamanda yükseldiği düşünülecek olursa onun başarı hikâyesi daha da önem kazanır.

Disiplin ve adanmışlık: Gencer’in çalışma etiği

Klasik müzik ile alakası olmayanların bile dikkatini çekecek şeylerdi bunlar; sıradan bir dinleyicinin bile bu türe dahil olmasına neden olabiliyordu. Belli başlı bir rol türüne takılıp kalmıyor, birbirine benzemeyen karakterleri bile ustalıkla canlandırabiliyordu. Her rolde yeniden doğuyor, her defasında yaratıcı yeteneğinin bir başka yüzünü sergiliyordu. Ancak yeteneğin ötesinde bir meziyet gerektiren şeylerdi bunlar ki konuyu 1982 yılında Cumhuriyet Gazetesi’nde Doğan Hızlan ve Filiz Ali’ye verdiği söyleşide çok güzel ifade ediyordu. günümüz sanatçıları için adeta ders niteliğinde sözlerdi bunlar:

“Deliler gibi çalışırdım. 10 günde bir opera çıkarırdım. Operayı bir ay içinde mükemmelliğe eriştirebilmek için canım çıkardı. Korrepetitörümün[2] de canını çıkarırdım. Bir müzik cümlesini yüzlerce defa tekrarlardım. Sesin piyano gibi, keman gibi, yani herhangi bir enstrüman gibi üzerinde çalışılması gerekir. Niye şimdiye kadar ben söyledim? Bu egzersizleri bırakmadığım için… Aslında opera söylemek daha kolaydır konserden, çünkü operada tek başınıza değilsiniz. Kendi partinizi öğreniyorsunuz, ötekiler de size yardım ediyor. Düetler var, koro var. En çok iki, bilemediniz üç arya söylersiniz. Resital öyle mi? Resitalde dinleyicinin ilgisini iki üç saat sürekli çekmeniz gerekiyor. Bir konser için üç ay çalışıyorum. Bir yılda ancak üç konser çıkabiliyor bu çalışma ile.”[3]

Sahne sonrası: Onurlandırılan bir hayat ve sessiz veda

30 yılı aşkın bir süre hiç stüdyo kaydı yapmamıştı Gencer, ama onun sahnelerinden yasal izin olmadan kaydedilmiş (yani biz plak koleksiyonerlerinin bootleg dediği türden) korsan plakları basılıyordu.

1985 yılında sahnelere veda etmesinin ardından As. Li. Co.’nun genel sanat yönetmenliğini 1988 yılına değin sürdürmüştü. Aynı yıl hem Donizetti ödülü almış, hem “Devlet Sanatçısı” olmuştu. 1997-1998 arasında La Scala korosunun genç sanatçılar okulunda yöneticilik yaptı, ölümüne kadar La Scala Tiyatrosu’nda sanat yönetmenliğini sürdürdü. İstanbul’da kendi adını taşıyan “Uluslararası Şan Yarışması”nın kurucusu oldu. 2004 yılında 1000 yılın Türkleri özel koleksiyonunda adına 15.000.000 TL değerinde 0.999 ayar gümüş hatıra para basıldı.

Gencer 10 Mayıs 2008 günü Milano’daki evinde kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle 79 yaşındayken hayatını kaybetti. Cenazesi vasiyeti üzerine iki gün sonra krematoryuma götürülerek yakıldı, külleri İstanbul’a getirilerek Dolmabahçe açıklarında Boğaz sularına döküldü. Törende, Mozart’ın Requiem’inden “Lacrimosa” ve Ahmed Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”ndan bazı bölümler çalındı.

Meraklısına not: Zeynep Oral’ın “Tutkunun Romanı” adlı kitabı Leyla Gencer’i anlatır.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Filiz Ali – Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Sayfa 167 (Can Yayınları)

[2] Opera sanatçılarını çalıştıran piyanist.

[3] Filiz Ali – Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri, Sayfa 162 (Can Yayınları)

Murat Beşer
Murat Beşer
MURAT BEŞER – 1962 İstanbul doğumlu. Nişanca Mehmet Paşa İlkokulu (1969 - 1974), Ahmet Rasim Ortaokulu (1974 - 1977), Pertevniyal Lisesi (1977 - 1980), MÜ Tatbiki Güzel Sanatlar Dekoratif Resim Bölümü (1983 – 1985) ve nihayetinde MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nde (1985 – 1992) okudu… Üniversite öğrenciliği esnasında, 1984 yılından itibaren (Argos, Gergedan, Tiyatro, Güneş Gazetesi gibi) dönemin önde gelen gazete ve dergilerinde müzik, popüler kültür yazıları yazdı. Dönemin en önemli Rock müzik dergisi Stüdyo İmge’nin editörlüğünü yaptı. (1992 - 1994) Unkapanı Plakçılar Çarşısı’nın (Şahin Plak, Raks, Yonca Müzik gibi) önemli yapım ve dağıtım firmalarında çalıştı (1994 - 2000). Yıllarca Cumhuriyet ve Milliyet gazetesinin müzik yazarlığını sürdürdü. TRT Radyo3’te (2003 - 2008) beş yıl, Radyo Kuzey’de (2013) bir yıl müzik programları yaptı. İstanbul’un başta gelen mekân, festival ve partilerinde DJ’lik yaptı. The Salon’da bir sezon, Yeldeğirmeni Kültür Merkezi’nde dört sezon müzikal konularda paneller düzenledi. I-Tunes’de küratörlük ve İstanbul Uluslararası Caz Festivali’nde danışma kurulu üyesi olarak görev yaptı. İletişim Yayınları’ndan 2016 yılında çıkan “Yoldan Çıkmış Simalar” adında bir kitabı bulunmakta. Halen Birgün Gazetesi, Gazete Kadıköy, İST, Saatolog ve Sol Portal’da yazmayı sürdürmekte. Evli, çocuklu…

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x