“Fizyonomi”, İslam dünyasında “ilm-i firaset”, “ilm-i kıyafet”, “ilm-i sima” gibi adlar da verilen, insanın zahirinden yola çıkarak batınını, yani yüzüne, beden yapısına bakıp ruhunu, kişiliğini anlamaya çalışan, daha doğrusu anladığını iddia eden bir bilgi alanı.
Fizyonomi konusunda bugün de batıda çok zengin bir literatür var ama taraftarlarınca söylendiği gibi akademinin içinde kendine yer bulabilmiş değil.
Daha çok ‘pop psikoloji’ diyebileceğimiz bir yerde, astroloji, sihir gibi modern-öncesi bilgi ve uygulamaların devamı olduğunu ileri süren bölümde veya ‘new age’ denilen akımların içine karışmış halde yer alıyor.
Kişiliklerle ve kişilik teorileriyle işi olan bir meslek erbabı olarak ama daha çok önyargılarla mücadele etmek amacıyla biz de bu konuyla ilgilendik, Doç. Dr. Murat Beyazyüz ile birlikte “Gerçek İnsanın Yüzünde Yazar mı? (Batı, İslam ve Bilim Dünyasında) Kişiliğini İnsanın Yüzünden Tanımak” (Kapı Yayınları) adlı bir kitap yayınladık. Yazıgen Yayıncılık, Seyyid Lokman Çelebi’nin meşhur “Kıyafet’ül İnsaniyye Fi Şemaili-l Osmaniyye” kitabını “Padişahlar ve Fizyonomi” adıyla günümüz Türkçesiyle okuyucuya sunduğunda da bu kitaba bir giriş bölümü yazmıştım.
Fizyonominin kökeni
Maalesef fizyonomi, ülkemizde İslami kökenli sanılıyor ve geleneksel ilimlerin içinde mütalaa edilmeye çalışılıyor ama biz fizyonomi hakkındaki araştırmalarımızda şöyle ilginç bir sonuca ulaşmıştık: Fizyonomi, İslam dünyasına çok sonradan ve dışarıdan girmişti, bilimsellikle ilgisi bulunmadığı gibi batıdaki ırkçı fikirlere kaynaklık etmek gibi menfi etkileri de vardı.
Fizyonomi, sanılanın aksine bugün de doğuda ve İslam dünyasında değil daha ziyade batıda popüler bilgiyi dolduruyor, pop psikolojiye meraklı batılılar konuyla yoğun biçimde ilgileniyordu.
İlmi Sima’nın doğuşu
Biraz daha yakından bakalım.
Her ne kadar bazıları ilk ortaya çıkışını Eski Çin’e ve Hind’e dayandırsa da fizyonomi hakkında bilinen kayıtlı kaynaklar Eski Yunan ve Roma’ya ait ve kökenleri Aristoteles’e dayandırılıyor.
Modern psikolojik bilimler gündeme gelip yaygınlık kazanmadan önce, çok uzun yıllar boyunca, kişileri ve kişilikleri tanımanın en geçerli yönteminin, fizyonomi olduğu söylenebilir. Elde daha iyi başka bir imkân olmadığından insanların kişilikleri ancak yüzlerine ve bedenlerine bakarak anlaşılmaya çalışılıyor, bazı gözlemlere dayanarak elden ele dolaşan kitaplar yazılıyordu. Ancak ilginç biçimde bu bakışın neticesinde, halkın Kilise dışında kimselere bağlanmasını engellemek için olsa gerek, Ortaçağ’da batıda fizyonomi yasaklandı, ta ki Aydınlanma ile birlikte tekrar yaygınlaşmaya başlayana kadar. Aydınlanma döneminde ilgi tekrar canlandı, bazıları bilim dünyasında yer alan birçok kişi, fizyonomiyle ilgilenmeye başladı.
Modern psikiyatri ve psikolojide çok fazla araştırma yapılan kişilik konusuyla ilgili ilk fikirlerin Aydınlanma döneminde fizyonomi merakından ortaya çıktığı kabul ediliyor.
18. yüzyılda bilimsel bakımdan bugün onaylamayacağımız yöntem hataları ve etik problemler içeren bu fizyonomi görüşleri, şüphesiz Osmanlı coğrafyasına da ulaşıyordu. Girişte sözünü ettiğimiz Kıyafet’ül İnsaniyye Fi Şemaili-l Osmaniyye kitabı da bu etkiyle yazılmıştı.
II. Selim tarafından Saray’a ve Enderun’a hoca ve III. Murat tarafından şehnameci olarak atanan Seyyid Lokman Çelebi, fizyonomilerini değerlendirdiği Osman Gazi’den Sultan III. Murad’a kadar 12 Osmanlı sultanının resimlerini, başnakkaş Üstad Osman’dan ya da Sadrazam aracılığıyla Avrupalı üstadlardan tedarik edip kitaba koymuştu. Ülkemizde çok bilinen ve hatta “ilmi sima” dendiğinde akla gelen ilk eser olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’ya ait Marifetname’deki konuya ait bilgilerin de hem önceki asırlarda yazılmış kıyafetnamelerden hem de batıdan gelen yeni bilgilerden sentezlenmiş olması, yüksek ihtimaldi.
Sonradan psikolojik bilimlerin gelişmesi ile hayli güç kaybetse de fizyonomiden kaynaklanan fikirler bugün de hâlâ batıda çok yaygın; internet, yüzden kişilik tanıdığını iddia eden ve bu yoldan insanları sömüren kişilerle dolu. Fizyonomiden yayılan fikirlerin bilimsel bakımdan durumlarını daha sonra ele alacağız. Hal böyle olduğu halde, niye İslam dünyasında ve ülkemizde fizyonomik bakışın İslami sayıldığı üzerinde de biraz duralım.
İslam dünyasında durum ne?
Daha önce ifade ettiğimiz gibi fizyonomi, ülkemizde İslam kökenli sanılıyor ve geleneksel ilimlerin içinde mütalaa edilmeye çalışılıyor. İki örnek vermeme müsaade edin.
“İmam Şafi, uzun bir seyahatin sonunda Bağdat’a yakın bir yerde bir kervansaraya konuk olur. Orada bulunan insanlardan biri diğerlerinden daha fazla ikram ve iltifatta bulununca İmam Şafi dostlarına: ‘Bu âdemin şeklinde kuvvetli bir kötülük duygusu var. Lakin bize üç gündür haddinden fazla ikramda bulunuyor. Bakalım akıbeti de böyle olursa benim bildiğim o feraset ilminin hiçbir aslı yoktur’ demekten kendini alamaz. Öyle ki imam hazretleri yola revan olmayı buyurunca mezkûr şahıs imamın atının gemini yakalayıp ‘Üç gündür yiyip içtiniz, bunların karşılığını ve hane kirasını verin’ diyerek çıkışır. İmam hazretleri tebessüm ve taaccüp buyurunca onun yaranı dönüp ona: ‘Ya imam, sizin bildiğiniz feraset ilmi sahihtir, bunun delili ve alameti böylece sabit olmuştur’ derler.”
İmam Şafi, bir kimsenin dış görünüşüne bakıp o kişinin ahlâk ve karakter yapısı hakkında hükümler koyan yani zahirden batını tespit ve tahmine çalışan feraset ilminin doğruluğunu yeri geldiğinde test etme gereğini niçin aşikâr etmiştir?
İnsanın dışına bakarak içini keşfetmeye dönük çabalar çok eskilere dayanıyor. Hipokrat ve Eflatun insanları derin ve sathi diye çeşitli tiplere göre incelemişlerdi. İslam dünyasında ise ilk kıyafetname günümüze ulaşamamış fakat birçok eserde gönderme yapılan İmam Şafi’nin eseriydi. Ondan sonraki dönemlerde de yüze üflenmiş ruhun peşinde birçok âlim kafa yormuş, eser telif etmişti.
İmam Şafi’yi edindiği bu ilimden şüpheye düşüren şey, herhalde bu bilgilerin tam olarak bilimsel dayanaklarının olmayışıydı. Ama buna rağmen ilimleri Beden İlmi ve Dinî İlimler diye ikiye ayıran da oydu. İslam dünyasında bu ilim firaset ya da kıyafet olarak adlandırılmış ve bu işin ehillerine de kâif denilmişti.
Hz. Peygamber’i (s.a.v.) çocukken bir kaif görmüş ve onun bir öksüz olduğunu, büyüyünce önemli bir şahsiyet olacağını haber vermişti. Yahudi âlimlerinden Abdullah bin Selam’ın daha görür görmez, onun için ‘Bu yüz yalan söylemez’ demesi de bu cümledendi. Kıyafetname yazarları bu ilmi bazı ayet ve hadislere dayandırıyor. ‘Ey Resulüm sen onları simalarından tanırsın’ ayetinin yanında ‘Müminin firasetinden sakının’ hadisi de zikrediliyor.”
Bir de şu örneğe bakalım:
“Zerreden kürreye evrendeki her varlığın kendisini ifşa eden bir yüzü olduğunu inkâr edebilir miyiz? Her şeyi Allah Tealâ yarattığına göre, yarattığı her şeye bir yüz giydiren de O’dur. Yüzsüz varlık, eksik yaratılış anlamına geleceğinden düşünülmesi bile muhaldir.
Her şeyin bir yüzü vardır. Bu yüz o şeyin hem dışa açılan kapısıdır, hem de o varlığın bâtınına gireceğimiz bir kapısı… Ne olduğumuz, nereden geldiğimiz, nereye gittiğimiz, kulluğumuzun derecesi, iyiliklerimiz, kötülüklerimiz hep yüzümüzdedir. Yani bizler, yüzümüzde var olanlar kadarız!
Seyyid Lokman Çelebi’nin Kıyafetnamesi’ni bilenler veya herkesin bildiği Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin Marifetnamesi’ni okumuş olanlar, yüzümüzün konuşan dilini anlayabilirler. Günümüzde ‘beden dili’ tanımlamasıyla ortaya konan yaklaşımlar, geleneğimizdeki ilm-i kıyafet’in veya ilm-i simanın belki kıyısına yaklaşmış olabilir. Ancak insanı ve insan yüzünü anlamak, Allah’ın sonsuz ilmi ve nuru ile desteklenen kutlu kişilere nasip olmaktadır.”
Firaset ilminde doğrular ve yanlışlar
Ne zaman fizyonominin, İslam dünyasında karşılığı olan “ilmi sima”, “firaset ilmi” ya da “kıyafetname” hakkında Türkçe yazılmış bir metin okumaya kalksanız, iki ayrı Tasavvufi dergiden alınmış bu yukarıdakilere benzer cümleler görürsünüz. Bu ifadelerde doğrularla yanlışlar iç içedir; hataların temelinde ise çoğu zaman tüm ilmi sima’nın ya da ilmi firaset’in doğrudan doğruya İslami bilginin kendisinden kaynaklandığı bulunur.
Her ne kadar Hipokrat, Eflatun, Aristo gibi Eski Yunan kaynaklarına çok kısaca gönderme yapılırsa da içten içe ilmi ‘firaset’in İslami bilgi gövdesi içinde yer aldığına inanılır. “Bütün bu çabalar, Allah’ın kendi ruhundan üflediği zübde-i âlem olan insanı anlama, yaratılıştaki hikmetleri görme gayretlerinin akisleriydi” denilir.
Oysa “Eğer bir kişinin boynu ve omzunda çok kıl varsa, kaşının kılı çok, burnu eğri, dudakları ince ve biri diğerine göre kalınsa, yüzünde ve gövdesinde çok ben varsa o kişi, zalimliği, inciticiliği, haksızlığı sever… Bir kimsenin burnunun orta direği ince ise ve yürürken ellerini sallıyorsa o kişi kendini beğenmiş biridir. Alnın genişliği huysuzluğa, darlığı anlayışsızlığa, yumruluğu tembelliğe, çizgisiz olması ahmaklık ve bencilliğe, alın çizgilerinin çokluğu çok konuşkanlığa, iki kaş arasındaki çizgi, eften püften şeyleri dert edinmeye, sıkıntılı oluşa işarettir. Eğer gözünüzün akı karasından çoksa, burnunuz uzun, ağzınız geniş, dudaklarınız ince ise, sesiniz gür ve kalınsa, saçınız da sertse siz; cesur, gayretli, bahadır heybetli bir karaktere sahipsiniz demektir.” gibi ifadelerin İslami bilginin genel konumuna pek de uygun olmadığını, hatta İslami anlayışa zıt olduğunu görmek o kadar zor olmasa gerektir.
Fizyonomiyi İslamileştirme çabalarında ilk dayanak noktaları, şüphesiz ayetler ve hadisler olacaktır. İnsanın dış görünüşüne bakıp iç dünyası hakkında bilgi edinilebileceğine delil olarak özellikle “Sen, onları simalarından tanırsın” (Bakara/ 273) ve “Sen onları –münafıkları- konuşma tarzlarından tanırsın” (Muhammed/ 39) ayetleri ve “Müminin firasetinden sakınınız, zira o Allah’ın nuru ile bakar” hadisi gösteriliyor.
Böylece İslami bilgi külliyatı, oldukça aşırı bir yorumla fizyonomi lehine yorumlanırken bir yandan da fizyonomi İslamileştirilir. Oysa bu ayetler ve söz konusu hadis, fizyonominin değil de geniş bir anlam ağı olan, İslami bilgi gövdesinde önemli bir yer tutan “firaset” kavramının delili olarak kabul edilebilir. Zira bu ayetlerde geçen ‘tanıma’ fiili, yüze, yüzün anatomik yapısına bakarak tanıma gibi basit bir anlamı olmayıp bu konuda yetkin kimselerin, dış görünüşle yetinmeyip insanın ahlak veya kişilik özelliklerini de görebildikleri (sezebildikleri) anlamına gelmektedir. Batılı fizyonomi anlayışıyla hemen hiç bağlantısı olmayan ve hem dini alanda hem hayat tecrübesinde ortaya çıkan pratik aklın bir tezahürü olan “firaset” kavramının daha derin anlamları üzerine yeterince kafa yorulmaması, düşünce dünyamız için üzücü bir durumdur.
Niye kişilikleri bir bakışta tanımak istiyoruz?
İnsan, başlı başına muamma ve biz insan ilişkisine mecburuz. İnsan ilişkisi çok zor, her ilişki tuzaklarla dolu… Nasıl geleceğimizi bilmek konusunda müthiş bir istek duyuyor, bu isteğimiz her türlü falcılık ve kehanet uğraşlarına kaynaklık ediyorsa, karşımızdaki insanın neme nem birisi olduğunu da bir bakışta görmek, anlamak istiyoruz. Her insan bir alem ve o alemin bize açılan en büyük penceresi insanın yüzü. Yüz, yalnızca anatomik girinti ve çıkıntıların belirlediği durağan bir topografya değil, aynı zamanda mimik kaslarının hareketleriyle, bakışlarla, boynun sağa sola dönüşüyle de değişken mesajlar ileten dinamik bir sistem. Yani bir alem olan insanın dışa açılan en büyük penceresi bildiğimiz pencerelerden epeyce farklı.
Karşılaştığımız bir kimsenin kişiliğini hemen ele verecek şifreler aramamız, “yüzden kişilik okuma” konusunda temel motivasyonu sağlıyor. Zihnimizde hazır duran kalıplar bu muammanın yarattığı huzursuzluktan bizi kurtarmak için hemen yetişiveriyor. Kolayca bazı vasıflar yakıştırırız karşımızdakine ve onu zihnimizdeki kalıplardan birine yerleştiriveriyoruz.
Bir yüze bakmak
Bir insanın yüzüne bakarak neleri anlayabiliriz? Bu insan iyi midir, kötü müdür; tehlikeli midir, güvenilir midir; merhametli midir, gaddar mıdır; cömert midir, hasis midir? Veya şu parametrelere bakalım: Bu insan mutlu mudur, üzgün müdür; dertli midir, huzurlu mudur; gergin midir, rahat mıdır? Yüze bakarak bunlardan hangilerini anlayabiliriz ve anladığımızı sandıklarımızın ne kadarı bilimsel bir gerçekliğe dayanmaktadır? Nasıl ki bir pencereden bir eve bakarken o ev hakkında edinebileceğimiz bilginin sınırları varsa aynı şey insanın dışa açılan penceresi için de geçerlidir. Bir insanın yüzü pek çok şey anlatır ve anlattığını sandığımız pek çok şeyi de anlatmaz. Hal böyle olunca doğru ile yanlışı ayıklamak gerekir.
Diğer insan, bize kendisini yüzü aracılığıyla sunar. Bir insanı tanımak için mutlaka onun yüzündeki anlam denizine dalmak gerekir. Başkalarını sevmek ya da sevmemek onun yüzünde gördüğümüz(ü sandığımız) anlamlar sayesindedir.
Bir insanın yüzüne baktığımızda ilk fark ettiğimiz, bir belirsizlik, sürekli bir farklılaşma, imge avcısı gibi gezinen gözlerimizden hep bir kaçıştır. Zaman zaman bir yüzde sabit bir anlam yakaladığımızı sanırız ama beyhude… O, durmaksızın değişir. Ötekinin tüketilemez, bilgi konusuna dönüştürülemez olan yüzü karşısında her zaman çaresiz kalırız. Karşımızdaki insanın yüzünü tek bir anlama sabitleyememek, o çok övündüğümüz gücümüzü tuzla buz eder. Civa gibi sürekli anlamlar üreten yüzü belli özelliklere raptetmek, oraya baktığımızda gördüğümüz anlamı sabitlemek, karşımızdaki insanın nasıl birisi olduğunu hemen keşfetmek bu yüzden müthiş bir arzudur.
Onun için müthiş bir arzu duyduğumuz kesin ama yüzden kişilik okumanın bilimsel bir geçerliliği yok. İnsan yüzünün anatomik, şekilsel özellikleri ile insanın kişiliği arasında bir ilişki olduğu bugüne dek ispat edilemedi.
Peki, hiç ilişki yok mu yüzümüzle kişiliğimiz arasında?
Yüzünün meymeneti yok; rabbi yesiri silinmiş’, ‘Yüzünde nur yok’, ‘yüzünden belli nasıl biri olduğu’, ‘içindeki kötülük yüzüne vurmuş’ gibi ifadelerin hiçbir rasyonel temeli bulunmuyor mu?
İnsan yüzünün anatomik kısımlarının ölçüleri veya şekilleri ile kişilik arasında ilişki olmadığını söylemek, insanın yüzündeki anlam denizi ile kişiliği arasında hiçbir ilişki yoktur demekten farklı bir şey elbette ve bu ayrım çok önemli. Biz ruhiyatçılar da insanın kişiliğini anlamaya çalışırken elbette yüzüne bakıyoruz ama sadece yüzüne bakmak, bir insanı anlama çabasının ilk adımı ve bir insanı anlamak için birçok başka adım atmak gerekli. Bir insanın kişiliğini anlamak, onun şimdiki ruhsal durumunu anlamaktan çok daha zor ve uzun bir zamana ihtiyaç gösteriyor.
Mesela bir ruhiyatçının beden dilini anlama konusunda sağlam bir eğitimi olması lazımdır. Beden dili, insanın kişiliği hakkında bazı ipuçları verebilir ama bedenin sabit şekli yani anatomik yapısı kişilik hakkında belirgin bir ipucu vermez. Zaten beden dili konusunda yetkinleşmek de karşımızdaki insanın kişiliğini anlamak için yetmez. Yüz ifadeleri ile duygular arasındaki ilişkiye odaklanan pek çok çalışma yapılmış ve tutarlı sonuçlar elde edilmiş. Ama lisan gibi beden dili de kültürden kültüre, gençler ve yaşlılar, kadınlar ve erkekler arasında farklılık gösterebiliyor.
İnsan sarrafları var mı gerçekten?
Kişilikleri tanımak çok zor tamam ama kabul etmeliyiz ki, toplum içinde nadir de olsa, “insan sarrafı” denilen tipler bulunuyor. İnsanları bir süre gözlemledikten sonra onların kişilikleri hakkında doğru tahminlerde bulunabilen kimseler, bu kişiler. İnsan sarrafları, insan yüzünün sabit şekilsel özelliklerinden değil değişken, yani kişinin kontrolünde olan şekilsel özelliklerinden istifade ederek tahminde bulunuyorlar. Yani insan sarraflığının da fizyonomi ile, ilmi sima ile bir ilgisi yok. İnsan sarraflarının en önemli ortak yönleri insanlarla yoğun biçimde ilişki içinde olmaları…
İnsan sarrafları, çok iyi gözlemci, anlık ve sürekli dikkat melekeleri güçlü. İletişim sırasında iletişimin bütün unsurlarına aynı anda dikkat edip, tutarlılığı veya tutarsızlıkları çabuk fark ediyor, tecrübelerini bu yeteneklerine ekleyebiliyorlar. İnsan sarrafları, insan sesinin tonunu, tınısını, ahengini, hangi kelimenin hangi hecesinde artıp hangi hecesinde azaldığını fark etme konusunda da çok yetenekliler. Konuşma sırasındaki beden dili işaretlerini de aynı anda fark edip bu bilgileri hızlı biçimde yorumlayabiliyorlar.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 15 Ağustos 2023’te yayımlanmıştır.