Tarihsel Avrupa milliyetçiliği, 1943 Verona Manifestosu’ndan itibaren, “demokratik” düzen normalinde “sol eğilimli” addedilebilecek bir jargonla hareket etti.
İtalya’nın müttefiklerce henüz işgâle uğramamış kuzey bölgelerini kapsayan “İtalyan Sosyal Cumhuriyeti”nin ideolojik istikâmetini tayin etmeye de matuf olan 18 maddelik bu “anarşizan” manifestonun can alıcı noktası, İslâm dünyasına dair verdiği salıklardı.
Manifestonun “dış politika” levhasını işleyen 8’inci maddesinin ilgili kısmı aynen şöyle:
“Avrupa devletlerindeki Britanya etkisini tasfiye edecek bir Avrupa Topluluğu’nun kurulması, kapitalist sistemin lağvedilmesi, plütokrasilerle mücadele edilmesi, Afrika’nın doğal kaynaklarının gerek yerlilerin gerekse Avrupalıların yararına olacak şekilde ve bilhassa da Müslümanlara saygı göstererek değerinin yükseltilmesi (…) amaçlanmaktadır.”
Bu, Mussolini’nin bir “mea culpa”sı gibiydi. Zira Libya seferinde büyük direnişçi Ömer Muhtar’ı şehit eden ve bilumum zincirleme yanlışlarla Müslüman coğrafyasının hışmını çeken Faşist İtalya son bir manevrayla – dolaylı bir özeleştiri vermek suretiyle – yeni bir sayfa açmaya çalışıyordu.
1945-sonrası dönemde, Soğuk Savaş’ın hususî koşulları el verdiği ölçüde ve bazı irili-ufaklı istisnalarla birlikte, mevzubahis “belge” tarihsel Avrupa milliyetçiliğin pusulası olageldi. Milliyetçiler – en azından 1990’ların sonlarına değin – ciddi anlamda İslâm ve Arap yanlısı bir tutum öncelediler. Ne var ki 2000’lerin başından itibaren rüzgâr tersine esmeye başladı. Bugün Avrupa’da “sağ-popülist” ve/veya “ulusal-muhafazakâr” şeklinde tarif edilen bileşenlerin hem “sağ” bağları daha kuvvetlidir hem de İslâm karşıtı pozisyonları tartışılmazdır.
İslâm’a, Müslümanlara nispetle sergilenen yaklaşımlar demetinin elbette İsrail’e, Siyonizm’e ve Filistin’e dair yankılanmaları da tetikleyeceği muhakkaktı. Nitekim, 1945-2000 arası dönemdeki Avrupa milliyetçilerinin Filistin dostluğu ne kadar “ana akım” idiyse, 2000-günümüz dönemindeki sağ-popülist/ulusal-muhafazakâr hattın İsrail dostluğu en az o kadar “ana akım”dır.
Şüphesiz ki bu dönüşümün nesnel ve rasyonel izahatları var. Ancak buraya nasıl ve niçin gelindiğine geçmeden evvel somut verilerle örneklendirilmiş bir durum tespiti yapmak isabetli olacaktır. Bu vesileyle Fransa, İtalya, İspanya ve Almanya örnekleri bir mukayeseli çözümleme icra etmek açısından anlamlı görünüyor.
1945-sonrası Avrupa milliyetçiliğinin İslâm algısı ve Filistin
“Milliyetçi” karakterli siyâsî partileri irdelemeden evvel başlıca ideologların ne dediklerine göz atmak belirleyici. Birkaç isim öne çıkıyor: Fransa’da Maurice Bardèche ile François Duprat, İtalya’da Claudio Mutti, İspanya’da Antonio Medrano ve Almanya’da Otto Strasser.
Yukarıdaki şahsiyetlerin her biri kendince farklı tonlara (ve farklı derecelere) sahip olsa da bir ortak noktaları var: Faşizmin (ve/veya nasyonal-sosyalizmin) “sol” mektebinden gelmeleri ve açıktan “Üçüncü Dünya”cı olmaları.
Maurice Bardèche angaje bir yazardı. Vaktiyle İsveç’te toplanan kısa ömürlü, faşizan ve anti-Siyonist bir “enternasyonal” denemesi oldu. Fakat en ilginci, Bardèche’in bir Nasır hayranı olmasıydı. Mısır’da filizlenen Nasırcılık akımında – belki bilgi eksikliğinden belki de heyecan yoğunluğundan – bir “faşist mistik” seziyor ve bunu İslâm diniyle bağdaştırıyor. Bardèche, “Faşizm nedir?” başlıklı eserinde şu satırları yazıyor:
“Nasırcı devrim yalnızca bir ‘Mısır, uyan!’ ihtarı değil, aynı zamanda Mısır’ı Nasırcı devrime uyandıran Muhammed’in yasasıdır, yürüyen Kur’an’dır.”
Aynı muhteviyatla donatılmış yaklaşıma İtalyan neo-faşisti Claudio Mutti’de de rastlamak mümkün. Öyle ki Mutti, Nasırcılığı, “İslâm’ın himâyesindeki gerçek pan-Arap sosyalizmi” olarak tarif ediyor. Dahası, Nasırcılığın “Siyonizm’i bozguna uğratabilecek yegâne güç” şeklinde telakki edilmesi Bardèche, Mutti vb. nezdinde çok yaygın.
Mutti, Nasır’la birlikte Kaddafi ile Humeyni’ye de muhabbet besliyor. Hatta 1980’lerde Müslüman oluyor (Şia’ya yakındır) ve “Ömer Emin” adını alıyor. Yayımladığı dergiler (aralarında “Jihad” adlı bir dergi de var) ve editörlüğünü yaptığı kitaplar (Kaddafi ile Humeyni’nin pek çok konuşmasını ve varsa eserini İtalyancaya tercüme etmiştir) vasıtasıyla Julius Evola[1] çizgisindeki “Tradisyonalizmi”[2] siyasallaştırmak amacını güttü.
Sıkı bir Evola takipçisi olmasına karşın Mutti’nin Evola’yla çelişen görüşlerinin sayısı hiç de az değil. Dahası, bizzat Evola dönemin Avrupa-merkezli milliyetçi galaksisindeki hâkim Nasır hayranlığını 1958 yıllında kaleme aldığı bir makalede kesin bir dille tenkit ediyordu:
“Ulusal muhitimiz Arap halklarının ve Mısır inisiyatiflerinin bağımsızlıkçı hareketlerine sempatiyle yaklaşıyor (…) ancak aşikârdır ki bu hareketlerin çoğu komünizm sularında son bulacak. Aslında İslâmî halklar ‘bağımsızlık’ yanılsamasıyla kendi geleneklerini büyük ölçüde terk ederek maddî planda kalkınmayı umuyorlar ve bu yönüyle Batı’daki devletlerin birer kusurlu kopyası hâline geliyorlar. Zihinsel ve kültürel olarak Batı’nın işgalindeyken Batı’dan bağımsız olamayacaklarının farkında değiller.”
Evola, tam bu noktada, “ortodoks İslâm”ın Müslüman Kardeşler tarafından ve hatta Suudi Arabistan’daki Vehhabîlerce muhafaza edildiğini vurguluyordu. Evola’dan esinlenerek İslâm’ı seçen çoğu Avrupa milliyetçisi, uç tasavvufa yahut Şia’ya yakın olmaları hasebiyle Evola’nın bu görüşünü gö(ster)rmemeyi, hatta hasıraltı etmeyi yeğler. İslâm’a adım atmamış ancak Evola’yı önemseyen milliyetçiler ise bu hususta nispeten daha dolambaçsız bir okuma yapabilmişlerdir ki, ileride örneklerini göreceğiz.
François Duprat, Fransa’da Jean-Marie Le Pen liderliğinde 1972 yılında kurulan Ulusal Cephe’nin (Front National) ikinci adamı, ideoloğuydu. Bardèche’in de öğrencisidir. 1978 yılında çok şüpheli bir suikast sonucunda öldürüldü. 1974 yılında, Ulusal Cephe henüz emekliyorken, sert bir anti-Siyonist çizgi tutturulmasındaki birincil etkendi. Duprat, İsrail’in bir “tehlike” olduğunu belirterek, “İsrail, kendi ülkemizde de mücadele etmemiz gereken bir siyasî gücün dünyevî koludur. Siyonizm, bir yıkım ideolojisidir. Dahası, İsrail devleti hırsızlığa ve el koymaya dayanıyor. Fransa’nın Arap ülkelerde bir dostluk siyasetine ihtiyacı var” diyordu.
Aynı yıl, Pirene dağlarının diğer tarafında, İspanya’da, bir başka Tradisyonalist entelektüel ve ideolog Antonio Medrano, verdiği bir konferansa, “Filistin’in başkenti Kudüs’ü selâmlayarak” başlıyordu. Konferansında “Hilâfet” meselesini irdeleyen Medrano, “İslâm âlemi ile Batı dünyasını birbirine bağlayan derin ve otantik dostluk ilişkilerini” savunmuştu. Keza aşağıdaki satırlar da Medrano’nun bir makalesine ait:
“21’inci yüzyıldaki Avrupa Haçlı Seferi kesinlikle İslâm’a karşı olmayacak. Bilâkis İslâm’ın yanında yer alacak. Avrupa topluluğunun yeniden dirilişinin (…) zorunlu jeopolitik ve inançsal şartı İslâm’ın yeniden canlandırılmasından geçiyor.”
Nihayet Almanya’da Otto Strasser – ki, 1934 yılındaki “Uzun Bıçaklar Gecesi”nde infaz edilen Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin sol kanat lideri Gregor Strasser’in kardeşidir – 1950’li yılların ortasında Almanya’ya döndü ve aktif siyâsete atıldı. Almanya’nın “Üçüncü Dünya”yla birleşerek Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile Sovyetler Birliği arasında alternatif bir kutup teşkil etmesini istedi. Strasser, bir “anti-emperyalist” (ve anti-Siyonizm penceresinden okuduğu Nasırcılık destekçisi) olarak Afrika ve Ortadoğu ile ilişkilere dair şu tespitleri yapıyordu:
“Avrupa ve Avrupa hükûmetleri (…) Java’da tertiplenen Asya-Afrika konferansına[3] karşı doğal bir Avrupa-Afrika konferansıyla mukabele etmelidir. Ancak bu sâyede hem Avrupa hem de Afrika kendi halklarına Wall Street ve Moskova’dan bağımsız bir ekonomik, siyâsî ve kültürel kazanç kapısı açabilir.”
Söz konusu “ideolojik külliyat”ın bir devrin siyasal Avrupa milliyetçiliğine damga vurduğu hakikati yadsınamaz. Öyle ki, bugün dahi kendilerini bu “geleneğe” nispet eden oluşumlarda – her ne kadar tabanı geçmişe kıyasla iyice daralmışsa da – izdüşümlerine rastlamak kabil. Bunlar, bilhassa 7 Ekim 2023 tarihinin ertesinde kendini gösteren İsrail’in Gazze katliamlarına dair verilen tepkilerde de oldukça belirgin.
7 Ekim ertesinde tarihsel Avrupa milliyetçileri: Geleneğin devamı
Fransa’da “tarihsel milliyetçilik” bugün hâlâ Jean-Marie Le Pen’in şahsında ve etrafında cisimleşiyor. İlerlemiş yaşının etkisiyle sosyal medyada paylaşım yap(a)mayan Le Pen’in 1997 yılında, merhum Necmettin Erbakan’la Türkiye’deki görüşmesinin ardından verdiği bir mülakattaki ifadelerinin hatırlatılması doğru olur:
“Filistin halkı hakiki bir eziyet çekiyor zira Birleşmiş Milletler’in kendisine tanıdığı haklara kendi toprakları üzerinde riayet edilmiyor. Filistin ve Filistin halkı korkunç bir sefalet içinde. Şahsen İsraillilerin bir vatana hakları olduğunu hep savundum ancak bu hak, Filistinlilerin özgür ve egemen bir vatana olan hakkıyla birlikte olmazsa yok hükmündedir.”
Buna mukabil, kadim “Le Pen çizgisi”ne yakınlığıyla bilinen siyasetçilerden Christian Bouchet, yeni yaptığı bir paylaşımda “Paris’ten Gazze’ye, intifada!” diye seslendi. Keza Le Pen’in dostu Pierre Sidos’un dergisi “Jeune Nation” (Genç Ulus) Hamas, Lübnan Hizbullah’ı ve Yemen Ensarullah’ını över-destekler, İsrail’in ise Gazze’deki soykırımcılığına işâret eder minvalde çok faal yayınlar sürdürüyor.
1945-1996 yılları arasında varlık belirten ve Mussolini 1920’lerde kurduğu “Ulusal Faşist Parti”nin vârisi olan İtalyan Sosyal Hareketi’nin bizzat kendisi değil ancak gençlik örgütü fevkalade anti-Siyonist’ti. Bu canlı birikimden aldığı feyzle 1997 yılında Forza Nuova’yı (Yeni Güç) kuran ve 2009-2014 arası dönemde Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi olan Roberto Fiore, 7 Ekim sonrası ulusal basına verdiği bir demeçte şunları söylüyor:
“Biz Filistin’den tarafız ve bu tarihsel olarak anti-Siyonist olmakla eşanlamlı. Fakat bu illa Yahudi karşıtı yahut antisemit olduğumuz anlamına gelmiyor. (…) Irkçı bir Yahudi devleti de olmamalı, köktenci bir Filistin devleti de. (…) Sivillere saldırmak yanlışsa da işgal edilmiş bir ülkenin reaksiyon vermesi anlaşılır. (…) Siyonizm’i etkisizleştirmek ‘Yahudilerin denize dökülmesi’ değildir. Bugün pek çok Ortodoks Yahudi’nin ve dahi sol görüşlü Yahudilerin Siyonizm’e karşı cephe aldığını görüyoruz. Filistin, İsviçre modeline göre inşa edilebilir.”
Keza İspanya’da Falanjistler – Franco rejiminin Arap yanlısı politikasına sadık kalarak (İspanya İsrail’i ancak 1986 yılında tanıdı) – İsrail’in “gayri-meşru” ve “soykırımcı” bir devlet olduğunu (“Siyonist Devlet” kavramını kullanıyorlar), başkenti Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletini tanıması gerektiğini bilfiil savunuyorlar. 7 Ekim ertesinde yaptıkları açıklamada şu cümleleri kuruyorlar:
“Biz Falanjistler daima İsrail’ce engellenen Filistin’in özgürlüğünü savunduk. Mayıs 1948’den bu yana Siyonizm, bugünün Avrupa’sı ve Amerika’sının da suç ortaklığıyla, kendisine ait olmayan toprakları çaldı ve Filistin halkına hayatı imkânsız kıldı.”
Alman milliyetçileri de kendi internet sitelerinde ve sosyal medya hesaplarında İsrail’in işgal, soykırım, yerleşimci ve zorunlu göç politikalarına hücum ediyorlar. Dahası, İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’dan “aşırı sağcı” olarak bahsederken, “Hamas’ın saldırı dalgaları İsrail’in zulüm, işgal ve uluslararası hukuku çiğneyen kitlesel katliamlarının sonucudur” saptamasında bulunuyorlar.
Alman milliyetçisi muhtelif gruplar, “emperyalist-terörist İsrail’le asla dayanışmayız” diyorlar. Aynı gruplar, vaktiyle Afganistan (Taliban) bahsinde de benzer bir tavır alarak, Batı’yı “insan hakları emperyalizmi” yapmakla eleştirmişti.
Oysa tarihsel Avrupa milliyetçiliği artık – daha doğrusu 2000’li yılların başlarından itibaren – “ana kutbu” temsil etmiyor. Avrupa’nın “yeni milliyetçileri” esasen “sağ-popülist” ve “ulusal-muhafazakâr” partiler. Ve onlar yukarıda serdedilen “geleneksel” tavrın çok uzağında, hatta tam karşısındalar.
7 Ekim ertesinde Avrupa’nın “yeni milliyetçiler”i: Sağ-popülistlerin ve ulusal-muhafazakârların İsrail müdâfaası
Sağ-popülizm ile ulusal-muhafazakârlığı doğuran temel etken, hiç şüphesiz, 11 Eylül paradigması. Fakat bunun ötesinde, “Tarih’in hortlaklarından” bezen ve iktidar hırsıyla hareket eden yeni nesil bir siyasetçi sınıfının tezahürü de görmezden gelinemez.
2000’li yılların başlarından itibaren “hortlakların defi” dâvâsı iki ayaklı bir stratejiye yaslandı: Ekonomik programda dünya pazarlarıyla bütünleşme ve kültürel söylevde düzensiz göçü doğuran dinamikler yerine doğrudan göçenlerin dinî aidiyetini (genel olarak İslâm’ı) hedef alma. Tarihsel milliyetçilikle kopuşun iki ana ve zorunlu ekseni buydu.
Metamorfozun bir boyutu da – tabii olarak – İsrail’e bakış etrafında nakşedildi. 7 Ekim ertesi gelinen noktayı özetlemek bâbında son derece işlevsel.
Fransa’da popülist Marine Le Pen’in partisi, 7 Ekim’in hemen akabinde, “çağımızın birincil sorunu olan İslâmcı Hydra’ya (Yunan mitolojisinde çok-başlı bir yılanı temsil eder) karşı birlikte mücadele edeceğiz” mesajını verdi. Le Pen, İsrail’in başlattığı operasyonlara ilişkin, “İsrail’in kendini savunma hakkı var, hatta İsrail’in kendi halkını koruması bir görevdir” diyordu. Ulusal-muhafazakâr Éric Zemmour ise “insanî ateşkese karşıyım” diyerek İsrail’in yolunu tuttu. “İsrail’e Yahudi-Hristiyan Medeniyeti’ni savunmak için gittim” diyen Zemmour, İsrail’in bir “medeniyet savaşı” verdiğini belirtti.
7 Ekim sonrası İsrail’e ziyaret gerçekleştiren bir diğer sağ-popülist oluşum ise İspanyol Vox (Ses) partisiydi. Parti lideri Santiago Abascal, İsrail’in başlattığı Gazze operasyonlarına dair kişisel sosyal medya hesabından, “İsrail hükûmetine tüm desteğimizi, sevgimizi ve anlayışımızı ifâde ediyoruz” diye yazmıştı. Vox heyetinin İsrail ziyaretini yorumlayan İsrailli Bakan Amichai Chikli’nin, “Vox mütemadiyen bir karalama kampanyasına maruz bırakılıyor. Vox yetkililerinin dayanışma ziyaretine fevkalade müteşekkiriz” dediği de ayrıca kaydedilmeli.
İtalya’da sağ-popülist Başbakan Yardımcısı Matteo Salvini’nin partisinin AP sözcüsü Marco Zanni, 7 Ekim’e dair verdiği demeçte, “bu saldırıyla birlikte cihatçı milisler yalnızca İsrail devletine değil, bütün Batı’ya savaş açmış oldular” diyordu. Salvini ise, ülkede düzenlenen Filistin’e destek mitinglerini hedef alarak, “işte bunlar kalan son faşistlerdir” nitelemesinde bulundu.
Ulusal-muhafazakâr Başbakan Giorgia Meloni, Salvini’ye kıyasla çok daha dengeli ve ihtiyatlı davrandı. Eleştirilerinin hedefine doğrudan İsrail’i değil, Netanyahu’yu oturttu.
Almanya’da sağ-popülist AfD’nin (Almanya İçin Alternatif) Onursal Başkanı Alexander Gauland, 7 Ekim’e dair tepkisini şu sözlerle dillendirdi:
“Hamas’ın saldırısı yalnızca Yahudi devletine karşı değil, bize de yapıldı. İsrail’e ancak Batı’yı dışlayanlar ve hatta Batı’yla savaşanlar saldırabilir. Biz İsrail’in yanında durarak kendi yaşam tarzımızı savunmuş oluyoruz.”
AfD içinde parti-içi bir çekişme yaşandığı iddia edilse de tartışmanın “İsrail’i insan hakları ihlâlleri için eleştirmeli miyiz, eleştirmemeli miyiz?” noktasında düğümlendiği, ötesinde bir anlam ihtiva etmediği biliniyor.
“Milliyetçilikler” ve Filistin cepheleşmesi
1945-sonrası tarihsel Avrupa milliyetçiliği Filistin’i iki temel prizmayla okuyageldi: anti-Siyonist özellikler taşıyan seküler pan-Arap sosyalizmi (Mısır’da Nasır, Irak ve Suriye’de Baas ve Libya’da Kaddafi’yle) ile İran İslâm İnkılâbı. 1990’lı yılların sonundan itibaren anti-Siyonist Sünnî-İslâmî yapılarla da kâh düşünsel kâh fiilî temas kurarak (ki aralarında Hamas’ın yanı sıra Taliban, Hizb ut-Tahrir ve Cezayir menşeili İslâmî Selâmet Cephesi de var) perspektiflerini korudular.
Tarihsel Avrupa milliyetçileri “kök-fikir”lere nispetle sadakat ve tutarlılığı “reelpolitik” kazanımların üstünde tutmayı seçti.
2000’lerden itibaren gelişen sağ-popülizm ile ulusal-muhafazakârlık ise hem Filistin’i hem de global manada İslâm dünyasını İsrail-merkezli değerlendirmeye özellikle gayret etti. Arap ve İslâm lehtarı, dahası “anti-Siyonist” söylemin kendilerine iktidar yolunu sıkıca kapattığını düşünen yeni nesil siyâsetçiler ideolojik elastikiyet göstererek bu konuda radikal aksiyonlar aldı.
Gelinen aşamada Avrupa’da monoblok bir “milliyetçi kavrayış”tan bahsetmek olanaksız. Nitekim 7 Ekim-sonrası yapılan değerlendirmeler de bunu ispatlıyor. İç cepheleşme hiç olmadığı kadar “ideolojik” ve bunun küresel düzlemdeki yansımaları hiç hafife alınır değil.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 6 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Julius Evola (1898-1974), İtalyan bir düşünürdü. Ezoterik öğretiler ışığında hem İtalya hem de Avrupa (ve elbette Batı) özelinde Modernite karşıtı bir düzlemde tasarladığı ve anti-burjuva niteliklerle donattığı bir “sağ” mektebin gelişmesine ön ayak oldu.
[2] Evola’nın kendi tarifine göre “Tradisyon” ezelî ve ebedî bir doğaüstü bilgiyi temsil eder. Otorite, hiyerarşi, düzen, disiplin ve itaat gibi kavramların “aşkın bir Gelenek” dâhilinde mutlak anlamda koruma altında olduğunu ifade eder.
[3] 18 – 24 Nisan 1955’te, o dönem yeni bağımsızlığını kazanan Asya-Afrika devletlerini Endonezya’nın Bandung kentinde bir araya getiren konferanstır.