[et_pb_section][et_pb_row][et_pb_column type=”4_4″][et_pb_text]Uluslararası sistemde hızlı ve karmaşık değişimler yaşanıyor. Bu değişimlerden biri de, dünya güvenlik sistemine ilişkin önemli tartışmaların yapıldığı, ileri gelen liderlerin ve uzmanların katıldığı yıllık Münih Konferansı’nın bu seneki teması olan Westlessness yani Batısızlık ya da özetle Batı’nın hakimiyetinin giderek zayıflaması ve bunun sonuçları.
Bu durum, kritik yol ayrımlarında tercihini Batı’dan yana kullanmış, dış politikasında sıklıkla Doğu ve Batı arasında denge politikası izlemiş, Batı ile olan yakın münasebetini Doğu’sunda kalan ülkeler ve ülke grupları ile de ilişkilerini güçlendirerek dengeleme yoluna gitmiş Türkiye’yi de zorluyor.
Böylesi bir belirsizlik döneminde başarılı bir dış politikanın üç önemli şartı olduğunu söyleyebiliriz: Birincisi, ülkenin içindeki sorunların kriz boyutuna gelmeden çözümlenebilmesini sağlayacak bir sistemin olması ve dış politikanın iç siyasi emellere alet edilmemesi; ikincisi, dış politikada yetenek ve beklenti dengesinin iyi oturtulması yani ülkenin kapasitesinin tanımlanması ve dış politika alanına yöneltilmesinde gerçekçi olunması; üçüncüsü ise uluslararası sistem ve konjonktürün iyi okunması ve bu uluslararası koşulların yarattığı kısıtlar ve imkanların doğru analiz edilmesi.
İşte bu üçüncü noktayı Münih Güvenlik Konferansı’nda da konuşulan “Westlessness / Batısızlık” üzerinden değerlendirmeye çalışacağım.
Batısızlığın yaşamsal soruları
Bu kavramın Münih Güvenlik Konferansı gibi merkezi bir güvenlik platformunda ele alınması son derece ilginç ve uyarıcı nitelikte. Ancak Batı hakimiyetinin zayıflaması ve Batı sonrası bir düzene geçilmesi ile ilgili düşünceler yeni değil.
1918’de yayınlanan Oswald Spengler’in “Batının Çöküşü” eserini bir yana bırakırsak, yakın tarihte de bu tezi sıklıkla duymaya başladık. Örneğin, Oliver Stuenkel 2016’da yayınlanan kitabında, gücün Batı’dan Asya’ya doğru kaydığı tarihsel bir dönüşüme tanıklık ettiğimizi söylüyor ve Batı’nın artık küresel gündemi belirleme kapasitesini yitirdiğini öne sürüyordu. Stuenkel, Batı hakimiyetinin aslında dünya tarihinde son iki yüzyıla özgü bir istisna olduğunu vurguluyor. Batı merkezli görüşlerin Batılı olmayan kültür ve uygarlıkların insanlığa yaptığı katkıyı görmezden geldiğini ifade ediyor. Stuenkel, Batı sonrası düzenin kaotik olacağına ilişkin genel kanının da temelsiz olduğunu ileri sürüyor ve başta Çin olmak üzere ortaya çıkan güç boşluğunu doldurmaya hevesli ülkelerin olduğunu da hatırlatıyor.
Münih Güvenlik Konferansı raporu da bildiğimiz Batı’nın hem içerden hem dışarıdan karşı çıkışlarla yüz yüze olduğu, Batı’nın bir parçası olmanın ne anlama geldiğine ilişkin ortak anlayışın yitirildiği, Batı dışı güçlerin yükselişi temaları üzerinde duruyor. ‘Batısızlığı’, “Batı’nın süregiden gayesi hakkında giderek artan belirsizlik sebebiyle oluşan yaygın bir rahatsızlık ve huzursuzluk duygusu” olarak tanımlıyor. Yeni güvenlik tehditlerinin de Batı projesinin çürümesinden ayrı düşünülemeyeceği vurgulanıyor. Avrupa ve ABD’nin yeni büyük güç rekabeti çağında ortak bir strateji oluşturup oluşturmayacağının en önemli sorun olduğuna işaret ediyor.
Rapor, “Dünya daha az mı Batılı oluyor?”, “Batı’nın kendisi de mi daha az Batılı hale geliyor?”, “Batı sahneyi diğerlerine bırakırsa bu, dünya için ne anlama gelir?” gibi sorulara yanıt aramaya davet ediyor.
Batı soruyor: Biz kimiz?
Konferansta liderlerce yapılan konuşmalar bu sorulara farklı yanıtlar ve görüşler olduğunu ortaya çıkardı. Aslında sorunun ne olması gerektiğine ilişkin de fikir ayrılıkları vardı.
Federal Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier Konferans’ın temasına yakın bir söylemi gündeme getirdi. Artık “Batı’nın yaptığı “biz” olarak tanımladığı kavramının genel kabul gören ve sorgulanmayan bir konu olmadığına işaret etti. İkinci Dünya Savaşı gibi tarihi olaylardan alınan derslerin kalıcı olmadığını, uluslararası siyasetin giderek artan tahripkâr bir dinamiğe sahne olduğunu vurguladı:
“Her yıl daha barışçı bir dünya yaratmak için uluslararası iş birliği hedefinden daha fazla uzaklaşıyoruz… Sanki ‘herkes kendi bahçesini düzenlesin’ tavrı küresel politika için yeterli olabilecekmiş gibi, en yakın müttefikimiz ABD, mevcut yönetiminin liderliğinde uluslararası topluluk kavramını reddediyor… İnsanlığın gezegendeki yaşam koşullarını geri dönülemez şekilde değiştirebileceği bir çağda yaşayan ilk nesil biziz. Böyle bir zamanda, ulusal kabuklarımıza geri çekilmek bizi çıkmaz bir yola, gerçek anlamda karanlık bir çağa götürür…”
Batı kazandı mı gerçekten?
Steinmeir’in bu uyarısına Konferans’ta yanıt veren ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise Batı’nın gerilediği ve Transatlantik ittifakının dağıldığına ilişkin görüşlerin yanlış olduğunu iddia etti. Batı’nın sunduğu özgürlük, insan hakları, ekonomik refah ve güvenliğe dayalı modelin diğer tüm modellerden daha başarılı olduğunu belirtti. Batı’nın kazandığını öne sürdü. Pompeo, bu yüzden insanların hayatlarını tehlikeye atarak Avrupa’ya göç etmeye çalıştıklarını, okumak için Karakas’a değil, Cambridge’e gittiklerini, St Petersburg’da değil Silikon Vadisi’nde iş yapmaya hevesli olduklarını söyledi: “İttifakımıza ve dostlarımıza güvenmeliyiz. Özgür Batı’nın illiberal alternatiflerine göre daha aydınlık bir geleceği var. Kazanıyoruz ve bunu birlikte yapıyoruz. Tersini söyleyenlere kanmayın”.
ABD Başkanı Donald Trump’ın savunucusu olduğu “Önce Amerika” yaklaşımından çok farklı bir duruş sergileyen Pompeo, Avrupalı müttefiklerinin endişelerini gidermeye ve ittifaka moral vermeye çalışsa da yakın zamanda otomotiv ürünlerinde gümrük tarifelerinin yükseltilmesi tehdidi ile karşılaşan Avrupalılar için bu sözler yeterli olamadı. Batının ana eksenini oluşturan ABD ve Avrupa arasında önemli görüş ayrılıkları ve yeni düzeni algılama farklılıkları olduğu iyice netleşti.
Pompeo’nun söyleminde en fazla dikkat çeken konuysa, ABD Irak’ı işgal etmemiş ya da Afganistan’a müdahale etmemiş gibi Rusya ve Çin’in uluslararası düzene yönelik tehditlerini eleştirmesiydi. Batı dışı aktörlerin pozisyonlarını ve tepkilerini değerlendirmekten uzak bu yaklaşım aslında yeni dünyada geride kalması gereken ve sadece ABD’nin değil diğer güçlerin de benimsemeye devam ettiği ulusalcı ve korumacı bir pozisyonu ortaya koyuyordu.
Batı’nın hikayesi kaldı mı?
Son zamanlarda Avrupa’nın atağa geçmesi ve uyanması gerektiğini birçok konuşmasında vurgulayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ise, Batı’nın zayıfladığına, evrensel değerler olarak görülen değerlerin yerini yeni değerlerin almakta olduğuna dikkat çekti.
Macron 10 yıl içinde Avrupa’nın savunma, güvenlik, iklim değişikliği, komşularla ilişkiler gibi alanlarda kararlı bir etki yapabilecek egemen, birleşik ve demokratik bir stratejik güç olmasını dilediğini anlattı. Stratejik özerkliğe sahip, kendini yenileyebilen, kurallar ve değerlerini koruyabilen bir Avrupa idealini ortaya koyan Macron Avrupa’nın en önemli probleminin gelecek yıllar için yeni bir dinamik oluşturabilecek bir hikayeye sahip olmaması ve kendi geleceğine inanmayı bırakması olduğunu söyledi.
Çözüm çok taraflılıkta mı?
Çin Halk Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Wang Yi ise kalkınmanın paylaşıldığı, uluslararası normlara dayanan, büyük ülkelerin olumlu örnek oluşturduğu ve tüm dünyayı tek bir topluluk olarak gören bir çoktaraflılık anlayışını savundu. Ancak Yi’nin üzerinde durduğu uluslararası normlar BM Şartı’nda da yer alan ulusal egemenliğe saygı, sorunların barışçı çözümü ve iç işlere karışmama ilkesi gibi normlardı.
Batısızlığın Avrupa ve ABD’de bazı çevrelerce paylaşılan bir görüşü yansıttığını söyleyen Wang Yi, Çin’in görüşünü ise şöyle özetledi: “…insan toplumunun küreselleşme çağına girmesi ile Doğu-Batı ve Kuzey-Güney ayrımını aşmalıyız ve ortak gezegenimizi herkes için bir topluluk olarak görmeliyiz. Uluslararası topluluğu tek bir küresel aile olarak görmek için, ideolojik farklılıkların ötesine geçmeli ve tarihsel ve kültürel ayrımları bağdaştırmalıyız”.
Yi’nin bu sözleri tam anlamıyla küresel bir dünyaya yol açabilmesi için Batı hakimiyeti beklentisi ve varsayımından vazgeçilmesi gerektiğini vurguluyor, paylaşılan refah ve ortak değerler için Batı ve Doğu ayrımının artık çağdışı bir kavram haline geldiğinin ayırdına varmamız gerektiğini bizlere hatırlatıyor.
Küreselleşmenin farklı yönleriyle yüz yüze
Küresel dünya farklı yönleri ve cepheleri ile karşımızda. Suriye’de, Yemen’de, Libya’da ve başka yerlerde bir türlü bitmeyen çatışmalar, giderek sayıları artan mülteciler, iklim değişikliğinin etkisi ile değişen çevre, Coronavirüsü gibi insanları evlerine hapseden epidemikler, popülist liderler, aşırı sağ ve ırkçılığın yükselmesi, ticaret savaşları, ABD’nin INF Anlaşması’ndan çekilmesi gibi nükleer silahların kullanımına ilişkin tehditler, Uygur Türklerine uygulanan baskı gibi insan hakları sorunları…
Öte yandan ortalama insan ömrünün uzamasını sağlayan tıbbi gelişmeler, elektrikli araçlar, yapay zeka ve robotik üretim, bazı ülkelerde günde 6 saat ve 4 günlük çalışma sistemine geçilmesi, üç boyutlu yazıcılar, anlık iletişim imkanı veren dijital teknolojiler, plastik yiyen bakterilerin keşfedilmesi, Mars’a ilk insanlı seferin planlanması, yapay et ve dikey tarım projeleri….
Yeni çağ iyi ve kötü yanları ile geldi bile. Bu çağın küresel sorunlarına küresel çözümler getiren bir sisteme ihtiyaç var. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan sistemin bu ihtiyaçlara cevap veremediği görülüyor. Dolayısıyla küresel dünya düzenine ilişkin sorunları bir Batı-Doğu meselesi olarak görmek yerine tüm dünyanın çoktaraflı olarak, yükselen güçleri de içine alacak şekilde çözmesi gereken konular olarak görmek gerekiyor. Ancak bunu yapabilmek için de yeni bir kurumsal mimariye ihtiyaç olduğu açık.
Yine vurgulaması gereken bir nokta da şu: Kuralsız olarak görülen bu yeni dünya düzeni veya düzensizliğinde adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları ve demokrasi gibi değerlerin hâlâ önemini korumasının yanında, bu değerlerin korunması ve saygı görmesine yönelik mücadele şiddetlenerek devam ediyor. Bu mücadeleye bir de çok önemli bir alan da eklenmiş durumda: Gezegenimizin iklim, doğası, türleri ve kültürel mirası ile korunması ve bizden sonraki nesillere yaşanabilir bir gezegen bırakma sorumluluğu.
Twitter’dan takip edin: @kaliko7466
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 24 Şubat 2020’de yayımlanmıştır.[/et_pb_text][/et_pb_column][/et_pb_row][/et_pb_section]