Kimilerinin aşina olduğu anekdottur. Bir adam, önünde kristal bir küre ile gelecekten vereceği haberler için para ödemeye hazır müşterilerini bekleyen falcının karşısına oturur ve sorar: “Sen ne iş yapıyorsun?”, falcı yanıtlar, “Geleceği görüyorum.” Adam bunun üzerine falcıya bir tokat atar. Hazırlıksız yakalanan falcının şaşkınlığına bakarak “Ama bunu göremedin” der. COVID-19 virüsü ortaya bir post-korona kâhinleri topluluğu çıkardı. Bu topluluk matematik temellerinin nereye dayandığı belli olmayan fikirlerini 24 saat kesintisiz bir biçimde her tür iletişim mecrasında yayıyor.
Kehanetleri iki ana başlık altında toplanıyor. İlki, “yeni normal” adı altında dolaşıma sokulan, metropollerde nasıl yaşayacağımıza dair kriterlerden oluşuyor. İkincisi ise uluslararası ilişkiler, siyaset ve ekonominin nasıl tanzim edileceğine dair kerameti kendinden menkul fikirler.
Yeni normal öngörüleri matematikle ne kadar örtüşüyor?
Salgının ardından metropollerdeki hayatı tanımlamak için icat edilen “yeni normal”, COVID-19 ile tanıştığımız “sosyal mesafe” kavramı üzerinde şekillenecek. Beklenti, toplu taşıma araçlarından AVM’lere, okullardan iş yerlerine kadar her alanın “sosyal mesafe” kavramı üzerinden yeniden tanımlanması. “Yeni normal”in nirengi noktası olarak kabul ettiği ve en az 2022 yılına kadar muhafaza edilmesi gerektiği anlaşılan “sosyal mesafe”nin gerek Türkiye’de gerek dünyada uygulanabilir olup olmadığını ise şimdilik irdeleyen yok.
Birleşmiş Milletler’in (BM) 2020 tahminleri dünyada 7 milyar 800 milyon kişinin yaşadığı yönünde. Buna Dünya Bankası’nın 2017’de kamuoyuna açıkladığı “Kalkınma için Kimlik Saptama (Identification for Development) programı kapsamında hazırlanan rapordaki 1 milyar 100 milyon insanın gezegenimiz üzerinde hiçbir kaydı ve kimliği olmadan yaşadığı tespiti dâhil mi bilemiyorum. Eğer BM’nin öngörüsü kimliksiz olarak yaşamını idame ettirenleri kapsamıyorsa şu anda dünya nüfusunun 9 milyar civarında olduğunu söyleyebiliriz.
Salgının çıkış noktası olarak gösterilen Çin’in Wuhan kentinin merkezinde kilometre kareye (km²) 60 ile 90 bin kişi düşen bölgeler bulunuyor. Türkiye’deki COVID-19 vakalarından tespit edilebilenlerin yüzde 60’ının bulunduğu İstanbul’da km²’ye düşen insan sayısı 2019 verilerine göre 2 bin 841. Bu kentin en küçük ilçesi olan 7 km²’lik Güngören’de km²’ye düşen insan sayısı 41 bin 348. İstanbul’un bir diğer kalabalık ilçesi Gaziosmanpaşa’da ise bu sayı 40 bin 996.
Dünyanın pek çok ülkesinde de durum çok farklı değil. Hindistan’ın en az 15 kentinde km²’ye düşen insan sayısı 20 binin üzerinde. Paris, Atina gibi kentlerinin bazı bölgelerinde de bu rakam yine 20 binin üzerinde. COVID-19 virüsü kaynaklı can kayıplarında kent olarak tek başına ülkeleri geride bırakan New York’un nüfusu 8 milyon 300 binin üzerinde. İran’ın başkenti Tahran’ın nüfusu ise 9 milyondan fazla. İstanbul dahil tüm bu kentlerdeki mevcut nüfus ve yerleşim yapısı sabit kaldığı sürece, ekonomi ile sosyal yaşamı salgın öncesi düzeyine döndürecek bir sosyal mesafenin yani “yeni normal”in nasıl tesis edilebileceğinin cevabı verilebilmiş değil. Dükkanına sınırlı sayıda müşteri almak zorunda kalacak olan berberin kirasını nasıl karşılayacağının ya da geçmişe oranla yarı sayıda öğrenci taşıyacak servis şoförünün aracının vergisini nasıl ödeyeceğinin yanıtını verebilen “salgın kahinlerine” henüz rastlanmış değil. Dayattıkları alışveriş ve yaşam kültürleri işlevsiz kalacak AVM’leri salgına davetiye çıkaran bu mimari tasarımlarıyla “yeni normalin” içerisinde nasıl ve neden sırtımızda taşımamız gerektiğini yanıtlayan bir kahinlik de görmüş değiliz. “Yeni normal”e ulaşma gayretinin bir iyi niyetin eseri olduğu şüphesiz. Ancak matematik temeli olmayan bu iyi niyetin yolunda tökezlemesine neden olacak taşların sayısı da bir hayli fazla.
Aşı bulunsa da herkese yeter mi?
“Yeni normal” kahinlerini dermansız bırakacak bir diğer konu ise aşı meselesi. İyi niyetli beklentiler aşının 2021’in ocak ayında insanlarda kullanılabileceği yönünde. Peki varsayılan bu tarihte hazır olacağını umduğumuz bu aşının tüm dünyayı güvenli kılması için gereken süre nedir?
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), komplo teorilerinden beslenenlerin düşündüğünden farklı olarak, 1990’ların ikinci yarısından itibaren Uzak Doğu’daki hayvan pazarlarından kaynaklanan virüs salgınlarına karşı çalışmalar başlatmıştı. 2003’teki SARS tecrübesi sonrası dünyanın bugünkü gibi bir salgını yaşamasının kaçınılmaz olduğuna dair veriler netleşti. 2006’da Influenza Aşıları İçin Küresel Eylem Planı (The Global Action Plan for Inflenza Vaccines) yürürlüğe kondu. 2013 verilerine göre dünyada mevsimsel grip vakalarına karşı yılda 1,5 milyar doz aşı üretiliyordu. 2015’te küresel bir salgına karşı üretilecek doz miktarının 6 milyar 400 milyon adet olması öngörülüyordu. Kısacası 2021 yılında bir aşı bulunduğunda tüm dünya nüfusunu aşılamak için gereken dozun mevcut kapasite ile üretilmesi “belki” mümkün olabilecek. Üretilen aşının dünyanın her yerine ulaştırılması ve küresel olarak güvenliğin tam olarak sağlanmasının ise 2022 yılı sona erdiğinde dahi söylemek mümkün olmayabilir.
Tek başına nüfus meselesi, çarpık kentleşme ve aşı üretim kapasitesi ile karşı karşıya geldiğinde “yeni normal” kahinlerinin öngörülerinin gerçekleşmesini imkansız kılacak sonuçlar içeriyor.
Üstelik virüse dair temel sorular bildiğimiz kadarıyla 4 aydır yanıtlanamadı. Virüsün kaynağı, bulaşma yolları, mutasyona uğrayıp uğramayacağı, ikinci bir dalganın yaşanıp yaşanmayacağı hâlâ bilinmezler hanesinde. “Yeni normal”i yaşamanın yollarını aramak yerine, bugüne kadar dünya üzerinde hiçbir salgının 2 yıldan daha uzun sürmediği bilgisine sarılarak hayatta kalmaya çalışmak belki de daha gerçekçi olacak.
Artık bütün kuğular siyah
Salgın sonrası kehanetlerinin ikinci ana başlığını ise beraberinde getireceği umulan küresel düzendeki değişiklikler ve jeopolitik sarsıntılar oluşturuyor. Bu beklentiler, ülkelerin salgınla mücadele kabiliyetlerine bağlı olarak otoriter yönetimlerin yaygınlaşması, başarısız devletlerinin sayısının artması, neo-liberal düzenin son bulması olarak sıralanabilir.
ABD-Çin arasındaki çatışmanın şiddetlenmesi, BM başta olmak üzere Avrupa Birliği, DSÖ gibi uluslararası kurumların ve iş birliği yapılarının sorgulanır hale gelmesi hatta belki de ortadan kalkması da yine salgın kahinlerinin kaçınılmaz sonuçlar listelerinde üst sıralarda. Kahinlerin, kaosla yaşama gerçeğini kabul etmek yerine, salgının öngörülemeyen yan etkilerini hesaba katmadan kaosa şekil vermek gayreti içerisinde olduklarını henüz şubat ayında edinilmiş bir tecrübe ile değerlendirebiliriz.
Tarih 14 Şubat 2020
Yer: Münih
Küresel jeopolitik gidişatın nabzını tutmak isteyenlerin izlediği en önemli uluslararası organizasyonlardan biri olan 56. Münih Güvenlik Konferansı için 30’dan fazla ülkenin devlet ve hükümet başkanları ya da dışişleri ve savunma bakanları bir arada.
Konferansın açılışından yaklaşık 15 gün önce DSÖ artık COVID-19 virüsünün küresel bir salgına dönüştüğünü kabul etmiş; ABD, Rusya, İsveç ve İspanya ilk vakalarını bildirmiş. Konferanstan 1 hafta önce Asya Kalkınma Bankası, Asya-Pasifik bölgesi ülkelerinin sağlık sistemlerini desteklemek için 2 milyon dolarlık fon sağlıyor. Münih’teki konferans başlamadan önce Çin’de teyit edilen vaka sayısı 14 bin 840’a ulaşıyor. 15 gün sonra salgının İspanya ve İtalya’da ulaşacağı boyut tüm dünya ekonomisini felce uğratmaya hazırlanırken konu Münih’te neredeyse hiç gündeme gelmiyordu. Nitekim bu rahatlık, DSÖ Genel Direktörü Dr. Tedros Ghebreyesus’un konuşmasında da kendisini gösteriyordu. Ghebreyesus, 15 Şubat’ta Münih’teki konuşmasına, 2 gün önce ziyaret ettiği Kongo’da Ebola salgını ile yürütülen mücadeleye dair gözlemleri ile başlıyordu. Sözü COVID-19’a getirdiğinde ise Çin dışında yalnız 505 vaka görüldüğünü belirterek, Pekin yönetiminin salgının dünya çapında yayılmasını engelleyen çalışmalarını övüyordu. Ghebreyesus’un bu konuşma metni, eğer ABD Başkanı Donald Trump Çin’den 160 milyar dolar tazminat talep etmekte ciddi ise yürütülecek soruşturmanın dosyasında hak ettiği yeri bulacaktır.
Münih’te, meselenin Çin ile sınırlı olduğuna dair havanın hâkim kılınması, uluslararası toplumun basiretinin ne ölçüde bağlandığının da yansımasıydı. Vizyonlarının elle tutulur gözle görülür tehditleri konuşmakla sınırlı olduğu anlaşılan konferans katılımcıları, bu halleriyle Avustralya’yı keşfedene kadar kuğuların sadece beyaz olabileceğini varsayan, ancak yeni kıtada siyah bir kuğu ile karşılaşınca ellerindeki bilgiler iskambil kağıtlarından şatolar misali çöken bilim insanlarına benzediler. Turizm, hizmet, otomotiv ve enerji sektörleri, salgının öngörülmeyen yan etkileri ile hızla felç oldu. Münih’te burnunun ucunu da, yaklaşan tehdidi de göremeyen stratejik miyopluk, her bir ülkeyi salgınla tek başına mücadele eden bir bataklığa çekti.
Şimdi sorulması gereken soru şu olabilir: Vizyondan bu derece yoksun karar vericiler tarafından idare edilmekte olan küresel ve siyasi sistemin nereye evrileceğine dair tahminde bulunabilir miyiz?
Japonya ve Almanya gibi ülkelerin salgının etkilerinin sona ermesi için 2023’e kadar beklemek gerektiğini dile getirdikleri, Lufthansa gibi bir havacılık devinin de normale dönüş için 2023’ü işaret ettiği konjonktürde bugünün kehanetleri ile büyük değişimlere yatırım yapmak mümkün görünmüyor.
Henüz petrol arz ve talep dengesinin yaz mevsiminin ardından çizeceği tablo ve yaz mevsimindeki hasadın ardından gıda güvenliği açısından ülkelerin ortaya koyacakları profilin belirsizliği de günümüz analistlerinin öngörülerinin kehanetten öteye gitmemesi ihtimalini güçlendiriyor.
Salgının tükettiği ya da akamete uğrattığı ekonomik kaynakların, Türkiye açısından buna turizm sektörünü örnek verebiliriz, ne şekilde ikame edileceği, toplumların bu kayıplar karşısındaki refleksleri ve tasarruf kabiliyetleri, 2021 yılını aşmak için aşıdan da önemli olacaktır.
Tarih bugüne ışık tutar mı?
Küresel felaketlerin dolaylı etkilerinin, felaketin kendisinin verdiği zararın boyutunu nasıl aşabileceğini, sonuçlara dair kehanetlerde bulunmanın neden mümkün olmadığını daha iyi idrak edebilmek için bu kez de tarihe başvuralım ve 541-544 yılları arasında görülen, 50 milyon kişinin canına mal olan tarihteki ilk pandemi sayılan veba salgınına gidelim.
Salgın, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu yıkıma uğratmakla kalmadı, Akdeniz ve İran Körfezi havzasını da sosyo-ekonomik olarak çökertmişti. Tarihçilerin yaptığı araştırmalar 536 ve 539 yıllarında El Salvador ve İzlanda’da eş zamanlı olarak faaliyete geçen iki volkanın bu veba salgınının esas faili olduğunu ortaya koymuştu. İki volkandan püsküren tonlarca kül Asya, Avrupa ve Ortadoğu üzerinde en az 18 ay boyunca gökyüzünü kaplayarak bu bölgelerin güneş ışığı almasını engellemiş, kuraklık baş göstermiş, tarlalardaki mahsulün çürümesine neden olmuştu. Kuzey yarım küredeki kıtlık yalnızca insanları değil hayvan topluluklarını da etkilerken Çin’deki fareler yiyecek bulmak umuduyla, üzerlerindeki veba mikrobu taşıyıcısı Xenopsylla cheopis pireleriyle batıya yolculuklarına başladılar. Mısır’dan yola çıkan tahıl yüklü gemilerle Bizans’ın başkenti Konstantinopolis’e ulaşan vebalı taşıyıcısı fareler, salgını günde 5 bin kişinin ölümüne yol açacak boyuta yaymıştı.
Buradan çıkan ders belli; salgınların küresel çaptaki etkileşimler zinciri neticesinde ortaya çıkan dolaylı etkileri şüphesiz demografik düzeyde ağır faturalar ortaya koymuştur. Ancak beraberlerinde keskin değişimler beklemek ve sonuçlarına dair kehanete varan öngörüler ortaya koymak bin 500 yıldır mümkün olmamıştır.
Twitter: @601sokak
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.