21. yüzyılın en belirleyici mücadelelerinden biri enerji üzerinden şekilleniyor. İklim krizinin giderek derinleşmesi, devletleri yalnızca çevre politikalarını değil, aynı zamanda ekonomik ve jeopolitik konumlarını yeniden düşünmeye zorluyor. Karbon salınımını azaltma gündemi sadece piyasaları veya sanayi politikalarını yeniden düzenlemekle ilgili değil, aslında yeni bir jeopolitik düzenin şekillendiği bir dönüm noktası. Enerji üretiminde dönüşüm, küresel ittifakları yeniden belirleyecek ve fosil yakıtlara dayalı eski düzenin sert direnişine yol açacak yeni bir eko-ideolojik Soğuk Savaş’ın merkezine oturacak. Bu jeopolitik mücadelenin ana ekseni, 20. yüzyılın liberalizm ve otoriterlik arasındaki çatışması olmayacak. Bunun yerine, modern sanayi toplumunun metabolik temeli üzerine bir mücadele yaşanacak.
Bugün Çin’in hızla kurduğu yeşil sanayi altyapısı, sadece bir ekonomik atılım değil, aynı zamanda yeni bir jeopolitik koz. Avrupa’nın enerji bağımsızlığı arayışıyla bu yükseliş birleştiğinde, ortaya güçlü bir ‘yeşil blok’ çıkıyor. Buna karşılık Amerika, Rusya ve Suudi Arabistan gibi fosil yakıtlardan beslenen ülkeler, enerji sistemindeki bu değişimi varoluşsal bir tehdit olarak görüyorlar. Onların gözünde yeşil dönüşüm, sadece karbon emisyonlarını azaltma girişimi değil, ulusal egemenliklerini, ekonomik üstünlüklerini ve küresel rollerini sarsacak bir hamle.
Jeopolitika alanında etkili düşünce kuruluşlarından biri olan Berggruen Enstitüsü’nün başkanı ve tarihçi Nils Gilman, Foreign Policy internet sitesinde yayımlanan yazısında, küresel enerji dönüşümünün yeni bir ‘ekolojik soğuk savaş’ı tetiklediğini savunuyor. Gilman’a göre Çin ve Avrupa, yeşil teknolojiler ve yenilenebilir enerji yatırımlarıyla karbon sonrası dünyanın liderliğine hazırlanırken, Amerika, Rusya ve Suudi Arabistan gibi fosil yakıtlara dayalı ekonomiler bu süreci ulusal çıkarlarına yönelik varoluşsal bir tehdit olarak görüyor. Çin’in ‘yeşil otoriterlik’ modeliyle küresel tedarik zincirinde hâkimiyet kurduğunu, Avrupa’nın enerji bağımsızlığı arayışıyla bu yükselişin örtüştüğünü ve buna karşılık petro-devletlerin kendi bloklarını inşa etmeye başladığını vurgulayan Gilman, 21. yüzyılın asıl mücadelesinin demokrasi–otokrasi ekseninde değil, ekolojik modernleşmeyi zorunlu görenlerle fosil yakıt egemenliğini korumaya çalışanlar arasında yaşanacağını ileri sürüyor.
Yazıdan öne çıkan bazı bölümleri aktarıyoruz:
“Küresel ısınmayı, on yıl önce Paris Anlaşması’nda belirlenen 2 santigrat derece hedefiyle sınırlayacaksak, küresel enerji sisteminin yüzyıl ortasına kadar köklü bir dönüşümden geçmesi şart. Bu eşik, iklim bilimciler, ekonomistler ve politika yapıcılar tarafından tehlikeli ve geri dönülemez iklim etkilerinin riskinin keskin bir şekilde arttığı nokta olarak görülüyor.
Bu dönüşümün merkezinde, çoğunlukla yenilenebilir enerjiyle elektrifikasyon yatıyor. 2050 yılına kadar elektrik üretimi iki kattan fazla artmalı ve bunun %90’ı sıfır karbonlu kaynaklardan gelmeli. Bu da, yaklaşık %70’inin sadece güneş ve rüzgardan sağlanması demek. Bu hedef, on yıl boyunca her gün dünyanın en büyük güneş parkına eşdeğer bir enerji altyapısı inşa etmeyi gerektiriyor. Tüm bunların temelinde, fosil yakıtlarda kontrollü bir düşüş zorunluluğu var. Yeni petrol ve gaz sahaları açılmamalı, yeni kömür madenleri kurulmamalı. Kömür tüketimi %90, petrol %75 ve gaz tüketimi yarıdan fazla düşürülmeli. Bu ölçek ve kapsamdaki bir dönüşüm, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir şey. Belki tek istisna, Çin’in son yarım yüzyılda gerçekleştirdiği ekonomik dönüşüm.
Çin’in ‘mucizesi’ sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasi bir projeydi. Dünyanın gördüğü en başarılı otoriter kalkınma modeli ortaya çıkmıştı. Ama bu olağanüstü yükseliş büyük bir bedel getirdi. 2007’de Çin, Amerika’yı geçerek en fazla karbondioksit salan ülke oldu. Ekonomik mucize, giderek ekolojik bir felakete dönüşüyordu. İşte bu krizden Çin’in ‘yeşil dönüşümü’ doğdu. Çin, karbon sonrası dünyayı şekillendirecek başlıca güç olmak için hazırlanıyor. Hem de ‘yeşil otoriterlik‘ adı verilebilecek bir modelle.
Yeşil teknolojilerde öne geçmek, Çin’e yeni bir jeopolitik güç kazandıracaktı. Çin’in bu alandaki yönelişi hızlı ve kararlı oldu. Yenilenebilir enerjiye, elektrikli araçlara, bataryalara ve bunları besleyen maden zincirlerine dev yatırımlar yapıldı. Dünyadaki güneş panellerinin %80’inden fazlasını, lityum-iyon bataryaların %70’ten fazlasını üretiyor. Lityum, kobalt ve nadir toprak elementleri gibi kritik minerallerin işlenmesinde de açık üstünlüğe sahip.
Çin, dünyanın en büyük elektrikli araç filosuna ve en yaygın hızlı tren ağına sahip. Elektrikli otobüslerde de lider. 2030’dan önce karbon emisyonlarını zirveye çıkarmayı, 2060’a kadar da sıfırlamayı hedefliyor. Rüzgâr enerjisi, elektrikli otobüsler ve hızlı trenlerde de rakipsiz durumda. Bu yükseliş, Batı’nın ‘adil olmayan’ olarak gördüğü zorunlu teknoloji transferi, fikri mülkiyet hırsızlığı, sübvansiyonlu satışlar gibi bazı yöntemlerle de mümkün oldu. Çin son yirmi yılda, dünyanın en büyük çevre kirleticisiyken yeşil teknolojilerde küresel liderliğe yükseldi. Bunu da daha demokratik ya da piyasa odaklı hale gelerek değil, otoriter kalkınma modelinin sunduğu avantajlarla başardı.
Çin, küresel yeşil ekonomide en kritik noktaları elinde tutuyor. Bu sadece ekonomik değil, aynı zamanda jeopolitik bir güç. 20. yüzyılda OPEC’in petrol üzerindeki hâkimiyeti nasıl bir nüfuz sağladıysa, Çin’in yeşil enerji tedarik zincirindeki kontrolü de 21. yüzyılda ona benzer bir avantaj veriyor. İşte bu nedenle Çin ile Avrupa arasında bir ‘yeşil uzlaşma’ olasılığından söz etmek mümkün. İnsan hakları gibi konularda iki taraf farklı dünyalarda olsa da, onları aynı noktada buluşturan ortak çıkarlar var. Çin ve AB, dünyanın en büyük petrol ithalatçıları ve bu yüzden yenilenebilir enerji teknolojilerini en hızlı geliştiren ve uygulayan aktörler haline geldiler.
Bu durum jeopolitik sonuçlar doğuruyor. Rus gazına bağımlılığın bedelini ağır ödeyen Avrupa, şimdi de giderek daha agresifleşen Amerika‘dan doğal gaz almak zorunda kalma ihtimaliyle yüzleşiyor. Bu tablo, enerji bağımsızlığını Avrupa için stratejik bir zorunluluk haline getiriyor. Çin’in güneş, rüzgâr ve batarya üretimindeki eşsiz üstünlüğü ise, Avrupa ile Çin arasında tedarik zinciri ortaklığı için güçlü bir temel oluşturuyor. Böylece Avrupa, hem kritik teknolojilere hem de hammaddelere güvenli erişim sağlayabilir.
Eğer bir yakınlaşma olursa, bu ideolojik değil, tamamen pragmatik olacak. Avrupa güçlü pazarlarını ve çevre politikalarına bağlılığını ortaya koyacak, Çin ise üretim gücüyle katkı verecek. 20. yüzyılın demokrasi–otokrasi ayrımları açısından bakıldığında uyumsuz görünebilir. Ama 21. yüzyılın asıl tartışması, hangi yönetim modelinin refah getirdiği değil, gezegenin karşı karşıya olduğu sorunların nasıl çözüleceği. Bu açıdan bakıldığında Çin–Avrupa eksenli bir yeşil işbirliği çok daha mantıklı görünüyor.
Çin’in teknolojik gücüyle hızlanan yeşil dönüşüm karşısında, başka bir blok şekillenmeye başladı. Bu blok ne demokrasiye ne de insan haklarına yaslanıyor; dayanağı, fosil yakıtların çıkarılması ve siyasal ağırlığı. Bir ‘petro-devletler ekseni’: Başta Amerika, Rusya ve Suudi Arabistan olmak üzere ekonomisi, jeopolitik gücü ve ulusal kimlik anlatısı fosil yakıtlara bağlı ülkeler. Bu ülkeler karbon azaltma gündemini teknik bir sorun değil, direnilmesi gereken varoluşsal bir tehdit olarak görüyorlar.
İlk bakışta bu ülkeler birbirinden farklı görünüyorlar. Trump sonrası Amerika hâlâ kâğıt üzerinde demokratik, Rusya Sovyet sonrası otokrasi, Suudi Arabistan ise neredeyse mutlak monarşi. Ama onları asıl birleştiren şey rejim biçimleri değil; çevresel sınırlamaları ulusal kimlik, ekonomik çıkar ve medeniyet gururunun önüne koymayı reddeden ortak bir anlayış. İklim politikalarının ekonomi ya da siyaseti yeniden şekillendirmesini kabul etmiyorlar. Böylece yalnızca ekonomik değil, etnonasyonalizm, enerji üstünlüğü ve geçmişe özlem üzerine kurulu gerici bir ideolojik blok da inşa ediyorlar.
Bir yıl önce Amerika’nın bu eksende sayılması tuhaf görünebilirdi. Biden yönetimi 2050’ye kadar net sıfır hedefi açıklamış, hatta Amerika tarihinin en iddialı iklim yasası olan Enflasyon Düşürme Yasası’nı çıkarmıştı. Ama bu politikaların altında temel bir çelişki yatıyordu: Amerika, dünyanın en büyük petrol ve gaz üreticisi. Ve küresel fosil yakıt üretiminin istikrarı, geçmişte olduğu gibi bugün de Washington’un jeopolitik stratejisinin temel direklerinden biri.
Donald Trump’ın geçen yıl ikinci kez seçilmesi, Amerika’nın enerji politikasında ciddi bir dönemeç oldu. Yeni yönetim ise açıkça ‘fosil yakıt dışında seçenek yok‘ yaklaşımını benimsedi. Rusya için fosil yakıtlar sadece ekonomik bir gelir kapısı değil, aynı zamanda jeopolitik gücünün ve kimliğinin temel taşı. Petrol ve gaz gelirleri Kremlin’in iç politikadaki ağlarını ve dışarıdaki müdahalelerini besliyor. Enerji ihracatı Moskova’ya Avrupa üzerinde baskı kurma ve küresel güneyde nüfuz sağlıyor.
Yeşil dönüşüm, Rusya için sadece çevreyle ilgili değil; aynı zamanda ekonomik varlıklarını değersizleştirme, devlet bütçesini daraltma ve yeni teknolojik zincirlerin dışında bırakma riski taşıyor. Bu yüzden Moskova açısından, Trump yönetimiyle birlikte süreci yavaşlatmak ya da durdurmak ortak çıkarların bir gereği. Suudi Arabistan da benzer bir durumda. ‘Vizyon 2030’ ve yenilenebilir yatırımlar konuşulsa da, krallık petrolden vazgeçmek yerine üretimi artırmayı ve diğer üreticiler geri çekildikçe pazar payını büyütmeyi hedefliyor. Asıl amaç fosil yakıtlardan çıkmak değil; arz daraldıkça onları tekeline almak.
Hanedan, petrol gelirlerini hem iç düzeni korumak hem de dışarıda nüfuz sağlamak için kullanıyor. Suudi petro-otoriterliği, milliyetçilikle petrol zenginliğini birleştiren hanedan temelli bir yapıya dayanıyor; geçmişte etkin olan dini otoriteler ise geri plana itilmiş durumda. Riyad da Rusya gibi iklim politikalarını küresel bir sorumluluk değil, egemenliğine müdahale olarak görüyor. Yeşil dönüşümü ise doğrudan varoluşsal bir tehdit olarak algılıyor. Bu yüzden OPEC+ içindeki gücünü ve uluslararası iklim platformlarını kullanarak iddialı hedefleri baltalıyor, fosilden çıkış söylemlerini yumuşatıyor.
Trump, Putin ve Suud rejimlerini birleştiren şey yönetim biçimleri değil; fosil yakıt egemenliğinden aldıkları güç. Diğer ülkelerin fosile bağımlı kalmasını istiyorlar çünkü bu, onlara jeopolitik koz sağlıyor. Stratejileri, fosil yakıt destekli milliyetçilik üzerinden geçmişteki ihtişamı yeniden canlandırma arzusuna dayanıyor. Bu rejimler, karbon yoğun ekonomilere sahip başka ülkelerle de ittifak kurarak yeni yeşil düzene karşı bloklar oluşturacak.
Bu ülkeler için, net-sıfır vizyonu, hele ki Çin ve Avrupa’nın önderliğinde gerçekleşirse ekonomik ve siyasi bir savaş anlamına geliyor. Bunun karşılığında pasif bir geri çekilme değil, aktif bir direnç beklenmeli; hatta bu direnç sıcak çatışmalara kadar uzanabilir. Enerji piyasalarını silah haline getirmeleri, kaynak zengini bölgelerde kriz çıkarmaları, yeşil altyapılara siber saldırılar düzenlemeleri ve iklimle ilgili dezenformasyonu yaymaları şaşırtıcı olmaz. Üstelik geliştirecekleri ideolojik karşı söylem sadece yeşil teknolojiyi küçümsemekle kalmayacak; karbon azaltımını sömürgecilikle özdeşleştirerek, yeşil dönüşümü Çin’in küresel hiyerarşileri pekiştirmek ve ulusal egemenlikleri zayıflatmak için kullandığı bir proje gibi yansıtacak.
Yeni soğuk savaşta taraf seçmek sadece ideolojiye indirgenmeyecek; ülkelerin altyapılarını, hatta bilişim sistemlerini belirleyecek. Çin-Avrupa eksenine katılmak, büyük ihtimalle Çin teknolojisine dayalı bir dijital altyapıyı da benimsemek demek olacak. Amerika’nın kendi altyapı kapasitesini nasıl kullanacağına bağlı olarak bu tercihler kimi ülkeler için fırsat, kimileri için yük olabilir.
‘Demokrasiler ittifakı’ çoktan çöktü; Trump’ın geri dönüşüyle sahneden tamamen silindi. Yeni dönemde ayrım demokrasiyle otokrasi arasında değil. Hem petro-devlet ekseni hem de Çin modeli açıkça otoriter aktörler içeriyor. Asıl ayrım, ekolojik modernleşmeyi gezegenin yaşanabilirliği için zorunlu görenlerle, karbon azaltımını kendi yaşam tarzlarına tehdit sayanlar arasında. Gelecek ya ileriye bakan, yeşil ve gezegen ölçeğinde cesur bir vizyonun ürünü olacak ya da geçmişe saplanıp kalmış, karbon bağımlı ve dar ulusalcılığın elinde şekillenecek.”
Bu yazı ilk kez 6 Eylül 2025’te yayımlanmıştır.
