“Çocuk” dediğimizde genellikle iki temel anlayış onu tanımlamak için kendini ortaya koyar: biri zaten bildiğimiz ve hep bildiğimizi düşündüğümüz “çocuk bizimdir ve o bir hamurdur. İşte bu yüzden onu biz biçimlendiririz.” cümlesinde anlam bulan bakış açısıdır; diğeri ise yüzyıllar süren insan olma mücadelesinde hem kadının hem de çocuğun elde ettiği zaferin tanımıdır: “Çocuk yetişkinlerin nesnesi değil, hayatın öznesidir”
İşte bunu söyleyebilmek oldukça uzun sürmüş bir yolculuktur. Ama sakın ola bu yolculuğun bittiğini ve onlar ermiş muradına gibi bir fantazyanın ortaya çıktığını sanmayın. Sosyolojinin doğasında bu hiçbir zaman olmamıştır. Fantazya travmaya; ütopya distopyaya evrilivermiştir çoğu zaman.
Çocuk, Antik Çağ’da anlam taşıyan, bir değeri olan varlık değildir. Sevilmeyi bile hak etmez. Severseniz sonra üzülürsünüz, çünkü çocuk bir süre sonra salgın hastalıktan, katliamlardan, doğa felaketlerinden, kıtlıktan ölüp gidecektir. Mitolojideki tanrılar bile bundan ayrı tutulamaz. Zeus’un nasıl hayatta kaldığını sanıyorsunuz. Gaia, Rhea’ya onu babasından saklamasını söylemeseydi çoktan onun midesinde yok olup gidecekti.
Ortaçağ’da ise çocuğun adı bile geçmez. Nefret edilen bir varlıktır. Azizlerin çoğu çocukluğu aşağılar ve ondan kurtulmak gerektiğini söylerler. Kurtulmak için de çocuğa öyle bir şiddet uygulanır ki…
Gelenekler ve sözlü kültür
Bu uygulanan şiddetle varılmak istenen hedef, çocuğu içindeki çocuktan ya da şeytandan kurtarmaktır.
Bütün bu süreçte feodal toplumların çocuğa yaklaşımını ele aldığımızda feodalite çocuğu tanımsız bırakmıştır. Onu, doğanın ve hayatın içine salıvermiş ve çocuğun, çevresel etkenlerle biçimlenmesini sağlamaya çalışmıştır. Gelenekler ve sözlü kültür onun biçimlendiricisi olmuştur.
Ardından modernite gelir. Gelişi öyle kolay olmamıştır. O süreçte de çocuk oldukça zorluklar yaşamıştır. Modern köleliğin ortaya çıkışı, sömürge imparatorlukları kurma sevdası, savaşlar onu çok da rahat bırakmamıştır.
Ama bu arada kentleşme ve sanayileşme toplumsal değişimler yaratmış ve Fransız İhtilali’nin de etkisiyle yeni bir toplum yapısına doğru evrilen bir dönem başlamıştır. Ulus devletlerin ortaya çıkışıyla, bu devletler yurttaşa gereksinme duymuş; bunu karşılamak ve yurttaş yetiştirmek için çocuk edebiyatı boşluğunu fark etmişler ve bu farkındalık çocuk edebiyatını gerekli kılmış ve sonunda bu edebiyat alanı ortaya çıkmıştır.
Çocuk edebiyatı bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır. Edebiyatın doğal akışı belirlememiştir bu süreci. Tam da bu nedenle bu alan hep müdahale edilen bir alan olarak varlığını sürdürmüştür. Toplumsal yapı ya da sistem hep ondan ideal bir figür yaratmasını talep etmiş ve yayın dünyası (yazar, çizer, yayıncı) buna teslim olduğu sürece varlığını sürdürmüş; ters düştüğü durumlarda ya baskı ve denetim ya da sansür ile kuşatma altında tutulmuş. Bu sürecin en büyük destekçileri de ebevenyler ve eğitimciler olmuş.
Çocuk edebiyatını denetleyip damgalarsak ne olur?
İlginç olan, hatta dehşet verici olan kitabın üstüne “uygundur”, “tavsiye olunur” türünde damga vurmaktır. Çocuğa hangi kitabın yararlı yahut zararlı olacağını bir damga belirleyebilir mi hiç?
İtiraf edeyim ki, bu damgayı ilk gördüğümde çok şaşırmıştım. O kitabı basan yayınevinin sorumlularına, “Niye bu yolu tercih ettiniz?” diye sorduğumda ise aldığım yanıt çok anlamlı ve çarpıcıydı: “Kitap satışlarına ciddi katkı sağlıyor!”
Bunun sorgulama ve eleştiri kültürü geliştirip daha güçlü denetleyenler oluşturmak ve hem yazarı hem de yayıncıyı sorumluluklarının bilincine vardırmak, yanı sıra ebeveyn ve eğitimcinin alana dönük bakış açılarını güçlendirmek yerine, onları da kolaycılığa itecek ve sonunda bütüncül bir teslimiyetin ortaya çıkmasına neden olacak bu süreci oluşturmaya yol açmasını kolaylaştırmak ne denli doğru olabilirdi ki?
Öncelikle şunu söylemeliyim: Genelde edebiyatı, özelde çocuk edebiyatını denetlemek, hatta bunun kavramsallaşmasına göz yummak, tehlikeli sulara yelken açmaktan farksızdır. Bunun bir iyi niyet çabası olarak tanımlanmasını da tehlikeli buluyorum.
Çocuk edebiyatının bir zorunluluk olarak ortaya çıkışının ardından bu alan öylesine özel niyetler doğrultusunda kullanılmış ki… Kimi zaman dönemsel bağlamda haklı sayılabilecek bu niyetler zaman içinde özelleşmeye ve belli çıkarlar doğrultusunda yeniden biçimlenmeye başlamış. Tarihsel süreç bunun önemli tanıklıkları ile dolu…
Çocuk edebiyatı, 2. Dünya Savaşı sonrası uzun süren tartışma ve araştırmalar sonucu çocuğu bir özne olarak ele alır. Kendi gerçekliği içinde ayrımsız ve eşit görür. Cinsiyet eşitliğini önceleyen anlayışı benimser. Çocuğu nesneleştirmez ve yetişkinler dünyasının onu keyfince biçimlendirmeye çalıştığı idealize figürler olarak yansıtmaz. Onu kendi gerçekliği ve hayatı alımlayışı ile yansıtır. Bu durum evrensel çocuk haklarının kabulü ile daha da gelişir.
Süreç aslında sadece çocuğun özgürleşmesi değil, yazarın da özgürleşmesini beraberinde getirir. Ancak özgürlük, elbette başıboşluk anlamını taşımaz. Sorumluluk yükler. Hem de hesabı verilmesi gereken bir sorumluluk.
Edebiyatta hesabı kim sorar?
Denetçi mi, eleştirmen mi? Eleştirinin olmadığı yerde denetçiler ayrık otu gibi her yeri sarar. Oysa eleştiri olsaydı ve üstelik bu eleştiri (yergi ya da aşağılama olarak anlaşılıp ya da birilerini harcamak üzere kurgulanıp kullanılmadan) gerçekleşseydi, yaşadığımız bu sorunun varlığı söz konusu dahi olmazdı. Tanıtım yazılarında bile abartılı övgülerin, metni anlamadan yapılan değerlendirmelerin, metni sanki öğretmenmiş gibi sadece değerler sistemi çerçevesinde incelemenin, üstelik bunu eğitim sisteminin otoritesine teslim ederek yapmanın, ayrıca ebeveynlere, edebiyatı anlamadan denetçi yetkisi tanımanın ve böylece sürekli bir şikâyet sistematiği yaratmanın, bu tehlikeli sürecin destekçisi olduğunu azıcık aklı olan anlar.
Edebiyatın (özelinde çocuk edebiyatının) şeyhleri olarak ahkâm kesenlerin bunda elbette sorumluluğu vardır. Ayrıca akademinin bu konuda yeri doldurulmaz bir boşluk bıraktığını söylemek mümkündür, çünkü edebiyatı tartışmak yerine bazı yazarları kutsallaştırma rolünü üstlenerek eleştiri alanını boş bırakmıştır. Ayrıca bunu geliştirmek için çalışanları da bin engelli koşuya sokmuştur.
Şu anda olanlar çocuk edebiyatının artık bir edebiyat değil, sadece çocuğa verilen bir komutlar dizgesi olarak ortaya çıkmasını sağlamak amacı güdüyor.
Bazı pedagoglar, psikologlar, eğitim bilimciler, kendilerini edebiyatın denetçisi olarak ilan etmiş, hatta birtakım kuruluşlar aracılığıyla kitapları denetlemeye başlamışlardır. Ve “çocuğa yararlı” damgası vurup çocuk edebiyatını içinden çıkılmaz bir hale sokmak için ellerinden gelen çabayı göstermektedirler.
Kimler fikrini söyler?
Pedagog, psikolog bu konuda fikrini söyleyemez mi? Elbette söyleyebilir. Edebiyat alanına ilgi duymuş, eğitimini ve donanımını bu alanda geliştirmiş kişiler bu konuda fikrini elbette söyleyebilir. Buna kimsenin itirazı olmaz. Ama bunu kimse kendine damga yaptırarak gerçekleştiremez. Hangi kitabın kime “uygun” olup olmayacağına karar veremez. Ancak eleştiri kurumuna katılarak yapılır bu.
Bugün edebiyat alanında ürün veren, üreten birçok kimse köken olarak edebiyattan gelmemiştir, ama bu alana girdikten sonra kendilerini buna adamışlardır. Pedagog da, psikolog da eğer bir şey söylemek istiyorsa unvanlarından soyunup gelir ve eleştirmen ya da araştırmacı olarak söyleyeceğini söyler. Kimse kendini denetçi ilan edemez ve damga edinemez. Bu, en hafif deyimle haddini bilmezliktir. Hele kitabı alıp içindeki sözcükleri tarayıp zararlı olanları bulmak biraz yakışıksız bir eylemdir. “İyi, çocuklara uygun kitap basılmasını sağlıyoruz” iddiasıyla kurullar oluşturup, “Kitaplarınıza damga vuralım” diye yayınevlerine başvurmak (bu ticari özgürlüğe girer denebilir, haklıdırlar) ise büyük cesaret. Ama bu, sanırım edebiyata saygısı olan ya da olmayan yayıncı kimliğini de görünür kılacaktır.
Eleştiri, edebiyatı özgürleştirir
Bunun için çocuk edebiyatının kutsallaştırılmış bir alan olmaktan çıkarılması gerekir. Salt değerler sisteminden söz etti diye edebiyat dünyasında kutsallaştıran kitaplardan ve yazarlardan vazgeçerek başlamak gerek işe. Edebiyat kendini, eğer eleştiri varsa daha nitelikli (iyi değil) ürünler ortaya koymak için geliştirecektir. Zararlı metinler aramak yerine bu kutsallığı ve dokunulmazlığı sorgulamak gerek.
Denetimi ve damgalamayı önceleyenlere (yayıncı, eğitimci, ebeveyn) derim ki, bu edebiyata asla yarar sağlamaz. Kısa süre mutlu olduğunuzu sanırsınız, ama hemen ardından gelecek süreç denetlenemez bir denetim olacaktır.
Denetim neyi belirler?
Denetim, normal koşullarda denetleyenin ideolojisini belirleyen sınırlar içinde gerçekleşir. Bundan söz ederken denetleyenin ideolojik önyargılarla hareket etmediği söylense bile karşı çıktığı ve metinden eksilttiği her şey onun ideolojisinin sonucunda olacaktır. Bunun edebiyat estetik değerlerle ilişkisi olacak mıdır, orası hep bilinmez.
Temel amaç, “çocuğu korumak” şemsiyesinin altına sığınsa da bu anlayışın yarattığı süreç sonunda sansürü, ardından var olma uğruna otosansürü ve sonunda teslimiyeti getirecektir.
O zaman sadece fanusta yaşatılmaya çalışılan çocuklar, okur kitlesini oluşturuyormuş gibi görünecek, ama gerçekte steril bir dünyada yaşatılmaya çalışılırken; onlar, kullanımını yetişkinlerden çok daha iyi becerdikleri, asıl denetimsiz alan olan medya üzerinden sınırlandırıldıkları her çizgiyi aşıp bilinmezlere yolculuk yapacaktır. Bunun sorumlusu da işte bu denetim sistematiğini yaratanlar olacaktır.
Zaten ondan sonra edebiyattan söz etmenin anlamı da kalmayacaktır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 30 Haziran 2021’de yayımlanmıştır.