Bazen, birileri hayatta kalma hastalığından kurtulur ve ebediyen dinlenmek üzere ayrılır aramızdan. Üstelik bunu bağırıp çağırmadan, yardım dilenmeden ve mertçe yapar.
Bu vedalaşma ihtiyacı bile hissetmeyen kişi, eğer Milan Kundera gibi biriyse, Murathan Mungan’ın kulağı çınlar. Hani Aslında giden değil Kalandır terkeden der ya… Böyle bir durum yaşanır.
Ve sonra Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Kayıtsızlık Şenliği, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı gibi eserlerin mücadelesi başlar. Artık tek başlarına ve savunmasızdırlar; karşılarında ise edebiyatı, edebi kıstaslarla değerlendirmeyen sözde bir okur vardır.
İşte bu noktada şu soruyu sorabiliriz kendimize: Neden Milan Kundera okumalıyım?
Biraz tehlikeli bir sorudur da bu. Zira iyi okur, yanıtını bilir; sözde okur ise zaten umursamaz. Hayatın harala gürelesinde yaşar durur.
Olmak ya da olamamak
İnternette Milan Kundera haberlerini okurken, bir yazışmaya tesadüf ettim. Prag’daki bir ikinci el kitap satıcısı ile bir müşteri arasında geçen bir konuşmaya…
Okur, kendini aldatılmış hissederek yazmış satıcıya: “Geçenlerde dükkânınızdan küçük bir kitap aldım. Milan Kundera’nın Gülünesi Aşkları’nı… Kapağı hayli yıpranmış ve iç sayfaları eprimişti. Benden 90 kron istediniz. Çoktu, ama sesimi çıkarmadım ve ödedim. Eve döndüğümde kitabın orijinal fiyatının 6,50 kron olduğunu fark ettim. Bu kitapları kâr için sattığınızı anlıyorum, ama bu hırsızlık. Sadece fiyatı iki katına çıkarmakla veya üçe katlamakla kalmıyorsunuz, 14 kat daha fazla alıyorsunuz. Siz soyguncusunuz.”
İkinci el kitap satan kişi, bu hiddetli okura sakin sakin karşılık yazmış: “Sevgili müşteri, fiyat konusunda üzgün olduğunuzu anlıyoruz, ancak Milan Kundera gibi bir yazarın en bilinen kitabının ilk baskısına sahip olduğunuzu belirtmek isteriz. Hem de 90 kron gibi gülünesi bir miktara. Eğer yolunuz New York’a düşer, büyük antika kitapçılarından birine uğrarsanız, elinizdeki kitap için 200 dolar vermekten çekinmeyenlerle karşılaşırsınız. Seyahat etmeyi planlamıyorsanız, buraya uğrayın. Size 90 kronunuzu iade edelim.”
Bu yazışma bana gösterdi ki, Çek okur Kundera’dan bihaberdi. Yani ülkesinin simgesi haline gelen bir yazarı henüz okumamıştı.
Böylesi bir cehaletten hep korktum. Ama korku, çare üretmemi sağlamıyor. O cehalet yavaş yavaş değil, zar zor görünerek hiç değil, baş döndürücü bir hızla giriverdi yaşamımıza.
Birkaç satır daha yazacaktım ki… Kundera’nın da bundan sık sık yakındığını hatırladım ve sustum.
Gülüşün ve unutuşun yazarı – Kundera
Şaka gibi: 1 Nisan’da doğar Milan Kundera. Avrupa’nın ‘aptallar günü’nde yani… Cehaletle bunca didişen ve neredeyse ömrünü heba eden bir yazar için ne talihsizlik!
Orta sınıf bir ailenin ikinci çocuğu… Etrafında şairler ve müzisyenler.
Küçük yaşta piyano çalmayı öğrenir. Nitekim eserlerinde müziği belirleyici bir unsur olarak kullanması biraz da bundandır.
1945 yılında henüz bir lise öğrencisiyken, Rus şair Vladimir Mayakovski’nin bir şiirini tercüme eder. Muhtemelen kuzeni Ludvik Kundera’nın etkisiyle lirik şiirler yazar. Hatta içlerinden biri 1946’da Mladé Archy başlıklı dergide yayımlanır.
Lise eğitimini 1948 yılında Brünn’de bitirir. Charles Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, edebiyat ve estetik üzerine eğitim görür. İki dönem sonra film akademisine geçer ve yönetmenlik konusunda makalelerini yazmaya başlar, fakat daha sonra çalışmalarını politik baskı yüzünden durdurmak zorunda kalır.
II. Dünya Savaşı’nın sonunda Komünist Parti’ye üye olur. Lakin tutunamaz ve 1948’in Şubat ayında partiden çıkarılır. 1950 yılında da bir diğer Çek yazar Jan Trefulka Komünist Parti’ye karşı faaliyetlerde bulunmaktan, partiden uzaklaştırılır.
Trefulka o günlerde gerçekleşen olayları 1962 yılında yazdığı Pršelo jim štěstí (Onlardan Yükselen Mutluluk) romanında anlatır.
Kundera’ysa o günlerde başına gelenleri bir ‘şaka’ olarak görmüş olacak ki, partiden çıkarılma sürecinde başına gelenleri anlattığı kitabına Žert (Şaka) adını koyar.
İkinci kez partiden ihraç
Milan Kundera gibiler bir şeyi kolay kolay sahiplenmezler; çoğu kere de başkalarının ne dediklerini pek umursamazlar.
Bundan mıdır bilinmez; ayrıldığı Komünist Parti’ye1956 yılında tekrar girer. Girer de, 20 yıl kadar uzun sayılabilecek bir süre siyasi mücadelede bulunduktan sonra, 1976 yılında Václav Havel gibi yazar ve sanatçılarla birlikte ikinci kez partiden ihraç edilir.
O da fikirlerini yazdıklarına aktarır ve mücadelesini bu yönde devam eder.
Zaten 1968’deki Rus istilasından sonra, Prag Müzik ve Sanatlar Akademisi’ndeki görevinden uzaklaştırılmıştır. Politik baskılara dayanamadığını hissettiği anda da Fransa’ya göç eder. 1981 yılında Fransa vatandaşı olur. 1979 yılında yazdığı Gülüşün ve Unutuşun Kitabı yayınlanır.
Bu kitap üzerine Çekoslovak hükûmeti Kundera’yı vatandaşlıktan çıkarır.
Ne var ki edebiyatın yurdu olsa olsa bir tek dildir; toprak parçası değil.
Nitekim 1980 yılında Gabriel Garcia Marquez’in aldığı Commonwealth Ödülü’nü, 1981 yılında Tennessee Williams’la paylaşır.
1989’daki Çekoslovakya kadife devrimine kadar, Kundera’nın kitapları kendi ülkesinde yasaklanır.
1989 sonrasında Sovyet destekli rejim kadar değişmez görünen nice şey yavaş yavaş yerini bulur. Yıkıcı olarak kabul edilen kitaplarıyla birlikte okuma, satın alma ve satma özgürlüğü de dahil olmak üzere çeşitli özgürlükler ülkesine döner.
1970 ve 1980’lerde, çoğu Çek okuyucu Gülünesi Aşklar‘ın küçük, kirli bir kopyası için her şeyi verirdi, çünkü onlar için çok şey ifade ediyordu.
Şu hale bakın ki, 2023 yılında ise söz konusu kitap artık çok pahalı, çok kullanılmış, anlamsal karşılığı olmayan bir ikinci el ‘eşya” sadece…
Eskiler çok yenidir bazen…
Bu hüzünle eskileri karıştırıyorum bir kez daha…
Karşıma Christian Salmon’un The Paris Review’da yayınlanan Milan Kundera söyleşisi çıkıyor. Kırmızı şekerli elmasına kavuşmuş bir çocuk gibi oluyorum mutluluktan…
Röportaj, 1983 sonbaharında Paris’te yapılmış, ama 1984’ün yaz sayısında yayınlanmış.
Salmon, söyleşi için Kundera’nın Montparnasse yakınlarındaki çatı katındaki dairesine gidiyor. Burası Kundera’nın ofisi… Küçük bir oda.
Felsefe ve müzikoloji üzerine kitaplarla dolu raflar. Eski moda bir daktilo, en az onun kadar eski bir masa üzerinde.
Salmon’a göre bu ofis, dünyaca ünlü yazarın çalışma odasından çok, bir öğrenci odasına benziyor. Duvarlardan birinde iki fotoğraf yan yana asılı: biri piyanist olan babasının, diğeri ise büyük hayranlık duyduğu Çek besteci Leoš Janácek’in…
Röportaj Fransızca yapılıyor. Teyp yerine daktilo, makas ve yapıştırıcı kullanıyorlar. Hiç acele etmeden uzun uzun konuşuluyor; metinler kesilip yapıştırılıyor ve nihayetinde birkaç revizyondan sonra, yavaş yavaş bir metin çıkıyor ortaya.
Bu röportaj, Kundera’nın o sıralar yayınlanan Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği‘nin en çok satanlar arasına girmesinden kısa bir süre sonra yapılıyor.
Eserinin kısa sürede, bu denli sevilir olması onu rahatsız ediyor. Bir şeyleri eksik yahut fazla yaptığı hissine kapılıyor.
Anlaşılan o ki, Kundera, Malcolm Lowry ile aynı fikirde: “Başarı, korkunç bir felaket gibidir, birinin evindeki yangından daha kötüdür. Şöhret ruhun evini tüketir.”
Salmon, fırsat bulup, romanıyla ilgili basında yer alan bazı yorumları soruyor. Kundera’nın yanıtı çok çarpıcı: “Kendimden aşırı doz aldım!”
Bir kez daha günümüzün sözde okuru geliyor aklıma. Bir yanda görünme arzusuyla çırpınan yazarımsılar, diğer yanda, yalnızca ifşa edileni gören ve sorgulamaksızın kabul eden okur. Eleştirel süzgeç geri dönüşüme yollanmış. Kabul ve ret üzerine her şey.
Oysa Kundera, ünü ülkesinin sınırlarını aşan, eserleri zamansız eserler sınıfına giren yazar dahi, kendisi hakkında konuşmaya gönüllü olmamış hiç.
En rahatsız olduğu şey, çoğu eleştirmenin yazarı önemseyip eserleri arka plana itmesi. Hatta bir adım ilerisi: Güya önemsenen yazarın siyasi fikirleri ve özel hayatının inceleme masasına yatırılması.
Tüm bunlara karşı içgüdüsel bir tepki gibi gösteriyor Kundera, Fransız dergisi Le Nouvel Observateur‘a verdiği demeçte şöyle diyor: “Bir yazarın kendisi hakkında konuşmak zorunda kalmaktan iğrenmesi, romanistik yeteneği lirik yetenekten ayıran şeydir.”
Evet; bir büyük yazar 11 Temmuz’da ayrıldı aramızdan. Ama aslında bu dünyadan ayrılan yalnızca bedeni. Onu o yapan şeyler ise ardında. Yani eserlerinde…
Yazar seviciliğinden eser okurluğuna dönebilirsek eğer bir gün; belki satır aralarını da okumak mümkün olur.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Temmuz 2023’te yayımlanmıştır.