11 Mart 2020 tarihinde küresel salgın ilan edilen COVID-19, yalnızca hastalıklara ve can kayıplarına yol açmadı; aynı zamanda eğitim tarihinde bugüne kadar görülen en yıkıcı aksaklığa sebep oldu. Salgının ilk yılında 168 milyon öğrenci için okullar neredeyse hiç açılmadı.
Türkiye’de ise okullarda yüz yüze eğitimin kesintiye uğradığı ilk tarih olan 16 Mart 2020’nin üzerinden tam 540 gün geçti. Bu kadar zaman sonra ilk kez bugün 6 Eylül 2021’de tüm kademelerimiz aynı anda tam zamanlı olarak okula geri dönüyor. Bu durum tartışmasız büyük bir coşkuyu hak ediyor. Ancak bu duygu yoğunluğumuzun bir kısmını da okulları güvenli ortamlar haline getirme çabalarına ve çocuklarımıza bu kadar zaman mahrum kaldıkları eğitimi sunmak için yapılması gerekenlere ayırmamız gerek. Bunun yolu ise şüphesiz salgının gölgesinde geçen üç eğitim-öğretim döneminde yaşanan deneyimleri etraflıca anlamaya çalışmaktan geçiyor.
Dünyada bu süreçte eğitim sistemlerinde alınan kararları incelediğimizde, ilk olarak okulların açık tutulması ile ilgili koşulların ve önceliklerin ülkelere göre değişkenlik gösterdiğini görüyoruz. Mart 2020’de neredeyse dünya genelinde okullarda yüz yüze eğitime ara verilse de 2020 yılının sonlarına doğru birçok ülkede okullar yerel enfeksiyon oranları dikkate alınarak açılmaya başlandı. Ülkeler, Amerikan Hastalıkları Önleme ve Kontrol Merkezi (CDC) ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) gibi kuruluşların önerileri doğrultusunda maske kullanımı, sosyal mesafe kuralının uygulanması, seyreltilmiş sınıflarda eğitim, okullarda gerekli hijyen kurallarının sağlanması ve sınıfların havalandırılması gibi önlemlerle yüz yüze eğitime geri döndü. Almanya, Danimarka, Fransa, İngiltere ve İtalya’nın da aralarında bulunduğu bazı ülkelerde ise okulların açık tutulabilmesi toplumsal öncelik olarak belirlendi ve yüz yüze eğitime ara verilmesi diğer toplumsal tedbirlerden sonra son çare olarak ele alındı. Bu ülkelerde özellikle bebek ve çocuk bakım evleri, okul öncesi eğitim kurumları, ilkokullar, son sınıfa giden öğrenciler, aileleri kritik sektörlerde çalışan öğrenciler ve dezavantajlı durumda olan öğrenciler için okullar olabildiğince açık tutulmaya çalışıldı. 2021 yılının ilk aylarından itibaren ise öğretmenlerin aşılanma süreçleri ve hızlı antijen testlerinin okullarda uygulanmaya başlanması yüz yüze eğitime devam etme süreçlerini destekledi.
Türkiye salgının ilk yılında OECD ülkeleri arasında okullarını en uzun süre kapalı tutan ikinci ülke oldu. 16 Mart 2020’den yerinde karar dönemine geçiş tarihi olan 2 Mart 2021’e kadar, tatiller hariç geçen 175 okul gününde, okulların en fazla açık olduğu sınıf düzeyi olan 1. sınıfta bile öğrenciler sadece 15 okul günü yüz yüze eğitime devam edebildi. Bazı sınıf düzeyleri için yüz yüze eğitim hiç başlatılamadı. Uzaktan eğitim birincil ve yaygın uygulama haline geldi. Salgının ilk aylarında Türkiye’de öğretmenlerin eğitim öğretim süreçlerini kendi imkânlarıyla ve bireysel çözümleriyle devam ettirme çabalarına ilişkin örnekler sıklıkla kamuoyuna yansıdı. İlerleyen zamanlarda ise dijital altyapıyı ve uzaktan eğitim kapasitesini artırmaya yönelik önemli adımlar atıldı. Ancak erişim ve nitelikle ilgili problemler uzaktan eğitimin verimliliğine ilişkin soru işaretleri oluşturdu.
Neler kaybedildi?
Gerçek şu ki, çocuklarımız salgın sürecinde okuldan uzakta kaldı. Türkiye’de salgın nedeniyle gerçekleşen okul kapanmalarının çocuklar üzerindeki etkisinin etraflıca değerlendirildiği bilimsel çalışmalar henüz yok. Ancak diğer ülke örneklerinde yapılan çalışmalar öngörü geliştirmemize yardımcı oluyor. Buna göre özellikle öğrenme ve gelişmenin en yoğun olduğu 10 yaş sonuna kadar okula ara verilmesi, bilişsel ve sosyal gelişim açısından çocuğun hayatının geri kalanını etkileyecek sorunlara sebep olabiliyor.
Çocuklar, gelişim düzeylerine uygun temel bilgi ve becerileri öğrenmede aksaklıklar yaşadığında, öğrenme zincirinin bir halkası -ya da bazı öğrenciler için halkaları- kopuyor; dolayısıyla her geçen yıl daha az şey öğrenerek eğitim hayatlarına devam ediyorlar. Sosyal etkileşimlerinin azalması ise çocukları öğrenmenin önemli bir boyutunu oluşturan akran öğrenmesinden mahrum bırakıyor. Bu kayıpların yansıması ise yalnızca bugünü değil çocuklarımızın geleceğini de etkiliyor. Eğitimin niceliği ve niteliğindeki kayıplar aynı zamanda gelecekte daha düşük bireysel gelirlerle ve daha düşük istihdam oranlarıyla ilişkilendiriliyor.
Kayıpların büyüklüğü ise ailenin sosyoekonomik düzeyine, uzaktan eğitime erişim durumuna, uzaktan eğitimin niteliğine, aile desteğine ve etkileşim düzeyine göre değişiyor. Tahmin edilebileceği üzere bu kayıplar erken çocukluk döneminde, daha az eğitimli ve sosyoekonomik olarak dezavantajlı ailelerin çocuklarında çok daha ciddi boyutlara ulaşabiliyor.
Bölgesel farklılıklar derinleşti
Salgın öncesi koşullarda gerçekleştirilen uluslararası değerlendirmelerin sonucunda Türkiye’de iki bölge arasındaki başarı farkının 3 yıllık bir öğrenme farkına karşılık geldiğini biliyoruz. Bu şu demek; aynı ülkede, aynı sınıf düzeyinde olan öğrencilerin bir bölümü akranlarından 3 yıl geriden geliyor. Salgının, halihazırda var olan dezavantajlı durumlarda yarattığı çarpan etkisini düşündüğümüzde ise, öğrenciler arasındaki eşitsizliğin hiç olmadığı kadar derinleştiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Ayrıca salgın döneminde kritik gelişim evresinde olan; okula yeni başlayan; ilkokuldan ortaokula, ortaokuldan liseye geçen; uzaktan eğitim sürecinde mezun olan, alan tercihi yapması gereken, meslek liselerine devam eden öğrenciler uzaktan eğitim sürecinden olumsuz anlamda en çok etkilenen öğrenci grupları arasındadır.
Neler kazanıldı?
McKinsey (2020) tarafından hazırlanan bir rapora göre iş dünyası, dijitalleşmede 5 yılda kat etmesi beklenen mesafeyi salgının ilk 8 haftasında aldı. Benzer bir tablo eğitim sistemlerinde de yaşandı. Salgın süreciyle birlikte öğretmenlerin ve öğrencilerin dijital yeterlikleri ve sistemlerin uzaktan eğitim kapasiteleri daha önce hiç olmadığı kadar önemli hale geldi ve dijitalleşme alanında hızlı bir dönüşüm yaşandı.
Öncesinde teknolojik dönüşümle, şu sıralar ise salgınla birlikte değişen hayatın ritmi, bize hangi becerilerin daha önemli olduğunu hatırlattı. Bağımsız çalışma, sorumluluk alma, öz düzenleme, etkili iletişim, duygusal yılmazlık gibi yaşam becerileri bu çağa ayak uydurabilmenin önkoşulları haline geldi.
Aynı zamanda her anlamda yetkin bir öğretmenin öğrencilerinin hayatında nasıl büyük farklar yaratabildiğini, öğrenmenin yalnızca dört duvar arasında gerçekleşmesinin gerekli olmadığını da çok yakından deneyimledik. Bu kazanımların hepsi bize geleceğin eğitiminin nasıl olması gerektiğine ilişkin önemli ipuçları sundu.
Neler yapılabilir?
Birleşmiş Milletler, salgın sürecinde yaşanan öğrenme krizinin bir neslin felaketine dönüşmemesi için öğrenme kayıplarının telafi edilmesi konusunda birden çok kez eylem çağrısında bulundu. Bizim bu eylem çağrısından büyük harflerle yazacağımız kelime: TELAFİ. Şunu çok iyi biliyoruz ki çocuklarımızın bu süreçte yaşadığı kayıpları göz ardı ederek eğitim öğretim süreçlerine kaldığımız yerden devam edemeyiz. Okula dönüşle birlikte artık isteğe bağlı değil, her çocuğumuzun ihtiyacına bağlı bir telafi planlaması yapmalı ve hiçbir çocuğumuzun geride kalmamasını sağlamalıyız.
Bir yandan da her kriz beraberinde yeni fırsatlar getirir gerçeğinden hareketle, eğitimin geleceğine yönelik küresel eğilimlerden kendi bağlamımıza ve hedeflerimize uygun senaryolar geliştirmeliyiz. Bunun için de eğitimin işlevi ve başta öğretmenin rolü, öğrenme ortamları ve öğretim programları olmak üzere eğitim bileşenleriyle ilgili kabullerimizi bir kenara bırakıp yeni bir süreç tasarımı için kolları sıvamalıyız.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 6 Eylül 2021’de yayımlanmıştır.