16 Ekim Dünya Gıda Günü… Her yıl, eylül ayının son haftasında Birleşmiş Milletler (BM) yıllık Genel Kurulunun yaklaşmasıyla birlikte aynı konuları konuşmaya başlıyoruz: Son yıllarda yaşadığımız küresel çoklu krizler, Birleşmiş Milletler’in bu sorunları çözmedeki yetersizliği, akabinde gittikçe büyüyen gıda krizi, 1948’de İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi hayatımıza girdiğinden beri en temel insan haklarından biri sayılan beslenme hakkına sahip olmayan milyonlarca insan, çözüm arayışı zirveler ve maalesef hep aynı sonuç…
Önce bu konuda ne durumda olduğumuza bir bakalım.
Birleşmiş Milletler’in alanında uzman beş farklı kuruluşu[1] tarafından yayımlanan Dünyada Gıda Güvenliği ve Beslenme Durumu (SOFI) raporuna göre, 2023 yılında yaklaşık 733 milyon insan, diğer bir deyişle dünya genelinde her 11 kişiden biri ve Afrika’da her beş kişiden biri açlıkla mücadele etmek zorunda kaldı.
Rapora göre, dünya bu konuda 15 yıl geriye gidiyor ve yetersiz beslenme seviyelerinin 2008-2009 yıllarında kaydedilen rakamlara yaklaşıyor.
7 Ekim’den bu yana İsrail’in kesintisiz saldırılarının ve ablukasının sürdüğü Gazze’de ise çok zor bir tablo söz konusu. Dünya Gıda Programı’nın açıklamalarına göre Gazze’nin tamamında 2,2 milyon kişi acil gıda ve geçim yardımına ihtiyaç duyuyor.
Peki, bu noktaya nasıl gelindi? Neden bir çözüm bulunamıyor?
Çifte standartların öne çıktığı bir dünya düzeni
Pandeminin getirdiği sağlık ve ekonomik krizi tamamen atlatamayan dünya önce Ukrayna Savaşı, sonra da Gazze’deki soykırıma şahit olurken, iklim krizinin tetiklediği su baskınları, orman yangınları ve kuraklık dünyanın her yanında geleceğimizi tehlikeye atmaya devam ediyor.
Öte yandan dünya ekonomisi trilyonluk seviyelere ulaşırken, devletler ve insanlar arasındaki eşitsizlikler zirvede.
Ne yazık ki 21. yüzyıldaki teknolojik gelişmeler, dijital dünyanın getirdiği şeffaflık ve ulaşılabilirlik, akıl almaz bilimsel yeniliklere rağmen açlık, beslenme yetersizliği ve yoksulluğa çözüm bulunamıyor. Bütün bu nedenlerle yerlerinden edilen milyonlarca insan, uzak diyarlarda yaşam aramak için göç ediyor.
Ekonomik ve politik olarak güçlü devletler ise sınırlarını daha da güçlendirirken milliyetçilik neredeyse faşizmi davet edecek bir seviyeye doğru gidiyor. Ukrayna ve Gazze’de olup bitenler ise dünyanın Kuzey-Güney, Doğu-Batı olarak bölünmesini daha da görünür bir hale getiriyor.
Bütün bu krizler, etik prensipler üzerine kurulan insan haklarına saygı, hukukun üstünlüğü, herkes için adalet, eşitlik ve demokrasi gibi kavramların çarpıtıldığı, anlamını yitirdiği, çifte standartların öne çıktığı bir dünya düzeni içinde çözümsüzlüğe doğru hızla ilerliyor.
Yok olup giden insan hakları prensipleri
Yakın tarihe baktığımızda, 1990’lı yıllarda Soğuk Savaş’ın bitmesi ile dünya politikasındaki pozitif beklentilerin yerini giderek henüz nereye varacağı bilinmeyen kutuplaşmalar alıyor.
G-7, G-20 gibi gelişmiş ülkelerin liderliğinde kurulan gruplara karşı BRICS+ gibi yeni oluşumlar ya da Avrupa Topluluğunu örnek alarak Afrika ve Asya ülkelerinin kurmaya çalıştıkları bölgesel ekonomik işbirlikleri artık çok taraflı diplomasilerin alternatifi olma yoluna giriyor.
BM’in sorunların çözümündeki yavaşlığı, etkisizliği ve yetkisizliği, özellikle BM’in oluşumunda yer almayan sömürge dönemi sonrası ülkeleri rahatsız ettiği için bu yeni ülkeler acaba yeni bir dünya düzeni arayışı içine mi giriyorlar?
Halbuki insanlık alemini bir arada tutacak güçlü bir dünya liderliğine en fazla ihtiyaç duyulduğu çoklu krizlerin kapıyı çaldığı bu dönemde, BM’in kurulmasında söz sahibi olan Güvenlik Konseyinin güçlü daimi üyeleri ise giderek BM’e artık önem vermiyor.
Dünyanın birçok ülkesinde milliyetçilik hatta popülizm mesajları veren liderlerin seçimlerde daha başarılı olduğunu görmek, sadece uluslararası değil, ulusal ölçekte de insan hakları prensiplerinin giderek sadece anayasalarda yerini korusa bile uygulamaya geçemediğini bize gösteriyor.
76 yıllık sorun
Peki, 21. yüzyılın ekonomik ve teknolojik gelişmelerine rağmen dünyanın çözülemeyen sorunu açlığa, insan haklarının en temel prensiplerinden biri olan gıda hakkına erişememe sorununa 76 yıllık geçmişine rağmen neden bir çare bulunamıyor?
Nitekim BM Genel Sekreteri António Guterres’in son yıllarda, Dünya Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) ve küresel gıda sorunları ile ilgili diğer önde gelen kurumların açılış toplantılarında “Gıda bir insan hakkıdır” diye başlaması maalesef bu hakkın uygulamaya geçmesine yetmiyor. Çünkü gıda hakkı, herkes için talep edilen bir hak olduğu kadar, bunun sağlanması devletler ve uluslararası kurumlar için de bir yükümlülüktür. Bu yükümlülüğü yerine getirebilecek yapısal değişim yapılmadıkça gıda hakkı retorikten öteye geçemez.
İşte bu nedenle de dünyada hâlâ bir milyara yakın kişi savaşlar, iklim krizi ve neo-liberal ekonominin getirdiği oligopolik düzen nedeniyle sosyal güvencesizlikler ve gıda güvencesi olmadan yaşarken, 3.5 milyar insan gıda fiyatlarındaki aşırı artış nedeniyle sağlıklı besleyici gıdaya ulaşamadan yaşamlarını sürdürme mücadelesi veriyor.
Kısaca dünya nüfusunun yarısı, gıda hakkının getirdiği etik prensiplerden bihaber yaşıyor.
Hazırlığı iki yıl süren “tarihi zirve”den neden sonuç çıkamadı?
BM Genel Sekreteri bu ve sözünü ettiğimiz dünya sorunlarının farkındalığı ile bu yıl BM Genel Kurulunun 79. toplantısında değişen dünya profili ve 21. yüzyılın ekonomik, finansal, sosyal ve çevresel sorunlarına çözüm üretebilecek bir küresel yönetim modeli için bütün liderleri 20 – 23 Eylül 2024 tarihinde “Gelecek Zirvesi”ne davet etti.
Zirveye üye devletler yanında sivil toplum örgütleri, özel sektör, akademi ve genç grupların da davet edilmesiyle her kesimden katılım sağlanmaya çalışıldı. Zirvenin hazırlanması tam iki yıl sürdü ve bu süre içinde Küresel Güney’in orta güçlü ülkeleri arasında büyük bir ilgiyle karşılandı, heyecanlı tartışmalara neden oldu.
“Tarihi bir zirve” yorumları yapıldı.
Ne var ki 2023’ten beri bu metinler üzerinde süregelen tartışmalar çok taraflı müzakerelerde her zaman olduğu gibi ortak bir noktada buluşmanın zorluğu ile karşılaştı. Zirvenin üç temel belgesi özellikle ocak ayından beri ilan edilen “Gelecek Paktı” dört kere revize edildi. Tam bir mutabakata ulaşmanın imkânsızlığı nedeniyle herkesin hemfikir olduğu en alt düzeylere inmek gerekti. İlk belgede yerini alan önemli prensipler ise anlamını yitirerek sadece retoriklere indirgendi. Bu sırada da ekonomik ve sosyal haklar, özellikle de gıda hakkı en önce kaybolanlar arasında oldu. Bunun yerine bilim, teknoloji ve yenilikçi yaklaşımlar son yıllardaki dijitalleşme ve teknolojinin “her sorun için tek çözüm” zihniyetinin bir parçası olarak gıda güvencesinde de temel bir yöntem olarak sunuldu.
İnsan hakları yaklaşımlı önerilerin ortadan kalkması, bu konuda çalışan sivil toplum örgütlerinin gözünden tabii ki kaçmadı ve bu alanda çalışan sivil toplum örgütleri bu konudaki şüphelerini belirttiler. Aynı şekilde açlık ve gıda güvencesinin çok da fazla yer almadığı metinde, açlığı ortadan kaldırmak ve gıda güvencesini sağlamak için kirletici bir sektör olan yoğun endüstriyel tarımın desteklendiği çözüm önerilerine yer verilerek adeta iklim politikaları ile uyuşmayan bir yola gidildi. En önemlisi de endüstriyel tarıma alternatif olan ekosistemi, yerel tarımı ve yerel üreticiyi gözeten agroekolojik tarım göz ardı edildi.
Ayrıca hemen hemen pek çok sorunun yer aldığı ‘Gelecek Paktı’ kulağa hoş gelen pek çok güzel kavrama yer verdiyse de daha önce iklim zirvelerinde konuşulmuş ancak yerine getirilmemiş ve de önemli bir finans kaynağı sağlayacak olan karbon vergisi ya da uluslararası para trafiğinin vergilendirilmesi gibi teklifler de göz ardı edildi.
Zaman, para ve insan kaynağı kaybı zirveler
Bütün bunların ışığında giderek çoğalan BM zirvelerinde devletlerin ve uluslararası organizasyonların vatandaşların gözlerini boyamaktan başka bir şey yapmadıklarını, bu tür zirvelerin zaman, para ve insan kaynağı kaybından başka bir şey olmadığını söylemek pek de yanlış sayılmaz.
Bütün bu gelişmeler, BM’in ve çok taraflı diplomasilerin giderek güçlü küresel şirketlerin ve milyarderlerin kurdukları filantropik organizasyonların eline geçtiğini göstermesi bakımından önemli. Bu nedenle de sivil toplum örgütleri bu tür organizasyonlara sıcak bakmıyor.
Eğer karar mekanizmalarına dâhil olmak hâlen güç merkezlerinin elinde ise sivil toplum örgütlerinin bu toplantılara davet edilmesinin ne önemi olabilir ki?
Son zamanlardaki en tartışmalı BM Zirvelerinden biri de 2021 yılındaki Dünya Gıda Sistemleri Zirvesi’dir. Bu zirveyi BM Genel Sekreteri’nin, örgütün gıda ve tarım alanındaki en önemli kuruluşu Gıda ve Tarım Örgütü FAO ve Dünya Gıda Güvencesi Komitesini (CFS) bir yana bırakarak zenginler kulübü diye bilinen Dünya Ekonomik Forumu (WEF) ile birlikte hazırlaması pek çok sivil toplum örgütünün tepkisini çekmişti. Bu tür zirveler BM şemsiyesi altında hazırlanmakla birlikte “çok-taraflılık” yerine “çok-ortaklılık” haline gelerek karar mekanizmalarının gelişmekte olan devletler ve sivil toplum yerine güçlü devletler ve şirketlere kaydığı endişesini taşıyor.
Haliyle Gıda Sistemleri Zirvesi’nin sonuç belgesinin gıda hakkından söz etmediği, gıda güvencesinin ekonomik büyümeye tercih edildiği, küresel gıda ticaretinin yerel gıdanın yerine geçtiği, büyüğün küçükle değiştirildiği, dijitalleşmenin datalara kurban edildiği bir yolu açtığını görüyoruz.
Nasıl bir döneme giriyoruz? Umutlar tükendi mi?
Bu da bizi son 30 yılda dünya düzeninin etik prensiplerden yavaş yavaş ayrılarak neo-liberal ekonomi anlayışına teslim olduğunu gösteriyor. Bu düzende kâr ve ekonomik büyüme büyük önem kazanırken, gıda hakkının küresel ticaretin eline geçtiği, insan hakları prensiplerinin ise ancak ekonomi prensiplerine uygun olduğu ölçüde savunulduğu, diğerlerinin ise sadece bir temenni olarak kaldığı veya filantropik zihniyetlere kurban edildiği bir döneme farkında olmadan geçiliyor.
İnsan odaklı yönetim modeli sessizce ve yavaş yavaş giderek kendini neoliberal düzene bırakırken, bireysel ve toplumsal değer yargılarımız da insan hakları odaklı, kaynağını insan olma bilincinden alan anlayışı yerine, pazar ekonomisinin hâkim olduğu ekonomik ve politik gücün acımasız prensiplerine kendini bırakıyor.
Yine de umut var mı?
Son yıllarda giderek bizi umutsuzluğa düşüren bu tablo karşısında, geleceğe umutla bakmamız neredeyse imkânsız olsa bile, yeni nesillerin bu konuları bugünkü liderlerden daha iyi anladığı kuşkusuz.
Giderek gençleşen sivil toplum hareketi, Greta Thunberg’in liderliğinde İsveç sokaklarından başlayıp iklim değişikliği zirvelerine kadar sesini duyurması, çok önemli bir gelişme.
Batılı liderlerin tek sesle hepimizin gözü önünde seyreden Gazze’deki soykırımı desteklemelerine rağmen, üniversite kampüslerinde artarak devam eden öğrenci hareketleri, dünya politikalarının BM salonları yerine boykot, savaş destekleyici iklim tetikçisi yatırımları sonlandırma, fosil yakıt ve silah ambargosu gibi alternatif modeller ile sonuca ulaşmanın yollarını bize düşündürmesi, bizi bir değişime doğru götürüyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 16 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), Uluslararası Tarımsal Kalkınma Fonu (IFAD), Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF), BM Dünya Gıda Programı (WFP) ve Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)