Kitlesel göç konusunda 2015 yılından beri zor bir sınav vermeye çalışan Avrupa, konuyla ilgili yeni yeni bir adım attı. AB üyeleri arasında göç söz konusu olduğunda zorunlu dayanışma dahil olmak üzere bir dizi yenilik getiren ama hak örgütleri tarafından ‘sürdürülebilir’ bulunmayan Sığınma ve Göç Anlaşması, Avrupa Parlamentosu tarafından nisan ayı başında kabul edildi.
Göç sorununun da etkisiyle aşırı sağın güç kazanmaya başladığı bir ortamda, haziran ayında Avrupa Parlamentosu için seçimlerin yapılmasına çok kısa bir zaman kala kabul edilen anlaşma 266’ye karşı 322 oyla geçti. 31 üye ise çekimser oy kullandı.
Göç sorunuyla ilgili konuları pratik ve hızlı bir biçimde düzenlemeye çalışan bu anlaşmanın gerek AB’nin güvenliği gerekse sığınmacıların akıbeti açısından getirmiş olduğu bazı hükümler var.
Sığınmacıların ilk yedi günü belirleyici olacak
Anlaşmaya göre sığınmacılar öncelikle, vardıkları AB ülkesinde derhal kaydedilecek ve sığınma şansı çok düşük olan kişiler belirlenecek.
AB sınırlarına karadan, denizden veya havadan vize koşullarına sahip olmadan giren kişiler, 7 gün içinde kimlik tespiti, biyometrik verilerin toplanması, sağlık ve güvenlik kontrollerinin de dahil olduğu bir giriş öncesi zorunlu tarama işlemine tabi tutulacak.
Çocukları da kapsayacak şekilde bütün sığınmacılar, parmak izleri ve yüz görüntüleri de dahil olmak üzere “Eurodac” veri tabanına kaydedilecek. Bu veri tabanı sayesinde başvuruların sayılmasından ziyade başvuru sahipleri sayılacak ve aynı kişinin birden fazla talepte bulunmasını önlenecek. Böylece, göçmenlerin şiddete başvurup vurmadıkları veya silahlı olup olmadıkları gibi bulgulara da ulaşılacak, bir diğer ifade ile sığınmacıların güvenlik tehdidi oluşturup oluşturmadığı göz önüne alınacak.
Tarama sonucunda sığınma şansı az olan kişiler, “Değiştirilen İltica Prosedürleri Yönetmeliği” kapsamında ivedi bir şekilde geldikleri ülkeye geri gönderilecek.
Maksimum 12 hafta sürmesi öngörülen hızlı sınır prosedürü çerçevesinde ulusal güvenlik açısından risk oluşturan, yanıltıcı bilgi veren, tanınma oranı düşük (%20’nin altında) ülkelerden gelen göçmenlerin AB sınırlarına girmelerine izin verilmeyecek, bunun yerine bu kişiler sınırdaki tesislerde tutularak “yasal giriş yapmama kurgusu” yaratılacak. Bu uygulamadan anlayabileceğimiz üzere nihai hedef; güvenlik tehdidi olarak algılanan sığınmacıların Avrupa sınırları dışına ivedilikle geri gönderilmesine öncü olmak ve AB’yi düzensiz (yasadışı) yollarla gelen sığınmacılardan toplu olarak izole etmek.
Aslında bu karar AB için çok yeni bir durumu ortaya çıkarmıyor, zira zaten önceden de Avrupa’ya kaçak giriş yapan sığınmacılar Türkiye, Fas, Tunus gibi ülkelere geri yollanıyordu. Bu yönetmelik kapsamındaki nüans, sınır dışı edilen kişilerin daha hızlı sürede ve bizzat kendi ülkelerine gönderilmesi diyebiliriz.
Anlaşmaya istinaden hayata geçirilmesi planlanan bir diğer uygulama ise iltica işlemlerinin bazı ülkelerin sınırlarında kurulacak merkezlerde yürütülmesi. Böylece Yunanistan, İtalya, Malta, Hırvatistan ve Kıbrıs gibi ülkelerde bekleme merkezleri kurulacak, 30.000 kişiye kadar hizmet verebilecek kapasitedeki bu merkezler, yetkililerin başvuru sahiplerini daha fazla soruşturma yapılmaksızın menşe ülkelere geri gönderip göndermeyeceklerine karar vereceği yerler olacak.
Kabul oranlarının daha yüksek olduğu ülkelerden gelen göçmenler, normal sığınma prosedürüne geçebilecekken, başvuruları reddedilen kişiler ise doğrudan AB’den sınır dışı edilecek ve geldikleri ülkelere geri gönderilecek.
Bu anlaşma neden farklı?
Göç sorununa çözüm bulmaya çalışan Avrupa’nın daha önce çıkardığı düzenlemelerle benzer nitelikler taşısa da bu anlaşmanın öncekilerden önemli bazı farklılıkları da var. Bunların en başında da anlaşmanın, üye devletlere göçün nasıl yönetileceğine dair “zorunlu dayanışma” sistemini öngörmesi.
Bu kapsamda sığınmacıların AB genelinde daha iyi ve adil bir şekilde dağıtılması için zorunlu ancak esnek bir dayanışma mekanizması hayata geçirilecek. Özellikle İtalya ve Yunanistan’ın yükünü hafifletecek yeni anlaşma uyarınca, üye ülkelerin kişi başına düşen milli geliri (GSYİH) ve nüfus büyüklüğüne göre bir dağıtım yöntemi uygulanacak.
Anlaşmaya göre, yılda ilk etapta en fazla 30 bin sığınmacının kabul edilmesi, bir sığınmacının başvurusunun değerlendirilmesi için üst sınırın 6 ay olması kararı alındı. Aslında bu karar da daha önceden uygulamaya konulmak istenmişti fakat burada farklı olan nokta, sığınmacıları sınırlarına dahil etmek istemeyen AB üyesi ülkelerin, varış ülkesine göçmen başına 20 bin euro tutarında bir katkı payı ödeyerek bundan muaf tutulması kararı oldu. Bir diğer ifadeyle artık ortada bir yaptırım var, bu ceza sonucunda toplanan para da AB’nin bütçesinde birikip, sığınmacılar için düzenlenen yeni projelerin finansmanında kullanılacak.
Elbette bu para cezası kararına ilk karşı çıkan ülkeler, zamanında sığınmacı almamak için sınırlarına kilometrelerce tel örgüler ören ve aşırı sağ partilerin güçlü olduğu Polonya ve Macaristan. Hatta Polonya İçişleri Bakanı Bartosz Grodecki, 2023’ün aralık ayında ülkesinin bu cezaları ödemeyeceğini vurgulayarak AB’yi anlaşma konusunda sert dille eleştirdi. Dolayısıyla AB kurumlarının kendi üyelerine ne kadar söz geçirebileceği ve bu sistemi ne kadar sağlıklı uygulayabileceği halen tartışmalı bir zemin alanı yaratıyor. Nitekim bu fikir ayrılıkları, hem AB’nin mevcudiyetinin ciddi anlamda sorgulanmasına yol açarken hem de bu ülkelerde aşırı sağ eğilimli siyasi oluşumların sesinin giderek yükselmesine olanak sağlıyor.
Sığınmacılara standart haklar
Bunun dışında Anlaşma çerçevesinde getirilen bir diğer önemli yenilik; sığınma hakkı verilen kişilere tanınan hakların da her üye ülke için standart hale gelmesi. Yani üye ülkeler, Avrupa Birliği Sığınma Ajansı’ndan gelecek olan bilgilere dayanarak, sığınmacıların ayrılmak zorunda oldukları ülkelerdeki durumu değerlendirerek, mülteci statüsünü düzenli olarak gözden geçirecek. Böylelikle barınma, eğitim, istihdam ve sağlık hizmetleri gibi konularda sığınmacılar için eşdeğer kabul standartları sağlanacak.
Ama bu kararın da ne kadar bağlayıcı olacağı muamma. Zira Macaristan, Çekya ve Polonya gibi ülkelerin ne kadar göçmen alacağı ve bu göçmenler için imkanlarını ne düzeyde seferber edeceği de belirsizlik içeriyor.
Yeni anlaşma aynı zamanda “güvenli ülke” kavramına da değiniyor fakat şu an için “güvenli ülke” tanımına yönelik kesin bir düzenleme yok. Güvenli ülke statüsüne karar verilmesi noktasında, sığınma başvurusu yapan kişinin o ülkede aile fertlerinin bulunup bulunmadığı veya kendisinin o ülkede yerleşmiş olup olmadığı gibi faktörler dikkate alınacak, bu karar da yine üye devletlerin takdirine bağlı olacak.
Hak örgütlerinin itirazları
Anlaşmaya yönelik bazı itirazlar da söz konusu. Aralarında Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) ve Oxfam’ın da bulunduğu 22 yardım kuruluşu yaptıkları ortak açıklamada, anlaşmanın “Avrupa’nın sığınma ve göç yaklaşımında derin çatlaklar bıraktığını ve Avrupa sınırlarında güvenlik arayan insanlar için sürdürülebilir çözümler sunamadığını” söyledi.
Uluslararası Af Örgütü ise söz konusu anlaşmanın “Çatışma, zulüm ya da ekonomik güvensizlikten kaçan insanlar için daha az koruma getireceğini, Avrupa genelinde yasadışı ve şiddet içeren geri itmeler, keyfi gözaltılar ve ayrımcı polislik de dâhil olmak üzere insan hakları ihlalleriyle karşılaşma riskinin artması anlamına geleceğini” düşünüyor.[1]
Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC) ise, göçmenlerin Avrupa’ya ulaşmasını durdurmaya orantısız bir şekilde odaklanmanın, yerinden edilmiş insanların savunmasızlığını artırabileceği ve göçün altında yatan nedenlerin ele alınmasına yönelik çabaları baltalayabileceği konusunda eleştirilerde bulunuyor. Uluslararası Kurtarma Komitesi’ne göre, anlaşmanın yürürlüğe girmesi durumunda geri itmeler ve şiddet artacak, çocuklar ve aileler de dahil olmak üzere birçok yeni gelen sığınmacı, iltica prosedürlerinin bir parçası olarak dış sınırlarda uzun süreler boyunca alıkonulabilecek, bu da psikolojik travmalara ve korkulara yol açacak. Bunun dışında, yine anlaşma kapsamında COVID 19 salgınına benzer kriz durumlarında üye ülkelere verilen “kuralları görmezden gelme” veya “daha uzun süreli gözaltı tedbirleri koyma” gibi haklara istinaden, “göçe karşı ortak bir Avrupa” fikrinden sapılarak dayanışma duygusu azalacak ve keyfi uygulamalar baş gösterecek.
Hangi ülkeler güvenli üçüncü ülke olacak?
Bir diğer itiraz noktası ise “güvenli üçüncü ülke” tanımının üye devletlerin takdirine bırakılması.
İnsan haklarını açıkça ihlal etmesine rağmen “güvenli” olarak kabul edilebilecek ülkelere yönelik geri göndermelerin ve bu ülkelerden zincirleme olarak sınır dışı etme riskinin yüksek olma ihtimali, anlaşmayı eleştirilerin hedefi haline getiriyor. Yani bir AB üyesi, sırf sığınmacıları kendi sınırlarından dışarı atmak pahasına baskıcı rejimlerin, iç savaşın veya açlığın hüküm sürdüğü bir Afrika ülkesini “güvenli ülke” olarak kabul edip bu coğrafyalara sığınmacı gönderebilir, dolayısıyla sığınmacıların hayatlarını tehlikeye atabilir.
Bu durumun önüne geçilebilmesi için, Cenevre Mülteci Sözleşmesi de dahil olmak üzere uluslararası hukuka uygun bir “güvenli ülke” tanımı üzerinde anlaşmaya varılmasının yanı sıra, üçüncü bir ülkeyle yapılan anlaşmanın o ülkeyi “güvenli üçüncü ülke” olarak tanımlamak için yeterli olduğu varsayımının kaldırılması yönünde eleştiriler var.
Türkiye anlaşmadan nasıl etkilenecek?
Anlaşmanın muhtemel Türkiye ayağına bakacak olursak, üye devletlerin bundan sonraki süreçte üçüncü ülkelerle yapacağı anlaşmalar yoluyla sığınmacıları “güvenli” addedecekleri ülkelere yollamak istemesi, Türkiye’yi de “güvenli ülke” radarına sokacak ve sığınmacıların hedefi haline getirecektir.
2013 yılında AB ve Türkiye arasında imzalanan “Geri Kabul Anlaşması” minvalinde üye devletler-Türkiye veya AB-Türkiye arasında yeni ikili anlaşmaların imzalanmak istenilmesi de kaçınılmaz olacaktır.
Üstelik, AB’nin pragmatik davranarak Türkiye ile ilişkileri iyi tutmak için elinden geleni ardına koymayacağı bir döneme girilecektir.
2023 yılında AB’nin göçmenler için kendisine tahsis etmiş olduğu finansal desteği reddeden Tunus’tan istediği randımanı alamayan AB, rotasını dünya üzerinde en fazla Suriyeli sığınmacıya ev sahipliği yapan Türkiye’ye çevirecektir.
Birlik tarafından Türkiye’ye, Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, Pozitif Gündem’in sürdürülmesi hatta üyelik müzakerelerinin yeninden başlaması gibi vaatler de verilebilir.
Fakat iç kamuoyu baskısını, sığınmacıların getirmiş olduğu ekonomik maliyetleri ve yükselen aşırı sağ söylemleri hesaba kattığımızda, Türkiye’nin bu şartları kabul etmesi uzak bir ihtimal gibi görünse de, zamanı geldiğinde Ankara reel-politik ve moral-politik ilkeler arasında bir tercih yapmak zorunda kalabilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 16 Nisan 2024’te yayımlanmıştır.
[1] https://www.aljazeera.com/news/2024/4/10/european-parliament-passes-asylum-and-migration-reforms