Günümüzde ortaya çıkan her sorunumuz için öteki olduğunu düşündüğümüz insanları ve grupları suçlamayı kişisel olarak yanlış buluyorum. Birçok platformda görüyoruz ki son dönemde artan bulaşıcı hastalıkların faturası da hemen göçmenlere kesilebiliyor. Hem de hâlihazırda toplumun en dezavantajlı gruplarından birileri oldukları halde.
Bu yazımızda Türkiye’de artan bulaşıcı hastalıkların nedenlerini objektif bir gözle değerlendirecek, göçmenlerin bu durumlarla ilişkisini masaya yatırırken; iğneyi kendimize, çuvaldızı onlara batıracağız.
Günümüze dek sadece iki hastalık etkeni dünyadan silindi. Bunlar, insanlarda çiçek hastalığı ve geviş getiren hayvanlarda sığır vebasıdır. Diğer her türlü hastalık etkeni, halen dünyamızda kimi yakın çevremizde, kimi ise özel bazı riskli alanlarda olmak üzere hayatını sürdürüyor. Buna rağmen 20. yüzyılda başlayan organize halk sağlığı müdahaleleriyle bulaşıcı hastalıklar dünyanın birçok ülkesinde önde gelen ölüm sebepleri olmaktan çıktı. Sağlık altyapısının gelişmesi ve hijyen uygulamalarının yaygınlaşması, antibiyotiklerin ve aşıların keşfi sonrasında yaygın kullanımı, uluslararası kuruluşlar yardımıyla ülkelerin birbirleriyle tecrübelerini paylaşabilmeleri şüphesiz bu duruma katkı sunan temel gelişmeler.
21. yüzyılda özellikle pandemi ile tüm dünyanın dikkati yine bulaşıcı hastalıklara çevrildi. Aslında on yıllardır uzmanlar tarafından yapılan uyarılar kulak arkası edilmekteydi. Özellikle iklim değişikliği, artan seyahat kolaylığı ile dünya nüfus hareketliliğinin artması, savaşlardan veya yoksulluktan kaçan insanların gelişmiş ülkelere göç etmesi ve artan aşı retleri nedenlerinden dolayı bulaşıcı hastalıklar tüm dünyanın dikkat etmesi gereken önemli durumlar arasına yeniden girdi.
Bulaşıcı hastalıkları artıran başlıca nedenler
İklim Değişikliği
Daha ılıman kışlar, daha sıcak yazlar ve daha az don olayı, bazı bulaşıcı hastalıkların yeni coğrafi bölgelere yayılmasını ve daha fazla insana bulaşmasını kolaylaştırıyor. İklim değişikliğinin etkisini anlamak için bu hastalıkların sivrisinek ve kene ısırıkları, hayvanlar, mantarlar ve su ile temas gibi yaygın yayılma yollarını bilmek önemli hale geliyor.
Bugün Türkiye’de özellikle kuduz virüsünü taşıyan yaban hayatı, ülkenin yeni coğrafi bölgelerine yayılıyor. Tarla fareleri, yılanlar, kenelerin ülkedeki yayılımı artıyor, örneğin Kırım Kongo kanamalı ateşi hastalığı eskiden Tokat ve yöresinde görülürken, artık ülkenin genelinde görülebiliyor.
Küreselleşme ve Seyahat Kolaylığı
Günümüzde seyahat etmek, hemen hemen herkes için erişilebilir hale geldi. Uçaklar, trenler, otobüsler ve diğer ulaşım araçları, insanları dünya çapında birçok farklı noktaya hızlı ve kolay bir şekilde taşıyabiliyor. Bu seyahat kolaylıkları, kültürel alışveriş, ticaret ve turizmin artmasına katkı sağladı ve insanların farklı coğrafyalara daha sık ve rahat bir şekilde ulaşmalarını mümkün kıldı. Ancak aynı zamanda bulaşıcı hastalıkların hızla yayılmasına da olanak tanıyor.
Türkiye’de 2011 yılında kızamık hastalığı neredeyse hiç görülmezken, turist yoğunluğunun çok olduğu Sultanahmet Meydanı’ndaki dükkânlardan birisinde çalışan bir görevlide tespit edilen hastalık, 2012-2014 yılları arasında İstanbul’da kızamık salgınlarına neden oldu. Bunun temel nedeni, virüsün bir kez toplum içine girmesi sonrası aşısız veya aşısı tutmamış hassas kişileri hasta etmesidir.
Göçmenler
Gelişmekte olan ülkelerden veya savaş coğrafyalarından gelişmiş ülkelere göçler son yıllarda hızla artıyor. Göçmenler, kendi ülkelerinde hali hazırda iyi sağlık şartlarının olmaması bir yana göç süreci ve yoldaki zorluklar nedeniyle de birçok hastalığa karşı risk grubu oluşturuyor. Bu hastalıklar birçok zaman göç edilen topluluğa karşı risk oluşturmaz. Çünkü toplumun çoğu hali hazırda sağlıklı barınma ve beslenme imkanlarına sahip, temel hijyen önlemlerini alabilen kimselerden oluşuyor.
Büyük göç dalgaları sırasında varışta başlıca sağlık sorunları; bulaşıcı olmayan psikolojik, travmatik ve kronik hastalıklardır. Erken ve orta vade yerleşim dönemlerinde ise göçmenlerin fakirlik veya imkânsızlıktan zorlandıkları toplu ve hijyenik olmayan yaşam koşulları; solunum, gastrointestinal, cilt enfeksiyonları ve aşı ile önlenebilir hastalıkların bu topluluklarda görülmesini artırır. Ayrıca kendilerine yabancı bir ülkede sağlık arama davranışları da etkilendiğinden özel tedavi ve bakım ihtiyaçlarına ilave olarak dilsel ve kültürel bariyerler de eklenir.
Türkiye, özellikle 2011 yılı Suriye iç savaşının ardından ülkemize gelen toplu göçmenlere yönelik sınırda aşılamalar ve sağlık kontrolleri, kontrolsüz şehirlere yerleşim gösteren misafirlerin kapı kapı gezilerek aşılanması, Suriyeli misafirlere yönelik ücretsiz sağlık hizmetlerinin sağlanması, birinci basamak sağlık hizmetleri için kimlik sorulmadan hasta bakılan göçmen sağlığı merkezlerinin kurulması gibi birçok olağanüstü sağlık müdahalesi gerçekleştirdi. Nitekim bu çabalar sonuçsuz kalmadı. Örneğin Suriye’de, Ukrayna’da ve Afganistan’da çocuk felci vakaları görülmesine rağmen ülkemizde halen görülmüyor.
Salgınlardan göçmenler mi sorumlu?
Göçmenler, yerleştikleri ülkede yaşayan en dezavantajlı iki gruptan birisidir. Diğeri ise mevsimlik işçilerdir. Bilindiği üzere aslında onlar da çalışmak için ülke içerisinde yer değiştirir ve hijyen koşulları stabil değildir. Dolayısıyla yaygınlaşan herhangi bir hastalık tıpkı ülkedeki hassas grupları etkilediği gibi, bu grupları da etkilemeye meyyaldir.
Günlük yaşantıda göçmen işçiler, yabancı öğrenciler, sığınmacılar gibi birçok farklı kategoride artık bu insanlarla bir arada yaşıyoruz. Hastalıklar ise insanların göçmen ve yerli olmasından bağımsız olarak zaten bildiğimiz bazı faktörlere bağlı olarak bulaşmasını sürdürür ve yaşam döngüsünü tamamlar.
Bu konuda ibretlik bir olay olması açısından bir örnek vereyim. Yıllar önce Antalya’da özellikle Rus turistlerin yoğunlukta olduğu otellerde el-ayak-ağız hastalığı görülmeye başlanmıştı. Bu durum öyle rahatsız edici seviyeye gelmişti ki; Rusya hükümeti bu durumun incelenmesi ve kusur varsa bedelinin onlara ödenmesine dair diplomatik girişimlerde bulunmuştu. Hastalığın hijyen koşullarının düzgün sağlanamamasından kaynaklı olduğu bilindiğinden ilkin göçmenler akla geliyordu ancak Antalya bölgesinde özellikle pahalı otellerde bulunmaları pek mümkün değildi. Vakalar derinlemesine araştırılıp filyasyon sıkılaştırıldığı zaman fark edildi ki; bu otellerde aynı zamanda birçok Ukraynalı turistler de kalıyordu. İlk vakaya kadar bulaş zinciri çözülüp, virüsün genetik sekanslaması neticesinde, salgının Ukraynalı turistlerden kaynaklandığı tespit edildi. Tabii ki bu hastalıktan otel çalışanları da nasibini almıştı. Yaz döneminin bitmesinin ardından hemen herkes ailelerinin yanına dönmüştü. İşte bu kez İstanbul’da özellikle göçmenleri daha sık etkileyen bir el-ayak-ağız hastalığı salgını yaşandı. O gün hasta olan bir çocuğun annesi rahatlıkla şu ifadeyi kullanmış olabilir: “Bıktık bu Suriyelilerden, zaten ülkemize hep hastalık getiriyorlar.” Peki, olayın arka planını bildiğiniz halde, siz rahatlıkla bu sözü söyleyebilir misiniz?
Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Ofisi’nin raporuna göre, göçlerle bulaşıcı hastalıkların taşınması arasındaki ilişki halen tartışmalıdır. Göçmenler geldikleri ülkeden göç ettikleri ülkeye hastalık taşıdığı yaygın kanaatine rağmen, bulgular bu tarz durumların son derece nadir olduklarını göstermiştir. Göçmenler genellikle yerleştikleri ülkeden kaptıkları hastalıkları geçirir. Bu konuda spekülatif ifadelerden sakınmak en doğrusu…
Göçmenlerin sağlımıza etkileri ne?
Göçmenlerin sağlığımıza etkisi olarak ancak şu söylenebilir: Bazı durumlarda göçmenler içinde bulundukları çevrenin kazanılmış toplumsal bağışıklığını zayıflatabilir. Yani çevredeki risklerden etkilenerek hastalanıp, toplum içerisinde o hastalığın daha hızlı yayılmasına kendileri hasta olarak neden olabilirler. Bu durumda dahi göçmenlerin hastalığa yakalanmalarının nedeni göç etmeleri değil, içinde yaşadıkları toplumun en fakir ve uygunsuz şartlarda yaşayan kimseleri olmalarından kaynaklıdır. Şanlıurfa’da 2019 yılında yaşanan Kızamık salgını buna güzel bir örnektir.
Normal şartlarda kızamık aşısı olan 100 kişiden ancak 95 kişisinde aşı tutar. Aşısı tutmayan beş kişiyi tespit etmek ise uygulanabilir olmadığından imkânsızdır. Buna rağmen hedef kitleniz olan 100 kişiden 94’ünü aşılayabilirseniz, hastalığın toplumda yayılmasını önler, toplumsal bağışıklığı diri tutabilirsiniz.
2015 yılından itibaren artan aşı reddinin en sık olduğu bölge Şanlıurfa’nın da içinde olduğu Güneydoğu Anadolu. Artan retler toplumsal bağışıklığın zayıflamasına yol açtı. Ayrıca Şanlıurfa en çok göçmenin barındığı 4. şehrimizdir. 2011 yılından beri göçmenlere yönelik birçok aşı kampanyası geliştirildi ve herhangi bir kızamık salgını ortaya çıkmasının önüne geçildi. Ancak 2018 yılının sonlarına doğru aşısı tutmayan bir Suriyeli çocuk kızamığa yakalandı ve bulaş zinciri başladı. Çocuğun tedavi için hastaneye geldiği sırada koridorda birlikte bekleyen diğer aşısız hastalara bulaştırdığı düşünülüyor. Şimdi burada salgının sebebi çocuğun hastalanması mı, hastaneye tedavi olmak için gelmesi mi, kendi çocuklarını aşılatmayan ebeveynler mi, uygun izolasyon önlemlerini alması gerekirken almayan hastane mi? Gördüğünüz üzere tek bir suçlu bulmak her zaman en kolayı ancak arka planda olaylar daha karmaşık süreçlerle işler.
Yine bir bölgede uyuz salgını görüyor olmamız o bölgede göçmen olduğuna işaret etmez, o bölgenin barınma şartlarını, sosyo-ekonomik koşullarını ve sağlığa erişim durumlarının kötülüğünü akla getirir. Göçmenleri suçlayarak yapılan bir tespit mantıklı olabilir, ancak bilimsel kanıta dayalı bir görüş değildir. Tıpkı son dönemde ne yazık ki deprem bölgesinde kurulan kamplarda uyuz vakalarının artmasının nedeninin göçmenler olmadığı gibi.
Son dönemde sadece ülkemizde değil, tüm dünyada bulaşıcı hastalıkların artmasının en temel sebeplerinin üzerinde durduk. Göçmenlere yönelik iddiaları ve bilimsel kanıtları örneklerle inceledik. Şimdi bulaşıcı hastalıkların artmasını önlemek adına ne gibi önlemler alınabilir, göçmenler bu önlemlerin neresinde onu tartışalım.
Alınması gereken önlemler
Ülkeye yasal yollarla giren her bireyin bazı bulaşıcı hastalıklar için aşı kartlarını ibraz etmelerini istemek, gelişmiş birçok ülkenin rutin uygulaması haline gelmiş durumda. Bunu Covid dönemi Türkiye dahil her ülke yaptı ancak diğer bulaşıcı hastalıklar için böyle bir uygulama ülkemizde henüz mevcut değil.
Toplu göç dalgalarıyla gelen kişilerin, barınma ve beslenme koşullarının bir seviyede tutulması gerekiyor. Ülkemiz için gerek Kızılay gerek Göç İdaresi Suriyeli misafirlerimize yönelik yardımlarda bulunur. Ancak kayıtsız olarak ülkeye giriş yapan kaçak göçmenler ise temel sorunu oluşturur; barınma koşulları çok kötü, beslenme durumları belirsiz, hijyen yeterliliği dahi sorgulanamayacak topluluklardır. Geri Gönderme Merkezlerinde aşıları yapılır, beslenme ve barınma şartları minimal bir seviyede tutulur, temel sağlık hizmetleri sunulur. Ancak bu gruplarda toplu yaşamın getirdiği farklı sağlık sorunları da görülebilir.
Kayıtsız göçmenler arasında geriye dönük bir iletişim ağı olduğu aşikârdır. Sigortasız ucuza kayıtsız çalışma imkânı bulabildikleri için Türkiye’yi geçiş döneminde kalacakları bir yer olarak düşünürler. Tekstil, inşaat gibi birçok sektörde denetimler artırılmalı, bunlara göz yumulmadığı mesajı verilmelidir.
El hijyenimize özellikle kalabalık ortamlara girip çıktıktan sonra, dışarıdan eve gelindiğinde, tuvaletten sonra, yemeklerden önce daha dikkat etmeliyiz. En az 20 saniye uygun şekilde su ve sabun ile ellerimizi güzelce yıkamalıyız.
En önemlisi ise vatandaşlarımızın aşısız olanlarının aşılanmaya ikna edilebilmesi, özellikle çocukluk çağı aşılamalarının yanında yetişkinlere yönelik risk grubunda uygulanan aşıların da zamanında uygulanabilmesi önem arz eder.
Sağlığın sürekli korunması, başta bireyin kendi sorumluluğunun yanında; yerel, ulusal ve küresel düzeylerde farklı kapasitelerin geliştirilmesine, koruma ve kontrol önlemlerinin güncel bilimsel bilgiler ışığında revize edilmesine, hastalığın ortaya çıkmasını kolaylaştıran çevresel şartlarla mücadele edilmesine bağlıdır. Unutulmamalıdır ki, söz konusu bulaşıcı hastalıklar olduğunda dünya üzerinde yaşayan herkes, aynı gemide yol alır.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 21 Kasım 2023’te yayımlanmıştır.