Gazze’de olanlar, iklim değişikliği, ırkçı siyasetin yükselişi, giderek bazı coğrafyalarda yaşayan insanların hayatlarının değersizleştirilmesi ve bunun normalleştirilmesi.
Dünyanın dört bir yanında yaşananlar her geçen gün insanları umutsuz bir ruh haline sürüklerken, London School of Economics’ten öğretim üyesi Lea Ypi, The Guardian’da yayımlanan yazısında tam da bu koşullarda neden umudumuzu kaybetmememiz gerektiğini anlatıyor.
Yazının öne çıkan bazı bölümlerini aktarıyoruz:
“2023 yılının bana umut veren anı, tüm umutlarımın kaybolduğunu düşündüğüm an oldu. Ekim ayının ortasında bir cuma sabahıydı ve öğrencilerimle Immanuel Kant’ın 1784 tarihli makalesi ‘Aydınlanma nedir?’i incelemeye başlamıştık.
Çoğu insan umudun, arzu ile inanç arasında bir yerde bulunan bir tutum olduğunu düşünür: Belirli bir sonuca yönelik arzu ve bir şeyin bunun gerçekleşmesini kolaylaştırdığı inancı.
İsteklerimize uyup uymadığını görmek için dünyada kanıt ararız, bulursak umudumuz olur; aksi takdirde olmaz.
Umut nedir?
Ama benim için umudun anlamı farklı.
Umutlu olmanın dünyanın gidişatıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu bir tür görevdir, ahlakın gerekli bir tamamlayıcısıdır.
Başkalarının da aynısını yapacağını düşünmek için bir nedenimiz yoksa, doğru olanı yapmaya çalışmanın ne anlamı var?
Sorumluluğun kapasitelerini aştığını düşünüyorsak, başkalarını sorumlu tutmanın ne anlamı var?”
Yazar, umudun nihilizmin karşıtı olduğunu söylüyor:
“Paradoksal olarak, dünya ne kadar kötüleşirse bununla mücadeleye devam edebilmek için o kadar umutlu kalmanız gerekir.
Umutlu olmak, doğru sonucu garanti etmek değil, doğru ilkeyi korumaktır: Ahlaki bir dünyanın anlamlı olmasını sağlayan bir ilkedir bu.
Umudu kaybetmek
Peki, benim durumumda umudunu kaybetmek ne anlama geliyordu?
Bu ilkeye olan inancı kaybetmekti.
Siyasi düşünce tarihi dersimde Aydınlanma’nın sloganı olan sapere aude’yi (aklını kullanma cesaretini göster) tartışıyor ve Kant’ın bunu neden ‘insanın kendi suçu olan olgunlaşmamışlığından sıyrılma’ olarak tanımladığını araştırıyordum.
‘Kendi başınıza düşünmek, kendinizi başkalarının yerine koymayı düşünmek ve her zaman tutarlı düşünmek: Bunlar aydınlanmış düşüncenin ilkeleridir’ dedim öğrencilere. Göründükleri kadar soyut, bireyci ya da statükoya bağlı değillerdir; tam tersine, içinde yaşadığımız dünya ile inşa etme sorumluluğumuz olan dünya arasındaki boşluğu doldurmak açısından hayati önemdedirler. (…)
Öğrencilerimden biri (…) Kant’ın, Aydınlanma çağında yaşadığı için şanslı olduğunu; en azından o zamanlar insanların bu tür şeyleri sevdiğini söyledi.
Bir diğeri, 18’inci yüzyılda algoritmaların, sosyal medyanın ve yankı odalarının bulunmadığını ve bu nedenle kamusal söylem yoluyla Aydınlanma’ya inanmanın hâlâ mümkün olduğunu ifade etti. Ardından Balkanlardan gelen üçüncü bir öğrencim söz aldı: Soykırımı durdurmamıza bile yardım edememişse, Aydınlanma bizim için ne yapmıştı?
PowerPoint slaytlarımdan uzaklaşıp pencereden dışarı baktım.
İnandığımız dünya ile yaşadığımız dünya arasındaki fark
O ana kadar söylediğim her şey kulağa saçma geliyordu.
Okuduğum, öğrettiğim ve inandığım dünya ile içinde yaşadığım dünya arasında öyle bir uçurum vardı ki.
Her sabah sosyal medyamı kontrol edip haberlerden bir anlam çıkarmaya çalışıyordum ve bulabildiğim tek şey, dünyayı masum sivilleri öldürmenin bazen, bazı insanlar için, bazı koşullar altında kabul edilebilir olduğuna inandırmaya yönelik çabalardı.
Bu genişletilmiş ve tutarlı düşünme düsturuna ve bunu izleyen çifte standart eleştirisine tutunduğum için delirmiş mi sayılırdım? Politikanın bir düzeyde ahlaka karşı sorumlu kalabileceğine inanmak o kadar saçma mıydı?
Umut etmek ahlaki bir görev mi?
Bu soruları daha önce kendime hiç sormamıştım. Dahası, her ortaya çıktıklarında kendime umut etmenin ahlaki bir görev olduğunu hatırlatırdım. Ama bu sefer işe yaramadı. Akla olan inancımı kaybetmiştim ve sözlerim kendim için bile anlam ifade etmiyordu artık.
Peki nasıl toparlandım? Kendime, kendime has bakış açımı hatırlatmaya çalıştım. Varoluşsal çaresizliğimin, felsefi ikilemlerimin ve sorularımın ayrıcalığımı nasıl yansıttığını hatırlattım.
Haksızlığa maruz kalan, onurlarına yönelik hakaretlere göğüs geren, ötekileştirilen, susturulan, sömürülen, ölüme terk edilen ya da öldürülen insanlar, kendilerine umutlu olup olmadıklarını sormayı göze alamazlar. Hayata tutunurlar, baş etmeye çalışırlar, savaşırlar. (…)
Bizlerin yapabileceği, en azından umudun zeminini sorgulamaktan kaçınmak ve kendimize biraz daha müsamaha göstermektir. Belki de Aydınlanma’nın gerçek siyasi anlamı budur: Umudun olup olmadığı, yalnızca ondan şüphe etme ayrıcalığına sahip olanlar için geçerli bir sorudur. Bu da dünyanın çok küçük bir kısmı için geçerli.”
Bu yazı ilk kez 2 Ocak 2024’te yayımlanmıştır.