Batı, son iki yüzyıldır “insan”ı tartışıyor. Tarihte (bilinen) ilk defa Eski Yunan’da “çözülecek bir mesele” olarak ele alınan insan-dünya ilişkisi, modern devirle beraber Husserl’in tanımıyla “insanı bilme tutkusu”na evriliyor.1
İnsanı bilme tutkusu, sosyal bilimlere, edebiyata ve sanata çeşitli şekillerde tezahür etmiş, teknoloji ilerledikçe insanı ve dünyayı bir bütün olarak ele alma yetisinin zayıfladığı kabul edilmiştir. İnsanı bütün yönleriyle ele alan yaklaşımlar daha fazla önem kazanmıştır. İşte gelişmenin ivme kazandığı son yüzyılda yeni birçok tür ortaya çıktığı gibi roman türü de görünür olmuştur.
Modern bir tür olan roman, sanayi ve teknolojik gelişmelerle beraber ortaya çıkmış ve olgunlaşmıştır. Modern çağdan önce dünya nettir. Kundera’nın müthiş benzetmesiyle “Don Qujote evinden çıktı ve artık dünya tanınmayacak hale geldi”. Net dünya, bulanmaya başladı. İnsanı bilme tutkusuyla insan hayatı araştırılmaya başlandı ve yüzlerce görece değer sahip bir insan modeli ortaya çıktı. Bu yeni insan, köken olarak Avrupalı mıydı, evrensel miydi, geleneksel dönemle ne kadar bağlantılıydı gibi sorulara çok çeşitli cevaplar verildi-veriliyor.
Yeni insan-romanlarla paralel biçimde tartışılırken romanın kökenine dair açıklamalar aslında yeni insanı açıklamaya çalışma çabası ile harmanlanıyor. Örneğin Milan Kundera’ya göre roman, Avrupa’ya özgüdür. Fatih Andı ise, İnsan, Toplum ve Edebiyat kitabında özet olarak roman türünün Türk edebiyatının daha “saf” (pure) olan, yani karmaşık-bulanık olmayanın karşılığı halini bozduğunu, Tanzimat’tan beri tartışılma biçimiyle aktarmıştır.
Roman, kadınlar için tehlikeli midir?
Evet, roman türü, bu topraklarda ilk ortaya çıktığında reddedildi. Özellikle kadınlar üzerinden tartışıldı. Roman okumak, kızlar-kadınlar için “muzır” kabul edildi. Bu keskin görüşü açıkça ifade edenlerin yanı sıra örtük bir biçimde hemen her kesim kuşkusunu ortaya koydu. Fatih Andı, aynı çalışmasında kadın ve kızlara romanın yasaklanması gerektiği çağrısını yapan isimler arasında (değişik tonlarda) Mehmed Celal’i, Beşir Fuad’ı, Nabizade Nazım’ı, Tevfik Fikret’i ve Rıza Tevfik’i saymıştır.
Türk edebiyatı pek tabiî ki içinde birçok nesir türü barındırır, basit kurgulu efsaneler, masallar, menkıbeler onlarca nesir türü yüzyıllar içinde teşekkül etmiştir. Romanı, bu geleneksel türlerden ayırıp kuşkulu duruma düşüren durum, şahsi mahremiyeti ifşa ve sürekli çatışmaya dayanan kurgusudur.
Romandan önce hiçbir tür Türk edebiyatında bu denli insanın özeline eğilmemiştir. Belki devrin ileri görüşlü sayılabilecek isimlerinin kadınların roman okumasına karşı çıkışları o gün için anlaşılır bir durumdur. Zira büyük Fransız yazar Flaubert doğu toplumları için şöyle bir öngörüde bulunmuştur: “Avrupalı kadın örneği bulaşıcıdır. Günün birinde doğulu kadınlar da başlayacak roman okumaya, işte o zaman elveda Türk sakinliği ve huzuru…”2 Eskinin bu şekilde çatırdayıp hızla yok olması bütün toplumlar gibi Osmanlı toplumunu tedirgin etmiştir.
Aslında bu tartışmanın kadınlar üzerinden ilerleme nedeni, doğunun mahremiyet algısının kadının merkezde olduğu ev hayatının ve iç alemin mahremiyetidir. Bu mevzu uzar. Fitnat Hanımlar, Nigar Hanımlar, Fatma Aliyeler, İhsan Raifler ne şartlarda şiir yazmıştır? Türk kızları için kadim temenni, pencerenin önünde gergef işlemesi midir? Bugün bile en görünür sanat-edebiyat toplantılarında, dergilerinde kadın yazar-şair sayısının az olması/olmamasının nedeni nedir?
Kestirmeden cevap vereyim, geleneğin bahane edildiği ilkel barajlar. Bu bahsi burada kapatıp Safiye Erol’a doğru yol almaya çalışacağım.
Yazarla metin arasında Ciğerdelen
Yukarıda bahsettiğim Tanzimat’ta başlayan bu tartışmalardan çok zaman sonra değil, 1902’de Uzunköprü’de doğan Safiye Erol, içinde doğduğu toplumun kadınlardan farklı bir biçimde, 1919’da liseyi bitirip üniversite tahsili yapmıştır. Üstelik Almanya’da. Şöyle ki Babası Uzunköprü Belediyesinde kâtip, annesi Bektaşî Tekkesi’ne mensup Emine İkbal Hanım’dır. Aile 1906’da Üsküdar’a taşınır, ilkokulun ardından Fransız Mürebbiyeler Okulu’na devam eden; Safiye’nin Almanya macerası, Alman Lisesi’ne gitmesiyle başlar (1919). 1921’de Marburg an der Lahn’da yüksek tahsile başlayan Erol, Münih Üniversitesi’nde klasik Arap şiirinde bitki adlarına dair “Die Pflanzennamen in der altarabischen Poesie” başlıklı teziyle doktor unvanını alır.
Küçücük yaşta kendisini Doğu ve Batı medeniyetinin ortasında bulur. Öğrenim gördüğü yıllarda ailesinden aldığı köklü terbiye ile ait olduğu dünyadan kopmaz. Bir bakış açısına göre Tanzimat edebiyatçılarının korku dolu kehaneti yerine gelmiş, bu denli tahsil yapan bir kadın yazar, kadın ruhuyla kadın bedeninin en mahrem yönlerini ortaya koyan romanlar yazmıştır. Bir diğer bakış açısı ile içinden geldiği milli ve tasavvufi kültürle modern insanın sorunlarına cevap aramıştır. Erol’un yaşadıkları döneme göre yüksek öğrenim görmüş kadın kahramanları, hayatta sadece “aşk” karşısında yenilgiye uğrarlar. Düştükleri aşk karmaşasını tasavvufî bakış açısıyla çözme yollarını denerler.
Safiye Erol’un romanlarında millî, tarihî ve mistik bir hava hâkimdir. Folklorik denebilecek unsurları kendinden önce kimse Türk edebiyatında bu denli kullanmamıştır. Ele aldığı konulara kadın hassasiyeti ile yaklaşan Safiye Erol’un eserlerinde olaylar, çatışmalar “kadın” kahramanların merkezinde gelişir.
Derinlik ve edebi bakımdan mükemmelliği yakalayan eseri Ciğerdelen’de serhat tarihinin bir dönemini ele alır, efsaneler ile gerçekler iç içe geçer. Bu geçişlerin örgüsü aşkın derinlikleridir. Osmanlı Devleti’nin yükseliş çağlarında Rumeli topraklarında sınır boylarında yaşayan akıncıların hayat hikâyesiyle torunlarının hayat tarzını karşılaştırıldığı, Ciğerdelen’de geçmişle çağdaş zaman arasında bir ilişki kurulur. Davranışlar ve hisler bakımından anlatılan bu ilişki kadın kahramanlarla devleşir.
Safiye Erol’un çağdaşı olan kadın yazarlar Kerime Nâdir, Mükerrem Kâmil Su, Güzide Sabri, Muazzez Tahsin Berkand, Şükûfe Nihal Başar da kadın kahramanları yazmıştır. Ancak hiçbiri Erol kadar derinleşememiştir.
Safiye Erol, Batı’yı tümden reddeden görüşlere karşın Batı’dan gelen her şeyi değersiz görmez. Ancak bütün erdemler onun içinden çıktığı kültüre aittir. Bu noktada bir kuşku götürmeyen birçok fikre ve ifadeye sahiptir.
Onun kadın kahramanları, pek tabii diğer çağdaşlarının kahramanları gibi mutsuzdur, aşk acısı çekerler. Ama bu mutsuzluğun onları götürdüğü nokta manevi olarak yükseliştir, olgunluktur.
Çok ilginç bir şekilde Erol, devrinin ve içinden çıktığı dini-milli çevrenin ahlâkî yargılamalarından uzak kadın kahramanlar yaratmıştır. Yozlaşmaktan kaçınmaya çalışan bir cinsellik anlayışı vardır. Lüksemburg, Kollontay ya da Zetkin gibi cinsel devrim-ideoloji ilişkisinin savunucusu olmasa dahi hayatın tabii bir parçası olarak kabul eder cinselliği Erol. Bir röportajında en çok felsefe, tarih, tasavvuf edebiyatı, halk edebiyatı, masallar okuduğunu söylemiştir. Belki de cinselliği tasavvufi düşüncede yer aldığı gibi tekâmül için bir basamak kabul etmiştir. Olduğu yerden ne bir fazla ne bir eksik değer yüklemiştir cinselliğe. Küçümsememiştir.
Safiye Erol’un diğer kadın romancılardan önemli bir farkı da sağlam mekân algısı ve kurgusudur. Heterodoks bir anlayış hâkimdir mekân algısına. Mekânlara bazı gizci, yani batıni anlamlar yüklenmiştir. Ancak bu gizler okurun kodları doğrultusunda çözülebilir. Ustalıkla gizlenmiş hakikatin dış odası, görünürde bir kadının erkeğe aşkıdır. Bu durum yeni Türk edebiyatı için nadir rastlanan başarılı durumlardandır.
Neden yaşadığı dönemde kıymeti bilinmedi?
İnsan ruhunun karanlık, gölge yanları belki Safiye Erol’dan önce hiçbir Müslüman Türk kadını tarafından bu netlikte anlatılmamıştır. Tarih boyunca pek çok benzerinde olduğu gibi Erol da devrinde çok dikkat çekmemiştir. Ancak Ciğerdelen (1946) gazetelerde tefrika edildikten sonra yayınlanınca belli bir şöhret elde edebilmiştir. Çünkü yazar, hem yapı bakımından kullandığı teknik hem de derinlemesine analizleri ve kullandığı semboller ile çağdaşlarından farklı bir eser ortaya koymuştur.
Erol’un ilk romanı, 1935’de Vakit gazetesinde tefrika edildikten sonra kitap olarak basılan Kadıköyü’nün Romanı’dır (1938). Kaderi farklı bir kurguyla ele alan Ülker Fırtınası (1944), Ciğerdelen (1946, 1974) yıllarında yayınlanmıştır. Devrinde edebiyat tarihçileri dışında pek fazla gündeme gelemeyen yazarın 2000 yılından sonra Dineyri Papazı (2001), Çölde Biten Rahmet Ağacı (2001) ve diğer romanları basılınca bir miktar tanınırlığı artmıştır.
Evet Safiye Erol, geç fark edilmiş bir yazardır. Sâmiha Ayverdi ile birlikte hazırladığı Ken’an Rifâi ve Yirminci Asrın Işığında Müslümanlık eseri 1951’de basılmıştır. Ayrıca Portugaliya İmparotoriçesi (Selma Lagerlöff’ten, 1941), Su Kızı (La Motte-Fouqué’den, 1945) adlı çalışmaları mevcuttur.
Yazacak, anlatacak daha çok şey var Safiye Erol için, Umberto Eco’nun uyarısını dikkate alarak, yorumdan aşırı yoruma geçmek istemiyorum. Meşru da bulmuyorum aşırı yorumu. Metin öncesi dönem olan yazarın niyeti mevzuuna bir miktar atıfta bulundum, Erol’un yetiştiği Edirne-Balkanlar ve kültürüne bağlılığı bahsinde. Bugün örneğin Ciğerdelen’in doğumundan onlarca yıl geçmişken metnin niyeti bakımından daha da sağlamlaştığını düşünüyorum. Tabii metnin niyeti, biz okurun niyeti ile mecz olacaktır, Erol’u vatanını çok seven, yaratıcısını çok seven bir kadın yazar olarak kabul edip okuyacağız.
Bireyin insani yönlerini psikolojik tahlillerle estetize eden bir yazarı anlamaya çalışacağız. Okurken şu kuramsal bilgiyi zihnimizde tutmamız gerektiğinin altını çiziyorum, çağdaş okur gnostisizmi, kodlu metinleri okumaya çok daha hazır bir durumda. Bunun için hevesli olmak yeterlidir. Misal, Ciğerdelen işte bütün kategorilerden uzak çağlar üstü bir kurgudur. Eco’nun dediği gibi gerçek bir okur olalım yani metnin yazarın niyetini aşan bir gize hatta boşluğu olduğunu anlayalım.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Mart 2022’de yayımlanmıştır.