En çok güvendiğimiz kurumlar araştırmaları ne kadar güvenilir?

En çok güvendiğimiz kurumlar neden güvenlik kurumları? Güven yerine güvenliği geçirmiş olmamız bize dair ne söylüyor? Güven nasıl ölçülür? Güven ve demokrasi arasındaki ilişkiyi Erkan Koca yazdı.

Kabul edelim, güvenilen kurumlar araştırmalarını pek seviyoruz. Zira topluma, sisteme ve kurumlara yönelik derin güvensizliklerimiz var. Bu gerçekle her geçen gün daha yakından yüzleştikçe güven duyacak dayanaklara olan ihtiyacımız da artıyor.

Dolayısıyla “en çok güvendiğimiz kurumlar” araştırmaları ilgi çekiyor.

Türkiye’de, bu tür çalışmalar arasında en “güvenilir” olarak tanımlananlardan biri, hiç şüphesiz her yıl Kadir Has Üniversitesi’nce yapılan ve kamuoyuyla da paylaşılan “Türkiye Eğilimleri Araştırması.” Bu çalışma, nicel verilere dayalı olarak çok çeşitli eğilimleri yıllık olarak belirliyor ve topluma duyuruyor. Araştırılan konulardan biri de en çok güvenilen kurumlar.

15 Ocak 2020’de kamuoyuyla paylaşılan son çalışmaya göre, halkımızın en çok güvendiği kurumlar arasında ilk üç sırada Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Jandarma ve Polis var. Çarpıcı bir bulgu olarak da TSK’nın tıpkı 90’larda olduğu gibi uzunca bir gerileme döneminin ardından yeniden liderliğe yükselmiş olması belirtiliyor.

Peki ama bu tespitler bize tam olarak ne söylüyor? En çok güvenilen kurumlar çalışmalarına ne kadar güvenebiliriz?

Güven mi güvenlik mi?

Bir kere, şunu baştan belirtmek gerekir ki, bu bulgular geçerliyse ortada çok ciddi bir sorun var demektir. Çünkü, temel koşullara sahip demokratik bir toplumun en çok güvendiği kurumların silah ve zor gücü kullanma yetkisine sahip, kendisini topluma en çok kapatan, şeffaflığı ve hesap verebilirliği en az olanlar olması ne kadar normal? Nasıl olur da bir toplum, gerçek anlamda denetleyemediği, onların zor gücüne karşı güçlü bir hukuk güvencesine sahip olamadığı, işin öznesi değil nesnesi olmaya razı olduğu bu kurumlara, bu denli güvenir?

Her şeyden önce, en güvenilir olarak bulunan bu kurumlar, “güven” değil “güvenlik” kurumlarıdır. “Güven”’in yerine “güvenlik”’i geçirmiş olmamız, sorunların demokratik yollarla çözümünün zor olduğunu düşündüğümüzü, sivil kültürün zayıflığını ve güce dayalı bir güvenlikçi bakışa olan yatkınlığımızı ele veriyor. Kalıcı bir güvenden yoksun olduğumuz için geçici bir güvenlik haline bağımlı hale geldiğimizi ve korkularımızın bir tezahürü olarak da güvenlik kurumlarına sarıldığımızı gösteriyor. Bu durum bize, asıl çalışılması gereken büyük sorunun “güven” dendiğinde otomatik olarak “güvenlik”’i anlamamız olduğunu işaret ediyor.

‘Güven’in yerine ‘güvenlik’i geçirmiş olmamız, sorunların demokratik yollarla çözümünün zor olduğunu düşündüğümüzü, sivil kültürün zayıflığını ve güce dayalı bir güvenlikçi bakışa olan yatkınlığımızı ele veriyor.

Diğer yandan, bu çalışmalar, “en çok” sorusunun sorulabilmesi için gerekli olan asgari şartlara sahip mi, belli değil. Yani, en çok hangi kuruma güveniriz sorusunun cevabının Tarım Bakanlığı çıkma olasılığı ile güvenlikten sorumlu kuruluşlar olma olasılığı gerçekten eşit midir? İnsanlar, Çevre Bakanlığı’na Polis’ten daha mı az güvenirler gerçekten? Bu tür araştırmalarda, bir gün Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın en güvenilen kurum çıkma olasılığı var mıdır ve ne kadardır? İtfaiye teşkilatına neden güvenmiyoruz peki? Hayatları pahasına çalışan bu insanlar neyi tam olarak yapamıyorlar? Ya da, toplumun yüzde 20’si gibi çok küçük bir oranından sorumlu kolluk birimi olan Jandarma’ya dair genel kamuoyu neyi ne kadar deneyimleyebiliyor ki, ona dair sorulara gerçek anlamda cevap verebilsin?

Bu tür araştırma sonuçları, bir tür popülerlik için gereklidir belki ancak bilimselliği şüphelidir. Güven konusu, demokratik toplumların temelinde yatan bir gereklilik olarak son derece önemli, her zaman yakıcı ve ne kadar çalışılsa azdır, üstelik niceliksel değil niteliksel bir değerdir ve dolayısıyla nicel çalışmalarla ölçülemez.

Güven nedir? Nasıl ölçülmelidir?

Güven konusu, yönetimlere ya da kurumlara yönelik “hangi” değil “nasıl” sorusunun cevabında var olur. Güven her zaman için “koşullu” yani, devamı için gerekli koşulların sürmesine muhtaçtır. Kayıtsız-şartsız güven diye bir şey yoktur; son derece kayıtlıdır ve şartlıdır! “Güvenmek hiçbir zaman körü körüne itaat etmek değil, sağlam bir muhakeme ile güven tesis etmek -veya etmemek- demektir.”[efn_note]O’Neill, O. (2016), Güven Meselesi, çev: Defne Orhun, İstanbul: RWI.[/efn_note]

İnsan, nesnesi olduğu bir şeye güven duyamaz gerçekte. Dahası güven, sivil bir kavramdır; güvenlikse her zaman militerlik taşır. Güvenlik kurumları, tekel kurumlardır. Yani, o alanla ilgili yegâne yetkili mercilerdir. Bir hizmetin tekel oluşu, kayıtsız-şartsız ve zorunlu bir ilişkisellik doğurur. Aynı oranda da büyük bir sorumluluk yükler.

Mesela, hastalandığınızda bir hastaneye gider, aldığınız hizmetten memnun olmazsanız, başka bir hastane ve doktora gitme hakkınız her zaman vardır. Fakat başınıza bir şey geldiğinde, mesela hırsızlığa maruz kaldığınızda gidebileceğiniz kolluk mercii, devlet tarafından belirlenir; beğenmeme, başka bir yere gitme şansınız yoktur. Oysa ki güvenin gerçek anlamda ölçülebilmesi ya da anlaşılabilmesi için insanların başkaca seçeneklerinin olması elzemdir.

Oysa ki güvenin gerçek anlamda ölçülebilmesi ya da anlaşılabilmesi için insanların başkaca seçeneklerinin olması elzemdir.

Burada, söz konusu polis birimini beğenmeme ya da başka bir yerin polis biriminden hizmet talep etmek söz konusu değildir. Bu “tekel” hali nedeniyle, polisin üzerine aldığı sorumlulukla ilgili göstereceği zaaf, eksiklik ya da yanlışlık hiçbir zaman sadece sahada hizmeti veren polislere indirgenemez; çoğu kez doğrudan doğruya -ve gayet haklı olarak!- devletin hanesine yazılır. Böyle olması da gerekir çünkü sorunlu bir durum olduğunda bunu bireysel olarak değiştirmek neredeyse imkansızdır. Dahası, bunun böyle olmasını bizatihi devlet istemiş, gidebileceğiniz merciiyi tekil olarak o tanımlamış, mecbur etmiş yani zorlamıştır. O nedenledir ki bu zorlayıcı gücün kötüye kullanılmamasında şartların herkes için aynı olması ve kimseye ayrıcalık ya da farklı muamele gösterilmemesi oldukça kritik bir önemdedir.

Bel bağlamak zorunda olmak

Tercih yapamama, güven duyma ya da an azından bel bağlama zorunluluğunu doğurur. Örneğin, güvenimiz zedelense bile hükümeti, hukuk sistemini veya para birimini bir kenara itemeyeceğimiz gibi, bizi koruma konusunda da polise bel bağlamamazlık edemeyiz.

Bu, tıpkı savaşlar, iklim değişikliği ya da nükleer kazalar gibi insanı “aştığı düşünülen” büyük hadiseler karşısındaki tutumumuz gibidir. Bu gibi hadiseler, insan kaynaklı değilmiş gibi algılanır ve insan kaynaklı olmayan tehditler her zaman için daha küçük bir güvensizlik kaynağıdır. Güven de tıpkı böyledir işte; temas gerektirir ve temas yokluğu ölçüsünde sahteleşir. Var gibi zannedilir. Oysa güven, en sahici duygularımızdan biridir. Her koşulda, insan-insana ilişkiye ihtiyacı gösterir.

Güvenlik kurumları, biraz çelişkili gibi görünse de sivilliğin temelindeki güvenin sembolü işlevi görür. O nedenle de, aynı zamanda derinlerdeki hastalığın ilk sıçradığı yerlerdir. Örneğin kolluğun (polis ve jandarmanın) varlık nedeni, toplumsal düzenin şiddete başvurulmadan sağlanmasının teminat altına alınması, insanlararası ilişkilerin hiçbir koşulda sivilliğini kaybetmemesinin sağlanmasıdır ki nitelikli bir demokrasi de bu değerler üzerine oturur.

Bütün bunlardan sonra şunu belirtmek gerekir ki en çok güvenilen kurumlar araştırmaları aslında en çok, yaşadığımız güvensizlikleri ve “sahte güven”i ortaya koyar. Ve bu noktada iyimser olmak için güçlü bir neden ortaya çıkar. Çünkü, biliyoruz ki devlete ve onun kurumlarına duyulacak sahte bir güvendense, güvensizlik demokrasi açısından daha sağlıklıdır. Zira, “Eğer ki devlet güvenilir olmak için gereken şeyleri yapmakta yetersiz kalıyorsa güvensizlik demokrasi için yıkıcı değil tam aksine sağlıklıdır … demokrasilerde insanların yönetimlere duydukları güven her zaman koşulludur ve öyle de olmalıdır… şüpheyle yaklaşanların kurumsal olarak korunmaları ve güvensizlik, çok daha demokratik bir devlet için temel itici güç bile olabilir.”[efn_note]Levi, M. (1998), ‘State of Trust’, içinde, V. Braithwaite ve M. Levi (der.), Trust and Governance, Russell Sage Foundation.[/efn_note] Demokrasiler daha güvenlikli değil daha güvenli yerlerdir.

Demokratik ülkelerde, otoriter ve totaliter ülkelere kıyasla suç oranları çok daha yüksektir ancak halk her anlamda daha güvende hisseder. Demokratik güvenlik, belirsizlik ve güvensizliğin ortadan kaldırılmasından çok toplumun buna rağmen kendini güvende hissedebileceği bir anlayış üzerine oturmadığı takdirde güvenlik gerekçesiyle yapılan her müdahale özgürlüğün geçici sınırlaması değil parçalı kaybıdır.

Demokratik ülkelerde, otoriter ve totaliter ülkelere kıyasla suç oranları çok daha yüksektir ancak halk her anlamda daha güvende hisseder.

En çok güvenlik kurumlarına güvenmek, hangi korkularımızın ürünü?

Bu anlamda en fazla güvenilen kurumların güvenlik kurumları oluşu, halkın güvensizliklerinden kurtulmak için en belirli olana yönelmesidir. Oysa, en çok güvenlik kurumlarına güven duyulan bir yerde, çoğu kez korku içten içe kemirmektedir. Güvenlik kurumları, teminat ve güvencedir, güven değil. Teminat olabilmek de son derece önemlidir elbette, ama demokrasi açısından çok kritik bir sorun olarak toplum, belki de “güven”i kaybettiği için onun tam olarak nasıl bir şey olduğu duygusunu da bilememektedir.

Başka bir deyişle, toplum güven dendiğinde güvenlik kurumlarından başka yerleri düşünememektedir. Sıralamanın TSK- Jandarma – Polis diye gitmesi, güven düzeyinden çok yaşanan birebir somut deneyim düzeyiyle de ilgilidir aslında. Bu nedenle, bu araştırmalarda katılımcıların en çok güven duydukları kurumları sıralarken neden böyle düşündüklerini de söyleyebilir olmaları beklenir. Ve tam bu noktada biliyoruz ki bu kurumlar, gerçek dünyadaki somut karşılıklarının ötesinde, her insanın kafasında soyut bir güçlü alanı tutan, olmazsa olmaz bir zihinsel yere oturan yapılardır.

Güvenlik denince dünyanın her yerinde insanların aklına bir biçimde polis gelir çünkü polis -tıpkı- güven gibi sivil bir kurumdur oysa güvenlik, her zaman için militerlik içerir ve tam da bu nedenle asker gerçek anlamda bir güven kurumu değildir. İnsanlar kendilerini, kurumların nasıl yönetildiğinden ve topluma yönelik sorumluluklarını nasıl yerine getirdiklerinden çok, ne yaptıklarına ve zihinlerde neye karşılık geldiklerine göre değerlendirmeye tabi tutmak zorunda hissederler.

Sözün özü, bu kurumlar en çok güvendiğimiz değil en çok güvenmek zorunda hissettiğimiz kurumlardır ve bu gibi araştırmalar kime ne kadar güvendiğimizi değil aslında derin güvensizliklerimizi açığa çıkaran çalışmalardır. Güven duygusu, zorunluluk kabul etmez. Hiç kimse zorunlu olarak güvenmek zorunda olduğu birine gerçek anlamda güvenmez. Sağlam temellere dayanan güven duygusu sorgusuz bir kabule değil etkin bir sorgulamaya dayanır.

Merkeziyetçi ve güvenlikçi bir demokrasiden daha katılımcı, aşağıdan ve sivil bir demokrasiye geçtikçe bu gibi çalışmaların yapılma sıklığı da epeyce düşecek ve ilk üçe tek bir güvenlik kurumu dahi giremediğinde tıpkı özgürlüklerimiz gibi güvenimiz de gerçek anlamda yükselecektir. Hayır, güvenliğimizden de hiçbir şey eksilmeyecektir!

Twitter: @ahmeterkankoca

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 16 Ocak 2020’de yayımlanmıştır.

Erkan Koca
Erkan Koca
Erkan Koca, gerçek anlamda işleyen, hukukun ve kurumların güvencesinde nitelikli bir demokrasiye ulaşmak adına güvenlik ve yasa, siyaset ve hukuk, özgürlük ve güvenlik gibi netameli başlıklarda saha çalışmaları ve araştırmalar yapıyor. Polisliğin Kitabını Yazmak: Antropolojik Açıdan Polis Bürokrasisi ve Görünümleri ile Düzen ve Kargaşa Arasında: Polis Açısından Gezi Olayları adlarıyla yayımlanmış iki kitabın yanı sıra Demokrasiyi Korumak başlıklı bir başka kitabı daha bu yıl için yayıma hazırlıyor. Telif çalışmalarının dışında, Suçsuz Yere Polislik: Artvin’de Polis-Halk İlişkisi Üzerine Etnografik Bir İnceleme başlıklı bir saha çalışması ve Nereye Gitti Bu Entelektüeller, Küçük Yerler Büyük Meseleler, Sosyolojiye Çağrı, Güvenlik ve Toplum, Kitapları Nasıl Okumalı, Siyasal Antropoloji, Kültür Teorileri, Alan Çalışması gibi yayımlanmış çok sayıda çevirisi bulunuyor. Sosyal ve kültürel antropoloji alanında Ankara Üniversitesi’ndeki yüksek öğreniminin ardından çeşitli zamanlarda Birmingham, Lund, Oslo ve New York üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak bulundu. Yakın zamanda, PODEM için Özge Genç ile birlikte Kriz Zamanlarında Güvenlik Kurumları ve Sivil Toplum İlişkisi raporunu kaleme aldı. Serbestiyet haber sitesine yazılar yazıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

En çok güvendiğimiz kurumlar araştırmaları ne kadar güvenilir?

En çok güvendiğimiz kurumlar neden güvenlik kurumları? Güven yerine güvenliği geçirmiş olmamız bize dair ne söylüyor? Güven nasıl ölçülür? Güven ve demokrasi arasındaki ilişkiyi Erkan Koca yazdı.

Kabul edelim, güvenilen kurumlar araştırmalarını pek seviyoruz. Zira topluma, sisteme ve kurumlara yönelik derin güvensizliklerimiz var. Bu gerçekle her geçen gün daha yakından yüzleştikçe güven duyacak dayanaklara olan ihtiyacımız da artıyor.

Dolayısıyla “en çok güvendiğimiz kurumlar” araştırmaları ilgi çekiyor.

Türkiye’de, bu tür çalışmalar arasında en “güvenilir” olarak tanımlananlardan biri, hiç şüphesiz her yıl Kadir Has Üniversitesi’nce yapılan ve kamuoyuyla da paylaşılan “Türkiye Eğilimleri Araştırması.” Bu çalışma, nicel verilere dayalı olarak çok çeşitli eğilimleri yıllık olarak belirliyor ve topluma duyuruyor. Araştırılan konulardan biri de en çok güvenilen kurumlar.

15 Ocak 2020’de kamuoyuyla paylaşılan son çalışmaya göre, halkımızın en çok güvendiği kurumlar arasında ilk üç sırada Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK), Jandarma ve Polis var. Çarpıcı bir bulgu olarak da TSK’nın tıpkı 90’larda olduğu gibi uzunca bir gerileme döneminin ardından yeniden liderliğe yükselmiş olması belirtiliyor.

Peki ama bu tespitler bize tam olarak ne söylüyor? En çok güvenilen kurumlar çalışmalarına ne kadar güvenebiliriz?

Güven mi güvenlik mi?

Bir kere, şunu baştan belirtmek gerekir ki, bu bulgular geçerliyse ortada çok ciddi bir sorun var demektir. Çünkü, temel koşullara sahip demokratik bir toplumun en çok güvendiği kurumların silah ve zor gücü kullanma yetkisine sahip, kendisini topluma en çok kapatan, şeffaflığı ve hesap verebilirliği en az olanlar olması ne kadar normal? Nasıl olur da bir toplum, gerçek anlamda denetleyemediği, onların zor gücüne karşı güçlü bir hukuk güvencesine sahip olamadığı, işin öznesi değil nesnesi olmaya razı olduğu bu kurumlara, bu denli güvenir?

Her şeyden önce, en güvenilir olarak bulunan bu kurumlar, “güven” değil “güvenlik” kurumlarıdır. “Güven”’in yerine “güvenlik”’i geçirmiş olmamız, sorunların demokratik yollarla çözümünün zor olduğunu düşündüğümüzü, sivil kültürün zayıflığını ve güce dayalı bir güvenlikçi bakışa olan yatkınlığımızı ele veriyor. Kalıcı bir güvenden yoksun olduğumuz için geçici bir güvenlik haline bağımlı hale geldiğimizi ve korkularımızın bir tezahürü olarak da güvenlik kurumlarına sarıldığımızı gösteriyor. Bu durum bize, asıl çalışılması gereken büyük sorunun “güven” dendiğinde otomatik olarak “güvenlik”’i anlamamız olduğunu işaret ediyor.

‘Güven’in yerine ‘güvenlik’i geçirmiş olmamız, sorunların demokratik yollarla çözümünün zor olduğunu düşündüğümüzü, sivil kültürün zayıflığını ve güce dayalı bir güvenlikçi bakışa olan yatkınlığımızı ele veriyor.

Diğer yandan, bu çalışmalar, “en çok” sorusunun sorulabilmesi için gerekli olan asgari şartlara sahip mi, belli değil. Yani, en çok hangi kuruma güveniriz sorusunun cevabının Tarım Bakanlığı çıkma olasılığı ile güvenlikten sorumlu kuruluşlar olma olasılığı gerçekten eşit midir? İnsanlar, Çevre Bakanlığı’na Polis’ten daha mı az güvenirler gerçekten? Bu tür araştırmalarda, bir gün Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın en güvenilen kurum çıkma olasılığı var mıdır ve ne kadardır? İtfaiye teşkilatına neden güvenmiyoruz peki? Hayatları pahasına çalışan bu insanlar neyi tam olarak yapamıyorlar? Ya da, toplumun yüzde 20’si gibi çok küçük bir oranından sorumlu kolluk birimi olan Jandarma’ya dair genel kamuoyu neyi ne kadar deneyimleyebiliyor ki, ona dair sorulara gerçek anlamda cevap verebilsin?

Bu tür araştırma sonuçları, bir tür popülerlik için gereklidir belki ancak bilimselliği şüphelidir. Güven konusu, demokratik toplumların temelinde yatan bir gereklilik olarak son derece önemli, her zaman yakıcı ve ne kadar çalışılsa azdır, üstelik niceliksel değil niteliksel bir değerdir ve dolayısıyla nicel çalışmalarla ölçülemez.

Güven nedir? Nasıl ölçülmelidir?

Güven konusu, yönetimlere ya da kurumlara yönelik “hangi” değil “nasıl” sorusunun cevabında var olur. Güven her zaman için “koşullu” yani, devamı için gerekli koşulların sürmesine muhtaçtır. Kayıtsız-şartsız güven diye bir şey yoktur; son derece kayıtlıdır ve şartlıdır! “Güvenmek hiçbir zaman körü körüne itaat etmek değil, sağlam bir muhakeme ile güven tesis etmek -veya etmemek- demektir.”[efn_note]O’Neill, O. (2016), Güven Meselesi, çev: Defne Orhun, İstanbul: RWI.[/efn_note]

İnsan, nesnesi olduğu bir şeye güven duyamaz gerçekte. Dahası güven, sivil bir kavramdır; güvenlikse her zaman militerlik taşır. Güvenlik kurumları, tekel kurumlardır. Yani, o alanla ilgili yegâne yetkili mercilerdir. Bir hizmetin tekel oluşu, kayıtsız-şartsız ve zorunlu bir ilişkisellik doğurur. Aynı oranda da büyük bir sorumluluk yükler.

Mesela, hastalandığınızda bir hastaneye gider, aldığınız hizmetten memnun olmazsanız, başka bir hastane ve doktora gitme hakkınız her zaman vardır. Fakat başınıza bir şey geldiğinde, mesela hırsızlığa maruz kaldığınızda gidebileceğiniz kolluk mercii, devlet tarafından belirlenir; beğenmeme, başka bir yere gitme şansınız yoktur. Oysa ki güvenin gerçek anlamda ölçülebilmesi ya da anlaşılabilmesi için insanların başkaca seçeneklerinin olması elzemdir.

Oysa ki güvenin gerçek anlamda ölçülebilmesi ya da anlaşılabilmesi için insanların başkaca seçeneklerinin olması elzemdir.

Burada, söz konusu polis birimini beğenmeme ya da başka bir yerin polis biriminden hizmet talep etmek söz konusu değildir. Bu “tekel” hali nedeniyle, polisin üzerine aldığı sorumlulukla ilgili göstereceği zaaf, eksiklik ya da yanlışlık hiçbir zaman sadece sahada hizmeti veren polislere indirgenemez; çoğu kez doğrudan doğruya -ve gayet haklı olarak!- devletin hanesine yazılır. Böyle olması da gerekir çünkü sorunlu bir durum olduğunda bunu bireysel olarak değiştirmek neredeyse imkansızdır. Dahası, bunun böyle olmasını bizatihi devlet istemiş, gidebileceğiniz merciiyi tekil olarak o tanımlamış, mecbur etmiş yani zorlamıştır. O nedenledir ki bu zorlayıcı gücün kötüye kullanılmamasında şartların herkes için aynı olması ve kimseye ayrıcalık ya da farklı muamele gösterilmemesi oldukça kritik bir önemdedir.

Bel bağlamak zorunda olmak

Tercih yapamama, güven duyma ya da an azından bel bağlama zorunluluğunu doğurur. Örneğin, güvenimiz zedelense bile hükümeti, hukuk sistemini veya para birimini bir kenara itemeyeceğimiz gibi, bizi koruma konusunda da polise bel bağlamamazlık edemeyiz.

Bu, tıpkı savaşlar, iklim değişikliği ya da nükleer kazalar gibi insanı “aştığı düşünülen” büyük hadiseler karşısındaki tutumumuz gibidir. Bu gibi hadiseler, insan kaynaklı değilmiş gibi algılanır ve insan kaynaklı olmayan tehditler her zaman için daha küçük bir güvensizlik kaynağıdır. Güven de tıpkı böyledir işte; temas gerektirir ve temas yokluğu ölçüsünde sahteleşir. Var gibi zannedilir. Oysa güven, en sahici duygularımızdan biridir. Her koşulda, insan-insana ilişkiye ihtiyacı gösterir.

Güvenlik kurumları, biraz çelişkili gibi görünse de sivilliğin temelindeki güvenin sembolü işlevi görür. O nedenle de, aynı zamanda derinlerdeki hastalığın ilk sıçradığı yerlerdir. Örneğin kolluğun (polis ve jandarmanın) varlık nedeni, toplumsal düzenin şiddete başvurulmadan sağlanmasının teminat altına alınması, insanlararası ilişkilerin hiçbir koşulda sivilliğini kaybetmemesinin sağlanmasıdır ki nitelikli bir demokrasi de bu değerler üzerine oturur.

Bütün bunlardan sonra şunu belirtmek gerekir ki en çok güvenilen kurumlar araştırmaları aslında en çok, yaşadığımız güvensizlikleri ve “sahte güven”i ortaya koyar. Ve bu noktada iyimser olmak için güçlü bir neden ortaya çıkar. Çünkü, biliyoruz ki devlete ve onun kurumlarına duyulacak sahte bir güvendense, güvensizlik demokrasi açısından daha sağlıklıdır. Zira, “Eğer ki devlet güvenilir olmak için gereken şeyleri yapmakta yetersiz kalıyorsa güvensizlik demokrasi için yıkıcı değil tam aksine sağlıklıdır … demokrasilerde insanların yönetimlere duydukları güven her zaman koşulludur ve öyle de olmalıdır… şüpheyle yaklaşanların kurumsal olarak korunmaları ve güvensizlik, çok daha demokratik bir devlet için temel itici güç bile olabilir.”[efn_note]Levi, M. (1998), ‘State of Trust’, içinde, V. Braithwaite ve M. Levi (der.), Trust and Governance, Russell Sage Foundation.[/efn_note] Demokrasiler daha güvenlikli değil daha güvenli yerlerdir.

Demokratik ülkelerde, otoriter ve totaliter ülkelere kıyasla suç oranları çok daha yüksektir ancak halk her anlamda daha güvende hisseder. Demokratik güvenlik, belirsizlik ve güvensizliğin ortadan kaldırılmasından çok toplumun buna rağmen kendini güvende hissedebileceği bir anlayış üzerine oturmadığı takdirde güvenlik gerekçesiyle yapılan her müdahale özgürlüğün geçici sınırlaması değil parçalı kaybıdır.

Demokratik ülkelerde, otoriter ve totaliter ülkelere kıyasla suç oranları çok daha yüksektir ancak halk her anlamda daha güvende hisseder.

En çok güvenlik kurumlarına güvenmek, hangi korkularımızın ürünü?

Bu anlamda en fazla güvenilen kurumların güvenlik kurumları oluşu, halkın güvensizliklerinden kurtulmak için en belirli olana yönelmesidir. Oysa, en çok güvenlik kurumlarına güven duyulan bir yerde, çoğu kez korku içten içe kemirmektedir. Güvenlik kurumları, teminat ve güvencedir, güven değil. Teminat olabilmek de son derece önemlidir elbette, ama demokrasi açısından çok kritik bir sorun olarak toplum, belki de “güven”i kaybettiği için onun tam olarak nasıl bir şey olduğu duygusunu da bilememektedir.

Başka bir deyişle, toplum güven dendiğinde güvenlik kurumlarından başka yerleri düşünememektedir. Sıralamanın TSK- Jandarma – Polis diye gitmesi, güven düzeyinden çok yaşanan birebir somut deneyim düzeyiyle de ilgilidir aslında. Bu nedenle, bu araştırmalarda katılımcıların en çok güven duydukları kurumları sıralarken neden böyle düşündüklerini de söyleyebilir olmaları beklenir. Ve tam bu noktada biliyoruz ki bu kurumlar, gerçek dünyadaki somut karşılıklarının ötesinde, her insanın kafasında soyut bir güçlü alanı tutan, olmazsa olmaz bir zihinsel yere oturan yapılardır.

Güvenlik denince dünyanın her yerinde insanların aklına bir biçimde polis gelir çünkü polis -tıpkı- güven gibi sivil bir kurumdur oysa güvenlik, her zaman için militerlik içerir ve tam da bu nedenle asker gerçek anlamda bir güven kurumu değildir. İnsanlar kendilerini, kurumların nasıl yönetildiğinden ve topluma yönelik sorumluluklarını nasıl yerine getirdiklerinden çok, ne yaptıklarına ve zihinlerde neye karşılık geldiklerine göre değerlendirmeye tabi tutmak zorunda hissederler.

Sözün özü, bu kurumlar en çok güvendiğimiz değil en çok güvenmek zorunda hissettiğimiz kurumlardır ve bu gibi araştırmalar kime ne kadar güvendiğimizi değil aslında derin güvensizliklerimizi açığa çıkaran çalışmalardır. Güven duygusu, zorunluluk kabul etmez. Hiç kimse zorunlu olarak güvenmek zorunda olduğu birine gerçek anlamda güvenmez. Sağlam temellere dayanan güven duygusu sorgusuz bir kabule değil etkin bir sorgulamaya dayanır.

Merkeziyetçi ve güvenlikçi bir demokrasiden daha katılımcı, aşağıdan ve sivil bir demokrasiye geçtikçe bu gibi çalışmaların yapılma sıklığı da epeyce düşecek ve ilk üçe tek bir güvenlik kurumu dahi giremediğinde tıpkı özgürlüklerimiz gibi güvenimiz de gerçek anlamda yükselecektir. Hayır, güvenliğimizden de hiçbir şey eksilmeyecektir!

Twitter: @ahmeterkankoca

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 16 Ocak 2020’de yayımlanmıştır.

Erkan Koca
Erkan Koca
Erkan Koca, gerçek anlamda işleyen, hukukun ve kurumların güvencesinde nitelikli bir demokrasiye ulaşmak adına güvenlik ve yasa, siyaset ve hukuk, özgürlük ve güvenlik gibi netameli başlıklarda saha çalışmaları ve araştırmalar yapıyor. Polisliğin Kitabını Yazmak: Antropolojik Açıdan Polis Bürokrasisi ve Görünümleri ile Düzen ve Kargaşa Arasında: Polis Açısından Gezi Olayları adlarıyla yayımlanmış iki kitabın yanı sıra Demokrasiyi Korumak başlıklı bir başka kitabı daha bu yıl için yayıma hazırlıyor. Telif çalışmalarının dışında, Suçsuz Yere Polislik: Artvin’de Polis-Halk İlişkisi Üzerine Etnografik Bir İnceleme başlıklı bir saha çalışması ve Nereye Gitti Bu Entelektüeller, Küçük Yerler Büyük Meseleler, Sosyolojiye Çağrı, Güvenlik ve Toplum, Kitapları Nasıl Okumalı, Siyasal Antropoloji, Kültür Teorileri, Alan Çalışması gibi yayımlanmış çok sayıda çevirisi bulunuyor. Sosyal ve kültürel antropoloji alanında Ankara Üniversitesi’ndeki yüksek öğreniminin ardından çeşitli zamanlarda Birmingham, Lund, Oslo ve New York üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak bulundu. Yakın zamanda, PODEM için Özge Genç ile birlikte Kriz Zamanlarında Güvenlik Kurumları ve Sivil Toplum İlişkisi raporunu kaleme aldı. Serbestiyet haber sitesine yazılar yazıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x