Afeti en geniş manada, takat yetişmeyen bir musibet hali olarak ifade etmek mümkün. Ekolojik değeri olmayan, üzerinde oturulmayan, ekilmeyen bir ovanın sular altında kalması afet değildir; afet diyebilmek için insan varlığına ihtiyaç vardır. Her kasırga, yer sarsıntısı veya sel bir felaket değildir. Bir felaket, yaptıklarıyla bilinir; yani felaketin yarattığı etkiyle. Gemi fırtınadan kurtulduğu sürece, şehir toprak şoklarına direndiği sürece, bentler dayandığı sürece felaket olmaz.
Asıl felaketi oluşturan kültürel zırhların çöküşüdür. Bu nedenle, bir olayın bir sosyal grup üzerindeki etkisi, toplumun geliştirdiği uyum mekanizmaları ve yetenekleri ile ilgilidir. Eğer onlar karşı koyabilmekte etkili olurlarsa, bir felaketten değil, ancak acil bir durumdan bahsedebiliriz. Örneğin, on kişinin öldüğü bir trafik kazası küçük bir köyde bir felakettir, ama bir şehirde değildir. Afetler, bu bakış açısından, sosyal sistemleri bozan, sosyal yapı üzerinde yıkıcı bir etki yapan dışsal hadiseler olarak tanımlanmıştır. Doğal çevre kadar sosyal, politik ve ekonomik çevre de belirleyicidir: Bir olayı afete dönüştüren budur. Sosyal bozulma, olayın fiziksel sonuçlarından daha fazla zorluk yaratabilir. Bu bakımdan afet, etkilenen toplumun başa çıkma yeteneğini büyük ölçüde aşan ciddi bir psikolojik ve psikososyal bozulmadır.
Birleşmiş Milletler sözlüğünde aynı şeyi buluyoruz: “Toplumun işleyişinde ciddi bir aksama, toplumun yalnızca kendi kaynaklarını kullanarak başa çıkma kabiliyetini aşan insani, maddi veya çevresel kayıplar”. Burada bir felaketten sonra sosyal organizasyonun kaybının önemine işaret edilmektedir. Afetle birlikte bir toplumun ahenkli işleyişini sağlayan sosyal sistemler (bilgi sistemleri, insan ve mal dolaşımı, üretim ve enerji tüketimi, gıda ve su dağıtımı, sağlık, kamu düzeni ve güvenliği gibi) değişir. Cenaze ritüelleri dahi değişir ki bu bir toplum için ciddi bir kültürel yas anlamına gelmektedir.
Özetle afetler, bir sosyal grubu etkileyen, toplumun kaynaklarını tüketecek kadar maddi ve insani kayıplara yol açan olaylardır ve bu nedenle acil durumlarla başa çıkmak için olağan sosyal mekanizmalar yetersizdir. Afetin etkisi; etkilenenlerin psikolojik olarak uyum sağlama ve topluluk yapılarının olaya ve sonuçlarına uyum sağlama yetenekleriyle veya dış yardımın miktarı ile hafifletilebilir.
İncinmezlik yanılsaması
Afetler yol açtıkları fiziksel ve maddi yıkımın yanı sıra, dünyanın güvenli bir yer olduğu, yaşamların bir anlamının ve amacının olması gerektiği, olayları-süreçleri kontrol edebileceğimiz duygusunu da buharlaştırır.
İnsan incinmezlik yanılsaması içinde yaşayan bir canlı, başımıza günlük hayatın içinde bir musibet geleceğini düşünmeyiz. Başımıza geleni çoğu zaman beklemiyoruzdur. Modern çağın nimetleri sayesinde hafızamızdan silinmiştir kırılganlık fikri, ancak bir felaketle dünyanın tehlikeli bir yer olduğu ve bizim de aciz canlılar olduğumuz bilgisiyle yeniden tanışır ve sarsılırız. Hem afete uğrayan çok sayıda insan için hem de olaya şahitlik eden geniş kitleler için, dünyanın bu kırılma anları, sarsıcı deneyimlerdir.
Travmatik yaşam olayları hayatın uçlarındaki tepkileri içerir. Travmayı anlamakla kendimizi anlar, güçlü ve zayıf yönlerimizi öğreniriz. Hemen her birimizin gerçeklik hakkında bir kuramı, yaşantılarımızdan devşirdiğimiz bir ‘temsili dünya’, yani temel varsayımlarımız vardır. Dünyaya ve kendimize dair beklentilerimizi belirleyen bir kavramsal sistem. Bu temel varsayımlar bize dünyanın müşfik ve anlamlı bir yer olduğunu, bizim de değerli olduğumuzu fısıldar. Bir afet, felaket veya hastalık gelse dahi bize ilişmeyecektir. Temel varsayımlarımız bizi öyle bir güven duygusuyla donatmıştır ki kötülüğün bizim sahillerimize varamayacağına inanırız. Bir insanın yanılsamalarını elinden aldığınızda onun mutluluğunu da elinden almış olabilirsiniz. ‘Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz’ der Norveçli Yazar Henrik Ibsen, Yaban Ördeği’nde. Travmatik olaylar işte bu temel varsayımlarımızı kökünden sarsar.
İnsan yaşamının izzetini kabul eden bir zihin için, bir anda binlerce masumun canının ve geleceklerinin yok olmasının tasavvuru hakkaniyet duygusu ve vicdana ağır bir saldırıdır. İnsan bedenlerinin nesneler gibi yığınlar halinde atık haline geldiğini görmek yoğun öfkeye, kaygıya, depresyona ve sorgulamalara yol açar bu yüzden.
Özetle afetler, bir sosyal grubu etkileyen, toplumun kaynaklarını tüketecek kadar maddi ve insani kayıplara yol açan olaylardır ve bu nedenle acil durumlarla başa çıkmak için olağan sosyal mekanizmalar yetersizdir. Afetler sadece sosyal işleyişi etkilemez; bunlar aynı zamanda meydana gelene kadar güçlükle algılanan belirli bir sosyal savunmasızlığın sonucudur. Önceki başarısızlıkları ışığa tutar, ortaya çıkarırlar. Her afet, bir toplumda için için büyüyen eşitsizlik ve yoksulluğu aşikâr eder, bir toplumu kendi yoksunluklarıyla da yüzleştirir.
Uygarlık insanı korumak içindir
Uygarlık insanı kendi yanlış eylemlerinin sonuçlarından ve tabiatın taşan güçlerinden korumak içindir. Dere yatağına ev inşa edilmesine izin vermemek, ovaları yaygın yerleşime açmamak, yapıları ahlaklı bir biçimde denetleyebilmek, inşaatlarda doğru ve sağlam malzeme kullanmak bu kabilden sayılmalıdır.
Uygarlığın düzeyi insanları haysiyetlerine yakışan şehir ve evlerde meskûn edebilmesiyle de ölçülebilir. Her insan evladı içinde yaşamakla ruhsal açıdan dinginleşebildiği bir çevrede yaşamayı hak eder. Yaşadığımız şehirlerin taşıdıkları ve vaat ettikleri tabiat ve güzellikle iç alemimize doğrudan tesir edebileceğini biliyoruz.
Toplumsal kırılganlık, uygarlığın gelişme derecesi ile azalır. Sözgelimi sel veya depremlerin, uygun inşaat tekniklerinin ve doğru şehirleşmenin önleyici etkisiyle, daha az can alması beklenir. Sosyal kırılganlık, afetlere verilen patolojik tepkilerde bile mevcuttur. Toplumun daha dezavantajlı kesimleri afetlerden daha çok etkilenir.
Herhangi bir felaket, herkesin kendisi ve yaşadığı yer için kurduğu dünyanın temellerini sarsar. Dahası felaket, bir büyüteç gibi, sosyal adaletsizlik ve eşitsizliği daha da görünür hale getirir. Bu açıdan bakıldığında afetler toplumsal bir değişimin parçasıdır, yeni bakış açıları getiren sosyal krizlerdir. Bugüne dek neyi yanlış yaptık ve bundan sonra neyi, nasıl yaparsak afetten korunabiliriz? Bu soru siyasetten sosyolojiye, şehirleşme pratiklerinden afet yönetimi ve psikolojiye dek pek çok alanda yankılanmaya devam eder.
Din ve bilim
Doğal afetler, müesses bir dini inanca, bir tevekkül duygusuna sahip insanlar tarafından daha kolaylıkla kabullenilip gündelik yaşama daha rahat dönülebiliyor. Pek çok araştırma bu kabulümüzü destekler nitelikte. Yaygın nitelikteki dini kabuller, toplumsal dayanışma psikolojisi içinde, ruhsal kırılganlıklardan koruyor insanları. Mesela Hıristiyanlıktaki ödülün ve gerçek kurtuluşun yalnızca öte dünyada olduğu inancı (Tanrının krallığı yaşam sonrasındadır), bu dünyanın zaten kötülük ve ıstırap dolu, cehennemvâri bir yer olması gerekliliği kabulüyle yüzyıllar boyunca geleneksel itikat sahibi kalabalıkları bir isyan duygusundan korumuş. Keza bizdeki bilhassa Hz. Peygamber’den sonraki siyasi çatışmalara gerekçe olarak şekillenmiş geleneksel kader inancı da aynı kalabalıkları, sarsıcı deneyimlerin uzun vadeli ruhsal çalkantılarından geniş ölçüde korur.
Ancak daha derin bir imana ve Allah’ın iyiliğine, veli ve dost olduğu duygusuna sahip olan, ariflerle, hikmet ve takva sahibi pek çok dinden insanlar ise bu kadar kolaylıkla geçiştiremiyor bu badirelerin manasını. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” düsturu, zorlukları ve musibetleri kişisel yaşamlarda, ruhun tekamülü için bir imkân olarak kabul edebilir. Yine de henüz çocuk yaştakilerin, tekâmül için hiçbir imkana sahip olamamışların yığınlarla ölmesine yol açan afetler -bilhassa da insan elinden sadır olduğunda veya insanın aklı-ahlakı ve tedbiriyle azaltılabilecek neticeleri varsa- başka bir zihinsel genişlemeye neden olabiliyor.
Anlam duygumuzu muhafaza etmek için, kötülüğün ve acının gerekliliğini ve engellenebilme imkanını sorgulamak, bir başka seviyede Allah’ın ayetlerine, evrenin fizik kanunlarına yani bilime ulaştırıyor büyük ruhları. Bu yüzden fay hatlarını, zemin etütlerini ve bina mukavemetlerini konuşmak da inancı ve maneviyatı konuşmaktan ayrı bir durum değil.
Ahlak duygumuz, insan bilincinin müstesna meyvelerinden biri ve bilinç de ahlaki hassasiyetlerin çeşitlenmesine, zenginleşmesine kılavuzluk eden bir zemin kavramı. Birbirine dolaşık ve birbirini besleyen bu iki kavram, bilim ve din duygusu çatışmasına değil dayanışmasına ihtiyaç duyuyor.
Afet sonrasında, insan aklına açılmış bir sahadaki bilgilerimizi temel alarak yeni ahlaki tanımları içselleştirmek gerekiyor. Modern bir şehir ahlakını halen oluşturamamış olmamız mahcubiyet verici; çok katlı yapıların insani yaşama uygun onu yeşerten ölçü ve donanımlarla, güvenlik, dostluk ve mahremiyet ihtiyaçlarını en az fiziksel konfor ihtiyaçlarımız kadar gözeterek, estetik ve tabiattan uzak kalmama ilkeleriyle beraber oluşturulabilmesi gerekiyordu. Hiç değilse, malzemeden çalmadan, sağlam zeminlerin imara açılmış alanlara bina yapılması gerekiyordu. Bu, sadece hırsızlık değil, kitlesel katliamda bir beis görmemenin bencilliğidir. Kâinatta bir kötülük arıyorsak, işte budur; insanın güç ve servet hırsı, yeryüzünün banisi, halifesi ve bakım vereni olma sorumluluğunu kötüye kullanması. Bu sorumluluk, insan bilincinin her gelişme aşamasında yeniden ve daha incelikli tanımlanması gereken yeni ahlaki mükellefiyetler getiriyor bize.
Afet sonrası ruhsal tepkiler
Afetlerden sonra insanlarda yoğun bir güven kaybının ve yas duygusunun yaşanması kaçınılmazdır. Sadece yakınlarını veya onların/kendilerinin fiziksel bütünlüklerini- sağlıklarını yitirmenin yası değildir bu. Bir yaşam tarzının, belleğin, bir anlam dünyasının da kaybının yasını tutar insanlar. Buna kültürel yas da diyebiliriz.
Yalnızca afetlerden fiziksel etkilenen insanlar değil, duruma şahitlik eden insanlar da dalgalar halinde bu yas duygusunun içine yuvarlanır.
Kaybedilen şeyin yeri ilk etapta öfkeyle doldurularak, kontrol duygusunun yeniden kazanılması süreci işlemeye başlar. Sonrasında ise yasın farklı aşamalarından yinelemelerle geçmek gerekir. Yas, bir iyileşme girişimidir temelde. İnsanın yaşamının sorumluluğunu tekrar cesaretle üstlenebilmesi için geçmesi gereken berzahtır.
Ancak çoğu insan bu yas sürecinden kalıcı bir psikolojik çarpılma yaşamadan çıkabiliyorken, bilhassa kırılgan kişilik yapısına sahip veya daha dezavantajlı durumdaki insanlar çok daha büyük zorluklar yaşar. Afetlerde herkes aynı şeyi kaybetmez. Bazıları 3-5-10 evinden birini yitirirken bazısı sahip olduğu tek evi ve mal varlığının tamamını orada enkaza bırakır. Bazısı evladını, bazısı evinin direğini, bazısı onu dünyada seven tek insanı yitirir. Yalnızca çok sevdiklerimizin kaybı değil zor olan, kavgalı ve kırgın olduğumuz insanların kaybı bile yas sürecinin karmaşıklaşmasına, habisleşmesine ve uzamasına neden oluyor. Yoksullar çok daha zor şartlarda yaşama geri dönmek zorunda hakeza. Ya da küçük yaştaki çocuklarla ergenlerin kişilik oluşumlarının tam dönüşüm anında etkilenmeleri daha kritik bir eşik. Bu nedenlerle herkes için genel geçer tavsiyeler verilmesi çok mümkün değil.
Ancak iyileşmenin başlayabilmesi için müşterek bazı koşulların oluşturulması da elzem. Güvenli ve yaşam ihtiyaçlarının karşılandığı barınma imkanlarının sağlanması başta gelir. Afetzede vatandaşlarımız için öncelikli konular güvenlik, çevresel şartların iyileştirilmesi ve sosyal destek. Bunlar olmadan psikolojik yardım erken bir müdahale olur. Erken psikolojik girişimler yarardan çok zarar getirebilir.
Ne yapmalı?
Dünyası ve zeminleri sarsılmış, yakınlarını yitirmiş depremzede yurttaşlarımıza yalnız olmadıklarına dair güven verebilmeliyiz. Bu ülke acıda kenetlenebileceğini gösterdi, arkasını getirmeli. Fırsatçılığa, kötülere prim vermemeli, insanların zor durumlarını istismar eden her türlü habis girişime set çekebilmeliyiz. Önce güveni ve insandan insana giden o soylu itimat damarını inşa etmeliyiz.
Ağır bir travmanın şoku altındaki insanlarımıza dayanışma ve birliktelik duygusunun aşılanması elzemdir. Unutulmadıklarını, acılarının bir milletin kalbinde hissedildiğini, kayıplarının hatırlanacağını tüm samimiyetimizle hissettirebilmeliyiz.
Sosyal devlet, ilk etapta, herkese ihtiyacı ölçüsü ve niteliğinde yaşam destek ünitesini sağlamakla görevlidir. Güvenlik, sağlık, tedavi, protez tedariki, gıda, barınma, ısınma, giyim, haber alma, ulaşım imkanları bu kalemde sayılabilir. Daha sonra bu şartların iyileştirilip geliştirilmesinin yanı sıra (yaşanabilir kalıcı ortamların inşası, düzenli ve organize destek gibi), yaygın ve ücretsiz ruhsal destek hizmeti de sağlanmalıdır.
Afetlerin sonrasında tüm dikkatin yaşamın korunmasına yoğunlaşması nedeniyle odaklanma sorunları tüm toplumda yaygın olarak yaşanabilir. Bunun gibi endişe bozuklukları, depresyon, madde kötüye kullanımı, uykusuzluk, kabuslar, iştahsızlık, uyuşukluk, travma sonrası stres bozuklukları da artış gösterecektir.
İnsanlara, yeniden yaşama dönme gerekçeleri sunmak, yeni imkanların varlığına dair zihni ve ruhu uyandırmak, bir ümit verebilmek zorundayız. Acziyetimizle beraber insan olarak bize bahşedilmiş lütufların var olduğunun da dile getirilmesi gerekiyor. Lütuf insanı bulduğu yerde bırakmaz, daima daha ileri taşır. Bunun için gözlerimizin görebilmesi ve kalplerimizin de duyabilmesi gerek. Tabiat bize bir şey söylüyor. Onu işitmeliyiz.
Kişisel metanet duygusunun geliştirilmesi de insan yaşamı için vazgeçilmez niteliktedir. Bunlarla beraber yapısal ve sosyal koşulların, gelir adaletsizliğinin, yoksulluğun, işsizliğin, sosyal adaletsizliğin de ıslah edilmesi gerek. İnsanların anlam duygusunu yeniden kazanması başka türlü mümkün değil.
Yasın son evresi yaşananlardan bir anlam devşirebilmektir. Bu niçin başımıza geldi ve bundan ne öğrenerek çıkmalıyım? Eğer yaşadıklarımızdan öğrenebiliyorsak büyümeye başlamışız demektir. Anlam duygusunun yitimi nihilizm, nefret, anarşi ve kutuplaşma tohumlarının yetişmesine elverişli bir alan açar.
Deprem açsından riskli şehirlerde binaların yenilenmesi ve güçlendirilmesi yıllardır dillendirilen ama gerçekleştirilemeyen bir hedef. Bunun en önemli sebeplerinden biri de yoksulluk. Çoğu insan, bugünden yarına yaşamak, barınmak, çocuk okutmaktan başka bir şeye kaynak aktarabilecek durumda değil, çürük evlerinde oturmuş depremin gelip onu yıkmasına boyun eğmiş durumda yaşıyorlar, başka şehirlerde onları yaşatabilecek iş imkanları yok. Muazzam bir toplumsal dinamizmimiz var ama organize olmakta zorlanıyoruz. ‘Bir şey olmaz’ hissiyatıyla sadece bugünde yaşıyor ama yarını göremiyor, geleceği hesap edemiyoruz. Duygusallıkta zirvedeyiz ama aklı çok zaman pas geçiyoruz. İnsan için homo prospectus denir, geleceği hayal edebilen tek varlığız. Ne ki Türkiye toplumu olarak geleceğe adeta sırtımızı dönerek, bir gelecek miyopluğu, bir yarın körlüğü içinde yaşıyoruz. İyi binalarda, iyi mahallelerde, daha yeşil çevrelerde yaşamak da bir asayiş meselesidir.
Unutmamalıyız
Çok büyük bir acı karşısındayız. Bunun çaresizlik hissini, onun da öfkeyi tetiklemesi normal. Sahada fedakâr insanlarımız canlarını dişlerine takıp çalışırken sosyal medyada kimi insanların birbirine çatarak rahatlamaya çalıştığını görüyoruz. Dünya politik ikiliklerden ibaret değil. Sözlerin yüklenemediği acılar vardır. Belki de hepimiz için daha saygılı ve sessiz olma zamanıdır. Öfkemizi bir başkasına kusarak değil, onarıcı bir adalet talebine dönüştürerek sağaltabiliriz. Fedakâr milletimize ve sahadaki gönül erlerine layık olmalıyız.
Acı büyük bir öğretmendir ancak öğrencinin de görmeye gözü, işitmeye kulağı olmalı. Yoksa bu büyük öğretmenin sunduğu bilgelikten nasibimize pek az pay düşer. Acıyı dindirmenin nihai değeri rahatlamaya ermek değil, büyümek ve olgunlaşabilmektir.
Yas bizi değiştirmez, bizde olanı açığa çıkarır. Dilerim milletimizin bu derin matemi, derinlerde gömülü iyiliği, şefkati, birbirimiz için değerli olduğumuz hissini açığa çıkarır. Kaybettiklerimizin kederi, dilerim ki yaşayanlara saygı ve nezakete dönüşür. Unutmamalıyız, yaşadığımız acının gergefinden bir anlam çıkarmalıyız.
Bugün, sadece acıları yaşayanları dinlememiz gerek susup. ‘İçinizi dökün’ der Shakespeare, ‘dile gelmeyen acı, zaten dolu olan yüreğe akar, onu parçalamaya zorlar’. Acılı yurttaşlarımıza bütün dikkatimizi vermeliyiz ki onlar bize kelimelerini verebilsin. Bizden bir şey öğrenmeye ihtiyaçları yok, anlatarak anlamlı bir hikâye oluşturmaya ihtiyaçları var. Var oldukları, kayıplarının yaşamış gerçek insanlar olduğu bilgisini aktarmaları gerekiyor.
Acı, bir hakikatin et, kemik, kas haline dönüşmesidir. Ruhlarla birlikte bedenler de sızlar. ‘Başkaları için döktüğümüz göz yaşı çabuk kurur’ denir. Bu sefer böyle olmasın. Öğrenerek büyüyelim. Yüreği birinci derecede yananlar konuşacak; biz dinleyeceğiz, susacağız ve yanlarında olacağız. Nihayet, ‘En uzun gecelerin de bir sabahı var!’
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 20 Şubat 2023’te yayımlanmıştır.