Günümüzün siyasi arenasında felaket milliyetçiliği, eski zamanların karanlık izlerini modern bir kılıkla yeniden canlandırıyor. Bu yeni akım, sadece faşizmin bir tekrarından ibaret değil; korku, endişe ve intikam duygularını besleyerek toplumları derinden etkileyen bir hareket haline gelmiş durumda. Ulusal sınırları, korku ve düşmanlıkla yeniden çizmek isteyen bu ideoloji, eski düzenlerin problemlerinden besleniyor ve bu problemlerin yarattığı boşluğu intikam ve felaket senaryolarıyla dolduruyor.
Siyasi yorumcu ve aktivist Richard Seymour, New Statesman internet sitesindeki yazısında toplumları geleceğin belirsizliğine karşı daha da savunmasız bırakan korkuya dayalı felaket milliyetçiliğini ele alıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Aşırı sağ yükseliyor, sol ise aşırı sağı durdurmak için bir araya geliyor. Trump-Vance ikilisinin başkanlık kampanyasının hızlandığı ve Ulusal Birlik’in Fransa’da iktidarı elde edemediği bir süreçte, mevcut siyasi krizle ilgili iki farklı bakış açısı ortaya çıktı. Bir yanda, batıda faşizmin geri dönüşünün habercisi olan durdurulamaz bir dalga olduğunu düşünenler var. Diğer yanda ise, Le Pen’in yenilgisi sonrası Paris’in sokaklarında anti-faşistlerin söyledikleri şarkılara eşlik ederek faşizm tehdidinin abartıldığını savunanlar. Peki, hangisi doğru?
Fransa’daki durum aslında kendine özgü değil. Le Pen’in partisi on yılı aşkın süredir oylarını sürekli artırıyor. Aynı zamanda; Viktor Orbán, Narendra Modi, Rodrigo Duterte, Donald Trump, Jair Bolsonaro ve Javier Milei gibi aşırı sağ liderleri iktidara taşıyan aşırı sağ siyasetin küresel ivmesi hiç hız kesmeden devam ediyor. İsrail’de de aşırı sağ, Binyamin Netanyahu liderliğindeki hükümetlerde giderek daha baskın bir rol üstlendi. Almanya İçin Alternatif Partisi (AfD), Avrupa seçimlerinde Olaf Scholz’un Sosyal Demokratlarını geçerek birinci sıraya yerleşti ve önümüzdeki Alman federal seçimlerinde anketlere göre ikinci sıraya yerleşmiş gözüküyor. Fakat, Trump 2020’de kaybetti, Bolsonaro iki yıl sonra iktidardan indi, Polonya’da aşırı sağ hükümeti kaybetti, Narendra Modi çoğunluğu elde edemedi ve Le Pen’in on yılı aşkın süredir yürüttüğü “ana akımlaşma” stratejisinin doruk noktasında iktidara gelmesi son dakikada engellendi.
Günümüz aşırı sağının özellikleri nedir ve neden yükseliyor?
Aaron Winter ve Aurelien Mondon’un Reactionary Democracy kitabında anlattıkları gibi, medya ve siyasi elitler, aşırı sağın kaygılarını ve sözde işçi sınıfı kökenlerini sistematik bir şekilde abartıyor. Bu da merkez sol politikacıların aşırı sağın dilini benimseyerek “işçi dostu” görünme çabalarına, gülünç olduğu kadar tehlikeli bir şekilde yol açıyor. Aşırı sağ adaylar, skandal ve heyecan arayışındaki gazeteciler ve yayıncılar tarafından sürekli olarak ön plana çıkarılıyor. Liberal politikacılar ise faşizm tehdidini bir sopa gibi kullanarak bizi hizaya sokmayı seviyorlar. Macron’un erken seçim kumarı, seçmenleri tam da merkez ile aşırı sağ arasında bir seçim yapmaya zorlamamış mıydı? Aynı tehdit, haftalarca Demokratları, gözle görülür şekilde çok yaşlanan Biden’a sadık kalmaya zorlamak için kullanılmamış mıydı?
Peki, yeni aşırı sağın ve bu kadar büyümesinin ayırt edici özelliği nedir? Şu an için aşırı sağ büyük ölçüde parlamenter bir yapı içinde kalıyor. Yeni aşırı sağ, neo-faşistlerin güç bulabileceği elverişli bir ortam sunuyor, fakat öncelikli hedefi seçimli demokrasileri devirmek değil; devletin yetki kullanımı üstündeki tüm insancıl ve “woke” kısıtlamaları ortadan kaldıracak bir anayasal kırılma yaratmak.
Çoğu durumda, aşırı sağ zayıf bir şekilde örgütlenmiş, sivil toplumda kökleri derin olmayan bir yapıya sahip bir şekilde hayatına başlıyor ve başarılarını çevrimiçi ağlar, medya bağlantıları, tek tük sokak gösterileri, kara para, seçim kampanyaları ve gelişigüzel şiddet olaylarıyla elde ediyor. Aşırı sağ kendi iç dinamiğinden ziyade, eski parlamenter merkezin çöküşü ve “beyazların soykırımı”, “büyük ikame”, “büyük sıfırlama” gibi korkunç kıyamet fantezileriyle besleniyor. Bu hareket henüz tam anlamıyla faşizm değil, ama “felaket milliyetçiliği” diyebileceğimiz başka bir şey.
Korku siyaseti çağında felaket milliyetçiliği
Felaket milliyetçiliği, tarihsel faşizmin ütopik vizyonlarına, sömürgeci fantezileriyle oluşturduğu yaşam alanı fikrine ve ırk bilimiyle küresel egemenlik için yaratılmış “yeni insan” hayaline hiç benzemiyor. Bunun yerine, İsrail aşırı sağının Gazze ve Batı Şeria’daki genişleme hırsı bir istisna olsa da, daha daralmış ve savunmaya yönelik bir milliyetçilik sunuyor. Faşistlerin İtalya ve Almanya’da yaptıkları gibi antikapitalist bir tavır takınmıyor ya da Michael Mann’ın “sınıflar üstülük” diye adlandırdığı bir fikir önermiyor. Tam tersine, etnik temelli korumalarla desteklenmiş, “woke” kısıtlamalarından kurtulmuş, daha güçlü bir kapitalizmi savunuyor.
Roger Griffin’in iki savaş arası dönem faşizminin karakteristik özelliği olarak gördüğü geleceğe yönelik bir coşku veya hareketlenme duygusu da (Aufbruch) bu ideolojide yok. Bunun yerine, yalnız kurt manifestolarının yarattığı, umutsuz ve intihar eğiliminde olan bir romantizm hâkim. Felaket senaryolarına olan takıntılarının altında, kaybolmakta olan bir normalliğe duydukları özlem yatıyor.
Tüm bu sınırlamalarına rağmen, felaket milliyetçiliği siyasi geleneklere karşı oldukça etkili bir eleştiri getirdi. Eski liberal siyasetçiler, “mesele ekonomi, aptal! ” diyerek insanları daha çok kendi çıkarlarını düşünen varlıklar olarak görüyorlardı. İnsanlar cüzdanlarıyla oy verirler, diyorlardı. Ancak sonra, seçmenlerin kendi çıkarlarını bir kenara bırakıp, uzmanların ekonomiyi mahvedeceğini söylediği Brexit gibi projeleri ve Trump gibi adayları desteklediğini şaşkınlıkla izlediler. Aslında insanlar, kişisel ekonomik çıkarları açısından değerlendirildiğinde, neredeyse hiçbir zaman kendi çıkarları için oy vermezler. Modi, Orbán ve Bolsonaro dönemlerindeki yaşam standartlarındaki düşüş, Duterte dönemindeki kitlesel katliamlar ve Trump dönemindeki kaos gibi olumsuz sonuçlara rağmen iktidarda olanlar genellikle aşırı sağ yönetimler oldu.
Yeni aşırı sağın sunduğu şey ise Trump’ın sıkça dile getirdiği gibi, “kazanmak.” İnsanlar, kapitalizm ya da iklim değişikliği gibi dolaylı ve soyut güçler tarafından mağdur edildiklerinde, genellikle bu durum karşısında çaresiz hissederler. Örneğin, Glasgow Üniversitesi’nin 2022’de yaptığı bir araştırma, Birleşik Krallık’taki kemer sıkma politikalarının 300 binden fazla ölüme neden olduğunu ortaya koydu. Erken kaybettiğimiz sevdiklerimizin çoğunda bu sosyal nedenleri fark etmez, sadece kalp hastalığı ya da aşırı doz gibi yakın sebepleri görürüz.
İşlerin giderek kötüleştiğinin farkındayız ama bunun nasıl gerçekleştiğini tam olarak göremiyoruz. Sistemin suçlu olduğunu sezsek bile kapitalizmi mahkemeye çıkaramayız ya da idam edemeyiz. Felaket milliyetçiliği ise bunun yerine bir intikam siyaseti sunuyor. Göçmenler, “Antifa”, “kültürel Marksistler”, Müslümanlar, “küreselciler”, Yahudiler ve “teröristler” gibi suçlanacak ve cezalandırılacak düşmanlar belirliyor.
Felaket milliyetçiliğine nasıl karşı çıkılabilir?
Bütün bunlara karşı, iktidardaki liberalizmin tek hamlesi ise büyüme söylemini daha da güçlendirmek ve aşırı sağla uzlaşarak denge kurmak. Biden’ın Trump’ı siyasi açıdan etkisiz hale getirmek için sınır politikasının bazı kısımlarını benimsemesi gibi, Macron hükümeti de Le Pen’e engel olmak için Le Pen’i İslam’a karşı yumuşak olmakla suçlayıp “İslamcı-solculuk” hakkında sert açıklamalar yaparak benzer bir strateji izliyor. Bu durum merkezci ve aşırı sağcıların bir araya geldiği, kötümserlikten haz alan garip bir ortaklık. Bu durum aşırı sağı meşrulaştırıyor, güçlendiriyor ve daha da fazlasını talep etmelerine yol açıyor.
Aşırı sağ seçmenler sakinleşmiyorlar, çünkü onları ayakta tutan tehdit hissine bağımlılar. Bu sırada, liberal eleştiri ise etkisiz hale geliyor, ırkçılığa karşı bir tür kadercilik oluşuyor ve toplum, medeni normların giderek daha da aşınmasına alışıyor. Sonuçta, tarihteki tüm örneklerde aşırı sağın güçlenebilmesi, neredeyse her zaman liberal medeniyetin sürekli ve hızla gerilemesiyle mümkün olabilmişti. Bu sürecin artık zirveye ulaştığını ya da iklim krizinin sisteme yükleyeceği baskıyla demokrasinin yeniden dengeleneceğini varsaymak için herhangi bir nedenimiz yok.
Bu süreci durdurabilecek şey, çıkarcılığa ya da intikam duygularına uyum sağlayan bir yaklaşımdan ziyade, aşırı sağın sahte isyanını reddedip gerçek bir isyanı destekleyen eşit ve zıt bir güç olabilir. Örneğin, Fransa’daki Yeni Halk Cephesi’nin başarısı, insanların acil ihtiyaçlarını daha yüksek ücretler ve fiyat kontrolleriyle karşılayan, aynı zamanda daha kolektif ve uzun vadeli arzulara da hitap eden bir programla elde edildi. Göçmenleri savundular, İslamofobi’ye karşı çıktılar, iklim değişikliğiyle mücadeleyi desteklediler, Gazze’de ateşkes ve Filistin’in tanınması çağrısında bulundular. Bu programı hayata geçirmek zor olacak ve sol, iktidardakiler tarafından engellenmeye çalışılacak. Ama bu sol hareket, aşırı sağ ile merkez arasındaki işlevsiz birlikteliği kırdı ve intikamcı milliyetçiliğin halkın arzuları üzerinde tek başına bir hakimiyeti olmadığını gösterdi.
Dünyada şekillenmekte olan, belirsiz ama etkili bir küresel faşizm var. 2008 krizinden sonra hızla büyüdü, yaygın toplumsal mutsuzluklardan beslendi ve büyümesi duracak gibi görünmüyor. Ama bir çıkış yolu var. William Davies’in “Mutluluk Endüstrisi” kitabında belirttiği gibi, günümüzün mutsuzluğu çoğunlukla “arzu ve yeteneklerin genel olarak değersizleşmesi” olarak kendini gösteriyor. Neoliberal siyaset, bize başka bir alternatif olmadığını söyleyerek, arzulayacak bir şey bırakmadı. Kolektif gücümüzü zayıflatarak, bu durumu değiştirmek için yapabileceğimiz hiçbir şey bırakmadı. Bu umutsuzluk bizi teslim olmaya zorladı. Felaket milliyetçiliğine karşı siyasi arzularımızı yeniden canlandırmak için radikal bir program gerekli olsa da bu tek başına yeterli olmayacaktır. Arzularımızı örgütleyebilmeliyiz. İnsanlar, kolektif güçlerinin farkına varmalı, gerçek zaferlere ancak böyle erişilebilir.”
Bu yazı ilk kez 23 Ağustos 2024’te yayımlanmıştır.