Aşk ve Bauman’dan gülle gibi vurucu tespitler

Bağ kurmak kolaylaştıkça, samimiyet neden azalıyor? Modern insan, akışkan ilişkiler içinde kaybolurken 'saf' bir aşk mümkün mü? Cinsellik özgürleşti mi, yoksa tüketim kültürünün bir nesnesine mi dönüştü? Zygmunt Bauman ve Anthony Giddens, modern mahremiyet ve ilişkileri nasıl yorumluyor? İnsan, güvensizlik içinde mi kaybolacak, yoksa etik ve ahlak yeniden yeşerecek mi? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Akışkan Aşk kitabındaki günümüz insanı ve yaşantılarımız hakkında gülle gibi sözleri devam ediyor düşünür Zygmunt Bauman’ın…

Uzun süreli ve gerçek ilişkiler yerine bir ağda bağlı kalmayı tercih ediyor insanlar. Cep telefonları sürekli çalıyor ya da böyle olduğunu umuyorlar. Ama bunun için de cevapsız çağrılardan sonra başvurabileceğiniz geniş, çok geniş bir bağlantı portföyünüz olmak durumunda. Cep telefonları uzakta kalanların temasa geçmesini sağlarken daha çok da temasa geçenlerin birbirlerinden uzakta kalmasına neden oluyor. Zira gerek cep telefonu gerek internet üzerinden sağlanan bu bağlantılar, sürekli hareket eden ve hep hızlı olmaya çalışan insanın, ayağının altındaki zeminin kayıp gittiği hissini bir an için ortadan kaldırabilirler diye düşünüyor Bauman.

Kitle teorileri de yetersiz

“Etrafımızdaki kalabalık tadımızı kaçırdığında da hemen bu ağın içine sığınabilirsiniz, kopuverirsiniz kalabalıklardan… Birbirinden kopan insan kitlesi: daha kesin ifadeyle bir sürü. Birliklerini sağlamak için ne komutana, ne şefe, ne de ajan provokatör ya da hafiyeye ihtiyaç duyan, kendi kendini teşvik eden kişiler toplamı. Hareketli her birimin aynı şekilde hareket ettiği ama hiçbir şeyin ortak yapılmadığı hareketli bir bütün. Bu birimler tek sıraya girmeden uygun adım yürürler: Klasik kitle kendinden kopan birimleri kovar ya da onları ezer, sürünün izin verdiği tek şey bu birimlerdir. Cep telefonları sürüyü yaratmadı, ama bulunduğu durumda –sürü halinde- kalmasına katkıda bulunuyor.”

Önce mahremiyetimizi dalgıç giysisi gibi taşıdığımız zamanlar geldi. Beklenmedik bir karşılaşmaya yol açmamak için her şeyi yaptık. Ama ardından mahremiyet suları hızla soğudu, evlerimiz yumuşacık mahremiyet adaları, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu olmaktan çıktılar. Kendi evlerimizde sipere yattık, kendimizi odalarımıza kilitledik. Ev, tüm aile üyelerinin ayrı ayrı yan yana yaşayabildikleri, çok-amaçlı bir eğlence merkezi oldu. Elektroniğin yönettiği sanal yakınlık zamanları çıktı geldi. Sanal yakınlığı gerçek yakınlığa tercih etmeye başladık. Bauman’ın sözleriyle “Tek başına olmak, elinin altında bulunan cep telefonuyla odaya kapanmak, evin ortak alanını paylaşmaktan daha az riskli ve daha emin” olarak algılandı.

Sanal yakınlıklar

İnternet üzerinden partner bulmak da mümkündü. Üstelik mektupla gönderilmiş, üzerinde “satın alma zorunluluğunuz yoktur”, “memnun kalmazsanız ürünü iade edebilirsiniz” gibi ifadeler bulunan bir satış kataloğuna bakar gibi seçebilirsiniz partnerinizi. Tek sorun onun da tercihini aynı kolaylıkla sizden yana yapmasıdır. Alışveriş merkezlerinin daha fazla kâr amacıyla her gün yaptıkları şeyi, siber-buluşmalar partner pazarlığı için gerçekleştirirler.

Sanal yakınlığa yalnızca bir düğmeye basarak son verilebilir, bir elektronik postaya cevap vermemekten daha kolay bir şey yoktur. Sanki yakınlık yükseldikçe gerçek insani bağlar sıklaşır ve yoğunlaşır gibi görünebilir ilk anda ama aslında olan, kısa ve kolayca “işe yaramaz” diye nitelenen bir hale gelmeleridir. Sanal yoldan bağlı olmak, gerçek bir ilişkiye angaje olmaktan çok daha az masraflıdır, bu doğru ama sanal bağlılıkların, bağların inşası ve beslenmesi anlamında çok daha az üretici olduğu da doğrudur. Bu nedenle sanal yakınlığa dayalı ilişkiler kuran günümüz gençlerinin gerçek sosyallik kapasitesi olmadığından, üstelik bundan da telaşa kapılmadığından söz ediliyor. Dayanışmanın, duygudaşlığın, paylaşmanın, karşılıklı yardımlaşma ve sempatinin olmadığı tüketim toplumunu da kolaylaştırıyor sanal yakınlık. Sanal yakınlığın dayanışmadan habersiz, güvensiz ağında tutunmaya çalışanlar, yalnızca tüketim zevki yoldaşı olabilirler.

“Hepimiz belirsizlik ummanında, güvenlik adacıkları üzerinde kurtuluş ararız.” Güçlü ve sağlıklı ilişkilere karşı mayınlarla döşeli bu dünyada, yine de insanlar, insan olmalarından gelen şevkle, hayatın tüm insanlara verdiği iki çıpayı da kullanmak isterler diye düşünüyor Bauman. Bunlar, sevdiğimiz ve sevilmeyi arzuladığımız bir eş ve ona ait olmamızı ve itaat etmemizi isteyen aile kabilesi, yani akraba ağıdır. Bu iki çıpadan da kolayca vazgeçemez, onları birbirine bağlayan halka olmayı sürdürürüz,  yakınlığımızı akrabalığa doğru dönüştürmeye çalışırız. Zayıf bir halka olduğumuzu, eşimiz ve ailemiz arasındaki gerilimlerden en fazla sıkıntı çekecek olanın bizzat kendimiz olduğunu bile bile, üstelik sanal yakınlık imkânı varken eş, evlilik ve akrabalık isteğimizi böyle izah eder Bauman.

Yakınlık, bizi akrabalığın sakin limanına götüren köprüdür; bir kuşağın yakınlığı sonraki kuşağın akrabalık potansiyelini içinde taşır. Yakınlık, eş olma bizim tercihimizdir ama sürdürülebilmek, onu hayatta ve sağlıklı tutabilmek için, hiç mola vermeden her gün yeniden o noktada olduğumuz dile getirilmeli, bunu onaylayıcı eylemler yapılmalıdır. Bu öyle bir dünyadır ki, eğer böyle yapılmazsa yakınlık zayıflayacak, azalacak ve sonra da çürüyerek tamamen çökecektir. İki kişilik yaşamın geniş bir cadde mi yoksa çıkmaz bir sokak mı olacağı bilinemez, en azından önceden bilinemez. Önemli olan, sanki bu farklılık önemsizmiş gibi günler boyunca yol almaktır.

Yakınlığı, eş olmayı ve akrabalığı açıktan öven, adeta geleneksel dünyanın savunmasını yapan Bauman, Acaba yaşasaydı, son 15 yılda olup bitenleri de görseydi, aynı satırları yazar mıydı emin değilim. Zira yalnız, “solo” yaşamaya doğru eğilimi giderek artıyor günümüz insanının ve cinsellikle ilgili Bauman’ın yıllar öncesindeki gözlemleri de giderek sıradanlaşıyor.

Zıp zıp zıplayan cinsellik kangurusu

Günümüz ilişkilerinin en önemli görünümlerinden birisi de cinselliğin özerk bir niteliğe kavuşması, tüketici rasyonalitesinin egemenliğinin, kullan-at tarzının burada da kendini göstermesidir. Tüketici yaşamı hafifliği ve hızı öne çıkartır, yeniliği ve çeşitliliği destekler. Bu ilkeler cinsellik alanı için de geçerlidir.

Bauman, Alman seksolog Volkmar Sigusch’un “Bizim kültürümüz, ars erotica’yı değil scientia sexualis’i yarattı” sözünü onaylar. Buradaki “eros” sözü aşka ve arzuya, seks sözü ise kadın-erkek ilişkisinin ilişkiden soyutlanmış cinsellik boyutuna daha yakın bir anlama gelmektedir. Aşk ve arzu sanatındansa, cinselliği bilimsel olarak ve bilimselliğin gerektirdiği tarafsızlık nedeniyle duygulardan, bağlılıklardan uzak bir biçimde incelemeyi tercih etmiştir günümüz insanı.

“Günümüzde cinsellik artık zevk ve mutluluk olasılıklarının cisimleşmesi değildir. Vecd ve ihlal olarak olumlu anlamda mistifiye edilmiş değildir, tersine, baskı, eşitsizlik, şiddet, suiistimal ve ölümcül enfeksiyonlar olarak olumsuz anlamda mistifiye edilmiştir.” Sigusch’un bu sözlerine ilave eder Bauman: Cinselliğin bilimsel incelemesi, insanlığa sefaletten kurtuluşu vaat etmesine rağmen öğüt, yardım ve destek alabildiği laboratuvar ve terapistin muayenehanesinin dışında insanı (ki artık homo sexualis’tir) öksüz ve yitik bırakmıştır. Ama ne yazık ki, bu öksüz ve yitik durum bırakın fark edilmeyi, ataerkil ve sofu (püriten) toplumun hapishanesinden cinselliğin kurtuluşu olarak görülüp kutlanmaktadır.

Homo sexualis, daimi ve değişmez bir durum değildir, deneme ve yanılmalarla yol alan, her fırsatı değerlendirerek ilerleyen bir süreçtir. Onun için sağlıklı ya da sapkın cinsel faaliyetin sınırları da pek siliktir; hatta çoğu zaman ruhsal rahatsızlıklara karşı terapi olarak önerilir. Cinsel yaşamın zengin çeşitlilikteyse, ruhsal rahatsızlıkların da senden uzak olacağına inanılır.

Ama hakkını yememek lazım, bilimin (tıbbın) insanın yaşamına bir katkısı daha olmuştur bu arada. Cinsellik, eros’tan olduğu gibi üremeden de ayrılmıştır. Tıp, üreme sorumluluğunda cinsellikle rekabet haline girmiştir, önümüzdeki zamanlarda büyük ihtimalle cinselliğin yerini alacaktır. Bu durum elbette Bauman’ın da dikkatinden kaçmaz. “Mail göndererek ya da moda dergileri yoluyla sipariş vermeye çağdaş tüketicilerin alışık olmaları gibi, cazip donör kataloğundan bir çocuk seçmek ve seçim yaparken bu çocuğu da seçmiş olmak giderek büyüleyici bir hal alıyor.”

Çağımız bu nedenle artık çocuğun öncelikle duygusal bir tüketim nesnesi olduğu bir zaman dilimidir. Artık anne baba zevklerinin neşesi için istenilen çocuğu elde edemeyenlerin acısını telafiye çalışan ticaret dünyası, orijinal bebeğin bakımında olduğu gibi üretiminde de giderek daha büyük yer alacaktır. Zira artık parası olan her şeye sahip olabilecektir. Çocuklar da ortalama tüketicinin yapabileceği en pahalı alışverişler arasındadır. Aslında çocuk sahibi olmak, sadakati bölen ve bağımlılığı zorunlu kılan, geri getirilemez özellikleriyle modern yaşam politikalarına zıttır ve bu yüzden çoğu insan bu yükümlülüğü üstlenmek istemez.

Giddens versus Bauman

Bunları görür Bauman baktığı dünya resminde. Endişelidir insanlığın geleceğinden, her satırında belli eder tedirginliğini. Bizi hep uyarır nereye doğru gittiğimiz konusunda. Düşünce dünyasında yer etmiş önemli birisi vardır ki, zaman zaman onun önerileriyle dalgasını geçmek durumunda kalır. Böyle bir dünyayı ve şimdiki ilişki sistemimizi düşünce adına yüceltmeye cesaret edebilmiş ender kişilerdendir birisidir Bauman’ın alaya aldığı kişi, meşhur sosyolog Antony Giddens’tır.

Giddens’a göre modernlikle birlikte, toplumsal yaşamın yalnızca kendisi değil, eskiden “doğa” adı verilen şey de toplumsal olarak düzenlenmiş sistemlerin hükmü altına girmişti. Yaşanan mahremiyet dönüşümü nedeniyle cinsellik çok önemli hale gelmiş, heteroseksüellik her şeyin değerlendirildiği bir standart olmaktan çıkmış, elbette bu arada aşk da değişmişti. Modernliğin başat aktörü kadınlar, mahremiyetin dönüşümü sürecini de yönetiyorlardı. Kadın, toplumsal hayata katılıp özgürleştikçe, eski zamanların hastalıklı romantik aşk idealleri parçalanıyordu. Gelenekler ortadan kalkıyor, “saf ilişki”yi esas alan yeni bir ilişki modeli ve etik ortaya çıkıyordu.

Mahremiyetin Dönüşümü: Modern Toplumlarda Cinsellik, Aşk ve Erotizm adlı çalışmasında Giddens, cinselliğin alabildiğine özgürleşmesi ve demokratikleşmesinden yanadır; ona göre heteroseksüel ve homoseksüel çiftler, “saf ilişki”ye dayalı olarak yaşamalı, çocukların, akrabalıkların ne olacağı gibi ortaya çıkan yeni sorunlara demokratik çözümler bulunmalıdır. Giddens’ın “saf ilişki”sine yaşlı kurt Bauman asla yüz vermez.

Giddens’ın “saf ilişki” adını verdiği şey, günümüzde insan birlikteliğinin egemen biçimidir. Bu yüzyılda doğmuş, büyümüş, olgunlaşmış insanlar, bu tanımla hareket ediyorlar. İlişkiyi sürdürmek için yegâne koşulun, birbirlerine yeterince tatmin verebilmek olduğunu düşünüyorlar. Tam da Giddens’ın dediği gibi, partnerlerdan herhangi biri, ilişkiye herhangi bir anda son verme imkânına sahip; kim ki kendisini, sürme koşulları için bir anlaşma yapmadan ilişkiye çekincesiz bırakıyorsa, ileride başı çok ağrıyacaktır. İyi günde, kötü günde, zenginlikte ve yoksullukta, ölüm ayırana dek gibi kesin ve koşulsuz sözleşmeler geçerli değil artık. Onayladıkları bir şeye çok “cool” derken gençler, tam da Giddens’ın “saf ilişki” ilkelerine göre hareket ediyorlar. İnsan eylemleri ve etkileşimleri, karşılıklı ilişkinin ısınmasına, hele hele sıcak kalmasına izin vermiyor. “OK” olabilmek için “cool” olmak gerekiyor. Bağlılık yemininin anlamı yok, tabii bu durumda ötekinin sorumluluğunu almak gibi kavramlar da hiçbir anlam ifade etmiyor.

Giddens’ın “saf” dediği ilişki, ancak eşlerden birinin “yeni bir tebliğine kadar” süreceği kırılgan bir ilişkidir ve asla güvenin kök salacağı ve yeşerebileceği gerçek bir zemin olamaz. Eski zamanların “ölüm bizi ayırana kadar” şeklinde ifade edilen birlik modeli, güvenin kendiliğinden ve koşulsuz bir biçimde bağışlanması söz konusu değildir “saf ilişki”de. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş bir akışkanlığın kırılganlığın söz konusu olduğu insan ilişkileri ağında “yaşam perspektifleri, bir füzenin önceden tasarlanmış ve belirlenmiş, öngörülebilir balistik yörüngesinden ziyade, yakalanamaz, geçici ve yerinde duramayan hedeflerin peşindeki zeki roketlerin tesadüfi kıvrımlar çizmesine giderek daha fazla benzemektedir” (Giddens).

Niçin ahlaklı olmalıyım?

Bugün dünya, bugün insan ilişkileri, güvene karşı bir fesat kurma tezgâhı içindedir. Güvenin olmadığı, belirsizliklerle dolu bir dünyaya ahlaki umutları yerleştirme şansı da kalmaz. Bugün “Niçin ahlaklı olmalıyım?” sorusu birçok insanın zihninde baş göstermişse, ahlaki tutumların sonunun geldiğinin de bir göstergesidir. Zira ahlaklılık bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz, insanın doğuştan bir tezahürüdür. İhtiyaçtan kaynaklanan, onunla izah edilen eylemler, güdülü nitelikte olduklarından gerçek anlamda “ahlaki” olarak sınıflanamaz.

Ahlakla birlikte insan olmanın da sonuna gelindiğini düşünür Bauman ama umutsuz değildir. Ona göre belirsizlik, güvensizliğe ve ahlaksızlığa yol açmasının yanı sıra ahlakın yeşerip filizlenmesine de kapıyı aralar. İnsan, eninde sonunda insanlığına dönecek, yaşamın egemen ifadesi kendisini hissettirecektir. Dünya ve diğer insanlar, bizim dışımızda değillerdir. Biz henüz seçmeye başlamadan önce dünyanın içindeyizdir, dünyaya gömülmüşüzdür. Mutlaka zayıf, kırılgan, ıstırap içinde ve yardım talep eden insanların varlıklarından etkilenecek, yardım etmek, teselli etmek, tedavi etmek için harekete geçeceğizdir. Bu nedenle günümüzde etik buyruğun sessizliği hiç olmadığı kadar sağır edicidir.

Batı dünyası böyle: Bir yanda Bauman’ın endişeleri, bir yanda Giddens’ın heyecanla yenidünya beklentisi. Asıl kutuplaşma orada; sisten göz gözü görmüyor. Kim ne derse desin Demokratlar ve Cumhuriyetçiler kavgasının arkasında da bu gerilim yatıyor ve tüm Batı’ya yayılma istidadı gösteriyor. Biz ise bir yandan modernleşmeye çalışırken bir yandan da bunun pek de hayırhah bir şey olmadığını, özgünlüğümüzü korumamız gerektiğini fark ediyoruz. Biraz safça bir fark ediş çoğunlukla da gözlerini gerçekliğe kapamak bizimkisi… Ama olsun, çoğumuz direnmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Biz yarı uyur yarı uyanık halde, direniş setimizi oluşturmaya çalışırken dünya çığ olmuş üzerimize doğru geliyor. Hayırlısı Allah’tan!..

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Aşk ve Bauman’dan gülle gibi vurucu tespitler

Bağ kurmak kolaylaştıkça, samimiyet neden azalıyor? Modern insan, akışkan ilişkiler içinde kaybolurken 'saf' bir aşk mümkün mü? Cinsellik özgürleşti mi, yoksa tüketim kültürünün bir nesnesine mi dönüştü? Zygmunt Bauman ve Anthony Giddens, modern mahremiyet ve ilişkileri nasıl yorumluyor? İnsan, güvensizlik içinde mi kaybolacak, yoksa etik ve ahlak yeniden yeşerecek mi? Prof. Dr. Erol Göka yazdı.

Akışkan Aşk kitabındaki günümüz insanı ve yaşantılarımız hakkında gülle gibi sözleri devam ediyor düşünür Zygmunt Bauman’ın…

Uzun süreli ve gerçek ilişkiler yerine bir ağda bağlı kalmayı tercih ediyor insanlar. Cep telefonları sürekli çalıyor ya da böyle olduğunu umuyorlar. Ama bunun için de cevapsız çağrılardan sonra başvurabileceğiniz geniş, çok geniş bir bağlantı portföyünüz olmak durumunda. Cep telefonları uzakta kalanların temasa geçmesini sağlarken daha çok da temasa geçenlerin birbirlerinden uzakta kalmasına neden oluyor. Zira gerek cep telefonu gerek internet üzerinden sağlanan bu bağlantılar, sürekli hareket eden ve hep hızlı olmaya çalışan insanın, ayağının altındaki zeminin kayıp gittiği hissini bir an için ortadan kaldırabilirler diye düşünüyor Bauman.

Kitle teorileri de yetersiz

“Etrafımızdaki kalabalık tadımızı kaçırdığında da hemen bu ağın içine sığınabilirsiniz, kopuverirsiniz kalabalıklardan… Birbirinden kopan insan kitlesi: daha kesin ifadeyle bir sürü. Birliklerini sağlamak için ne komutana, ne şefe, ne de ajan provokatör ya da hafiyeye ihtiyaç duyan, kendi kendini teşvik eden kişiler toplamı. Hareketli her birimin aynı şekilde hareket ettiği ama hiçbir şeyin ortak yapılmadığı hareketli bir bütün. Bu birimler tek sıraya girmeden uygun adım yürürler: Klasik kitle kendinden kopan birimleri kovar ya da onları ezer, sürünün izin verdiği tek şey bu birimlerdir. Cep telefonları sürüyü yaratmadı, ama bulunduğu durumda –sürü halinde- kalmasına katkıda bulunuyor.”

Önce mahremiyetimizi dalgıç giysisi gibi taşıdığımız zamanlar geldi. Beklenmedik bir karşılaşmaya yol açmamak için her şeyi yaptık. Ama ardından mahremiyet suları hızla soğudu, evlerimiz yumuşacık mahremiyet adaları, aşkın ve dostluğun paylaşılan teneffüs avlusu olmaktan çıktılar. Kendi evlerimizde sipere yattık, kendimizi odalarımıza kilitledik. Ev, tüm aile üyelerinin ayrı ayrı yan yana yaşayabildikleri, çok-amaçlı bir eğlence merkezi oldu. Elektroniğin yönettiği sanal yakınlık zamanları çıktı geldi. Sanal yakınlığı gerçek yakınlığa tercih etmeye başladık. Bauman’ın sözleriyle “Tek başına olmak, elinin altında bulunan cep telefonuyla odaya kapanmak, evin ortak alanını paylaşmaktan daha az riskli ve daha emin” olarak algılandı.

Sanal yakınlıklar

İnternet üzerinden partner bulmak da mümkündü. Üstelik mektupla gönderilmiş, üzerinde “satın alma zorunluluğunuz yoktur”, “memnun kalmazsanız ürünü iade edebilirsiniz” gibi ifadeler bulunan bir satış kataloğuna bakar gibi seçebilirsiniz partnerinizi. Tek sorun onun da tercihini aynı kolaylıkla sizden yana yapmasıdır. Alışveriş merkezlerinin daha fazla kâr amacıyla her gün yaptıkları şeyi, siber-buluşmalar partner pazarlığı için gerçekleştirirler.

Sanal yakınlığa yalnızca bir düğmeye basarak son verilebilir, bir elektronik postaya cevap vermemekten daha kolay bir şey yoktur. Sanki yakınlık yükseldikçe gerçek insani bağlar sıklaşır ve yoğunlaşır gibi görünebilir ilk anda ama aslında olan, kısa ve kolayca “işe yaramaz” diye nitelenen bir hale gelmeleridir. Sanal yoldan bağlı olmak, gerçek bir ilişkiye angaje olmaktan çok daha az masraflıdır, bu doğru ama sanal bağlılıkların, bağların inşası ve beslenmesi anlamında çok daha az üretici olduğu da doğrudur. Bu nedenle sanal yakınlığa dayalı ilişkiler kuran günümüz gençlerinin gerçek sosyallik kapasitesi olmadığından, üstelik bundan da telaşa kapılmadığından söz ediliyor. Dayanışmanın, duygudaşlığın, paylaşmanın, karşılıklı yardımlaşma ve sempatinin olmadığı tüketim toplumunu da kolaylaştırıyor sanal yakınlık. Sanal yakınlığın dayanışmadan habersiz, güvensiz ağında tutunmaya çalışanlar, yalnızca tüketim zevki yoldaşı olabilirler.

“Hepimiz belirsizlik ummanında, güvenlik adacıkları üzerinde kurtuluş ararız.” Güçlü ve sağlıklı ilişkilere karşı mayınlarla döşeli bu dünyada, yine de insanlar, insan olmalarından gelen şevkle, hayatın tüm insanlara verdiği iki çıpayı da kullanmak isterler diye düşünüyor Bauman. Bunlar, sevdiğimiz ve sevilmeyi arzuladığımız bir eş ve ona ait olmamızı ve itaat etmemizi isteyen aile kabilesi, yani akraba ağıdır. Bu iki çıpadan da kolayca vazgeçemez, onları birbirine bağlayan halka olmayı sürdürürüz,  yakınlığımızı akrabalığa doğru dönüştürmeye çalışırız. Zayıf bir halka olduğumuzu, eşimiz ve ailemiz arasındaki gerilimlerden en fazla sıkıntı çekecek olanın bizzat kendimiz olduğunu bile bile, üstelik sanal yakınlık imkânı varken eş, evlilik ve akrabalık isteğimizi böyle izah eder Bauman.

Yakınlık, bizi akrabalığın sakin limanına götüren köprüdür; bir kuşağın yakınlığı sonraki kuşağın akrabalık potansiyelini içinde taşır. Yakınlık, eş olma bizim tercihimizdir ama sürdürülebilmek, onu hayatta ve sağlıklı tutabilmek için, hiç mola vermeden her gün yeniden o noktada olduğumuz dile getirilmeli, bunu onaylayıcı eylemler yapılmalıdır. Bu öyle bir dünyadır ki, eğer böyle yapılmazsa yakınlık zayıflayacak, azalacak ve sonra da çürüyerek tamamen çökecektir. İki kişilik yaşamın geniş bir cadde mi yoksa çıkmaz bir sokak mı olacağı bilinemez, en azından önceden bilinemez. Önemli olan, sanki bu farklılık önemsizmiş gibi günler boyunca yol almaktır.

Yakınlığı, eş olmayı ve akrabalığı açıktan öven, adeta geleneksel dünyanın savunmasını yapan Bauman, Acaba yaşasaydı, son 15 yılda olup bitenleri de görseydi, aynı satırları yazar mıydı emin değilim. Zira yalnız, “solo” yaşamaya doğru eğilimi giderek artıyor günümüz insanının ve cinsellikle ilgili Bauman’ın yıllar öncesindeki gözlemleri de giderek sıradanlaşıyor.

Zıp zıp zıplayan cinsellik kangurusu

Günümüz ilişkilerinin en önemli görünümlerinden birisi de cinselliğin özerk bir niteliğe kavuşması, tüketici rasyonalitesinin egemenliğinin, kullan-at tarzının burada da kendini göstermesidir. Tüketici yaşamı hafifliği ve hızı öne çıkartır, yeniliği ve çeşitliliği destekler. Bu ilkeler cinsellik alanı için de geçerlidir.

Bauman, Alman seksolog Volkmar Sigusch’un “Bizim kültürümüz, ars erotica’yı değil scientia sexualis’i yarattı” sözünü onaylar. Buradaki “eros” sözü aşka ve arzuya, seks sözü ise kadın-erkek ilişkisinin ilişkiden soyutlanmış cinsellik boyutuna daha yakın bir anlama gelmektedir. Aşk ve arzu sanatındansa, cinselliği bilimsel olarak ve bilimselliğin gerektirdiği tarafsızlık nedeniyle duygulardan, bağlılıklardan uzak bir biçimde incelemeyi tercih etmiştir günümüz insanı.

“Günümüzde cinsellik artık zevk ve mutluluk olasılıklarının cisimleşmesi değildir. Vecd ve ihlal olarak olumlu anlamda mistifiye edilmiş değildir, tersine, baskı, eşitsizlik, şiddet, suiistimal ve ölümcül enfeksiyonlar olarak olumsuz anlamda mistifiye edilmiştir.” Sigusch’un bu sözlerine ilave eder Bauman: Cinselliğin bilimsel incelemesi, insanlığa sefaletten kurtuluşu vaat etmesine rağmen öğüt, yardım ve destek alabildiği laboratuvar ve terapistin muayenehanesinin dışında insanı (ki artık homo sexualis’tir) öksüz ve yitik bırakmıştır. Ama ne yazık ki, bu öksüz ve yitik durum bırakın fark edilmeyi, ataerkil ve sofu (püriten) toplumun hapishanesinden cinselliğin kurtuluşu olarak görülüp kutlanmaktadır.

Homo sexualis, daimi ve değişmez bir durum değildir, deneme ve yanılmalarla yol alan, her fırsatı değerlendirerek ilerleyen bir süreçtir. Onun için sağlıklı ya da sapkın cinsel faaliyetin sınırları da pek siliktir; hatta çoğu zaman ruhsal rahatsızlıklara karşı terapi olarak önerilir. Cinsel yaşamın zengin çeşitlilikteyse, ruhsal rahatsızlıkların da senden uzak olacağına inanılır.

Ama hakkını yememek lazım, bilimin (tıbbın) insanın yaşamına bir katkısı daha olmuştur bu arada. Cinsellik, eros’tan olduğu gibi üremeden de ayrılmıştır. Tıp, üreme sorumluluğunda cinsellikle rekabet haline girmiştir, önümüzdeki zamanlarda büyük ihtimalle cinselliğin yerini alacaktır. Bu durum elbette Bauman’ın da dikkatinden kaçmaz. “Mail göndererek ya da moda dergileri yoluyla sipariş vermeye çağdaş tüketicilerin alışık olmaları gibi, cazip donör kataloğundan bir çocuk seçmek ve seçim yaparken bu çocuğu da seçmiş olmak giderek büyüleyici bir hal alıyor.”

Çağımız bu nedenle artık çocuğun öncelikle duygusal bir tüketim nesnesi olduğu bir zaman dilimidir. Artık anne baba zevklerinin neşesi için istenilen çocuğu elde edemeyenlerin acısını telafiye çalışan ticaret dünyası, orijinal bebeğin bakımında olduğu gibi üretiminde de giderek daha büyük yer alacaktır. Zira artık parası olan her şeye sahip olabilecektir. Çocuklar da ortalama tüketicinin yapabileceği en pahalı alışverişler arasındadır. Aslında çocuk sahibi olmak, sadakati bölen ve bağımlılığı zorunlu kılan, geri getirilemez özellikleriyle modern yaşam politikalarına zıttır ve bu yüzden çoğu insan bu yükümlülüğü üstlenmek istemez.

Giddens versus Bauman

Bunları görür Bauman baktığı dünya resminde. Endişelidir insanlığın geleceğinden, her satırında belli eder tedirginliğini. Bizi hep uyarır nereye doğru gittiğimiz konusunda. Düşünce dünyasında yer etmiş önemli birisi vardır ki, zaman zaman onun önerileriyle dalgasını geçmek durumunda kalır. Böyle bir dünyayı ve şimdiki ilişki sistemimizi düşünce adına yüceltmeye cesaret edebilmiş ender kişilerdendir birisidir Bauman’ın alaya aldığı kişi, meşhur sosyolog Antony Giddens’tır.

Giddens’a göre modernlikle birlikte, toplumsal yaşamın yalnızca kendisi değil, eskiden “doğa” adı verilen şey de toplumsal olarak düzenlenmiş sistemlerin hükmü altına girmişti. Yaşanan mahremiyet dönüşümü nedeniyle cinsellik çok önemli hale gelmiş, heteroseksüellik her şeyin değerlendirildiği bir standart olmaktan çıkmış, elbette bu arada aşk da değişmişti. Modernliğin başat aktörü kadınlar, mahremiyetin dönüşümü sürecini de yönetiyorlardı. Kadın, toplumsal hayata katılıp özgürleştikçe, eski zamanların hastalıklı romantik aşk idealleri parçalanıyordu. Gelenekler ortadan kalkıyor, “saf ilişki”yi esas alan yeni bir ilişki modeli ve etik ortaya çıkıyordu.

Mahremiyetin Dönüşümü: Modern Toplumlarda Cinsellik, Aşk ve Erotizm adlı çalışmasında Giddens, cinselliğin alabildiğine özgürleşmesi ve demokratikleşmesinden yanadır; ona göre heteroseksüel ve homoseksüel çiftler, “saf ilişki”ye dayalı olarak yaşamalı, çocukların, akrabalıkların ne olacağı gibi ortaya çıkan yeni sorunlara demokratik çözümler bulunmalıdır. Giddens’ın “saf ilişki”sine yaşlı kurt Bauman asla yüz vermez.

Giddens’ın “saf ilişki” adını verdiği şey, günümüzde insan birlikteliğinin egemen biçimidir. Bu yüzyılda doğmuş, büyümüş, olgunlaşmış insanlar, bu tanımla hareket ediyorlar. İlişkiyi sürdürmek için yegâne koşulun, birbirlerine yeterince tatmin verebilmek olduğunu düşünüyorlar. Tam da Giddens’ın dediği gibi, partnerlerdan herhangi biri, ilişkiye herhangi bir anda son verme imkânına sahip; kim ki kendisini, sürme koşulları için bir anlaşma yapmadan ilişkiye çekincesiz bırakıyorsa, ileride başı çok ağrıyacaktır. İyi günde, kötü günde, zenginlikte ve yoksullukta, ölüm ayırana dek gibi kesin ve koşulsuz sözleşmeler geçerli değil artık. Onayladıkları bir şeye çok “cool” derken gençler, tam da Giddens’ın “saf ilişki” ilkelerine göre hareket ediyorlar. İnsan eylemleri ve etkileşimleri, karşılıklı ilişkinin ısınmasına, hele hele sıcak kalmasına izin vermiyor. “OK” olabilmek için “cool” olmak gerekiyor. Bağlılık yemininin anlamı yok, tabii bu durumda ötekinin sorumluluğunu almak gibi kavramlar da hiçbir anlam ifade etmiyor.

Giddens’ın “saf” dediği ilişki, ancak eşlerden birinin “yeni bir tebliğine kadar” süreceği kırılgan bir ilişkidir ve asla güvenin kök salacağı ve yeşerebileceği gerçek bir zemin olamaz. Eski zamanların “ölüm bizi ayırana kadar” şeklinde ifade edilen birlik modeli, güvenin kendiliğinden ve koşulsuz bir biçimde bağışlanması söz konusu değildir “saf ilişki”de. İnsanlık tarihinde eşi görülmemiş bir akışkanlığın kırılganlığın söz konusu olduğu insan ilişkileri ağında “yaşam perspektifleri, bir füzenin önceden tasarlanmış ve belirlenmiş, öngörülebilir balistik yörüngesinden ziyade, yakalanamaz, geçici ve yerinde duramayan hedeflerin peşindeki zeki roketlerin tesadüfi kıvrımlar çizmesine giderek daha fazla benzemektedir” (Giddens).

Niçin ahlaklı olmalıyım?

Bugün dünya, bugün insan ilişkileri, güvene karşı bir fesat kurma tezgâhı içindedir. Güvenin olmadığı, belirsizliklerle dolu bir dünyaya ahlaki umutları yerleştirme şansı da kalmaz. Bugün “Niçin ahlaklı olmalıyım?” sorusu birçok insanın zihninde baş göstermişse, ahlaki tutumların sonunun geldiğinin de bir göstergesidir. Zira ahlaklılık bir ihtiyaçtan kaynaklanmaz, insanın doğuştan bir tezahürüdür. İhtiyaçtan kaynaklanan, onunla izah edilen eylemler, güdülü nitelikte olduklarından gerçek anlamda “ahlaki” olarak sınıflanamaz.

Ahlakla birlikte insan olmanın da sonuna gelindiğini düşünür Bauman ama umutsuz değildir. Ona göre belirsizlik, güvensizliğe ve ahlaksızlığa yol açmasının yanı sıra ahlakın yeşerip filizlenmesine de kapıyı aralar. İnsan, eninde sonunda insanlığına dönecek, yaşamın egemen ifadesi kendisini hissettirecektir. Dünya ve diğer insanlar, bizim dışımızda değillerdir. Biz henüz seçmeye başlamadan önce dünyanın içindeyizdir, dünyaya gömülmüşüzdür. Mutlaka zayıf, kırılgan, ıstırap içinde ve yardım talep eden insanların varlıklarından etkilenecek, yardım etmek, teselli etmek, tedavi etmek için harekete geçeceğizdir. Bu nedenle günümüzde etik buyruğun sessizliği hiç olmadığı kadar sağır edicidir.

Batı dünyası böyle: Bir yanda Bauman’ın endişeleri, bir yanda Giddens’ın heyecanla yenidünya beklentisi. Asıl kutuplaşma orada; sisten göz gözü görmüyor. Kim ne derse desin Demokratlar ve Cumhuriyetçiler kavgasının arkasında da bu gerilim yatıyor ve tüm Batı’ya yayılma istidadı gösteriyor. Biz ise bir yandan modernleşmeye çalışırken bir yandan da bunun pek de hayırhah bir şey olmadığını, özgünlüğümüzü korumamız gerektiğini fark ediyoruz. Biraz safça bir fark ediş çoğunlukla da gözlerini gerçekliğe kapamak bizimkisi… Ama olsun, çoğumuz direnmemiz gerektiğinin bilincindeyiz. Biz yarı uyur yarı uyanık halde, direniş setimizi oluşturmaya çalışırken dünya çığ olmuş üzerimize doğru geliyor. Hayırlısı Allah’tan!..

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 13 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x