İnsan ruhu tekliği sevmez, başka ruhlarla bağ kurmak ister. Kurduğu bağlar sayesinde hayatta kalır. Kurduğu bağlar içinde kendini görür ve gösterir, kendini deneyimler. Başka bir ruhla gerçek anlamda bir bağ kurduğunu hissettiğinde, gerçekten duyulduğunu ve anlaşıldığını da hisseder ve benliğin en derin katmanında “ben varım” deneyimini yaşar. Nitekim insan beyni de bu bağları kurmayı kolaylaştıracak şekilde evrimleşmiştir. Ayna nöronları başkalarının duygularını hissedebilmek, oksitosin sistemi güven ve yakınlık duygusu yaratabilmek için vardır.
Oysa modern insan, hiç olmadığı kadar “bağsız”. Dijitalleşmenin getirdiği etki sayesinde hiç olmadığımız kadar çok bağlantı halindeyiz ama hiç bu kadar az bağ kurmamıştık. Dijital bağlantılar çoğaldıkça derin bağlar azaldı. Kurulan bağlar kolaylıkla sağa sola kaydırılır, tüketilir hale geldi. Kimsenin kimseyi tanıyacak kadar sabrı kalmadı. İnsanoğlu adeta bir dijital uyaran selinde sürüklenir hale geldi. Kalabalıklar içinde yalnızlık yeni çağın salgınına dönüştü.
Japonya bunun uç örneği. Yeni ortaya sürülen bir kavram olan “Hikikomori” uzun süreli sosyal çekilme, toplumsal ilişkilerden, işten veya okuldan uzak durma anlamına geliyor. Hikikomori yaşayan insanlar en az altı ay süreyle evlerinden nadiren çıkıyor veya hiç çıkmıyor. Dolayısıyla sosyal ilişkileri ciddi anlamda kısıtlanıyor. 2023 yılı itibarıyla Japon nüfusunun yaklaşık yüzde 2’si Hikikomori’den mustarip1. Bu olgu sadece Japonya’ya özgü değil — araştırmalar bazı Avrupa, Asya ve Batı ülkelerinde benzer sosyal çekilme türleri olduğunu gösteriyor.
Neden bağlanmaya ihtiyaç duyarız?
İnsanın bağ kurma ihtiyacının kökleri, bir İngiliz psikiyatrist olan John Bowlby’nin öne sürdüğü bağlanma kuramının da işaret ettiği gibi, doğumla birlikte başlar2. Bowlby’ye göre bağlanma, sadece bir duygusal yakınlık değil, hayatta kalma mekanizmasıdır. Bebek, bakım verenine bağlanarak yalnızca beslenmez; aynı zamanda güvenlik, korunma ve duygusal düzenleme sağlar. Bu temel güven duygusu, ilerleyen yaşlarda kurulan tüm ilişkilerin görünmez zeminini oluşturur.
Bağlanmak yalnızca duygusal bir ihtiyaç değil, aynı zamanda biyolojik bir ihtiyaçtır — bizi duygusal olarak düzenler, aynalar ve varlığımıza anlam kazandırır. Nitekim insan beyninde birçok nörobiyolojik mekanizma bağ kurma ve bağlanmamızı kolaylaştıracak şekilde evrimleşmiştir. Beynimiz bağ kurduğumuzda güvenli hissedecek şekilde tasarlanmıştır. Sosyal sinirbilim araştırmaları, bağ kurma anlarında beynin empati ve ödül merkezlerinin birlikte aktive olduğunu gösterir. Nörobilimsel olarak da bu karşılıklı “görülme” hali, beynin ayna nöron sistemini ve ventromedial prefrontal korteks gibi empatiyle ilişkili bölgeleri aktive eder. Sevdiğimiz biriyle temas ettiğimizde ya da güvenli bir ilişki içindeyken oksitosin adı verilen “bağlanma hormonu” salınır. Oksitosin hem sakinleştirici hem de güven duygusunu pekiştirici etki yapar; kalp atışlarını düzenler, stresi azaltır, empatiyi artırır. Aynı zamanda dopamin sistemi de devreye girer. Dopamin, bağ kurmanın “ödül” hissini yaratır — birine yakınlık hissettiğimizde beynimiz, tıpkı bir başarı ya da haz anında olduğu gibi dopamin salgılar. Bu nedenle ilişkiler sürdürüldükçe beyin, bu tatmin duygusunu yeniden arar.
Ancak bağlanma yalnızca ödül devreleriyle sınırlı değildir. Amigdala ve prefrontal korteks arasındaki denge, ilişkilerde güven ve korku arasındaki hassas çizgiyi belirler. Güvenli bağlanmış bireylerde, beyin tehdit algısını daha iyi düzenler; terk edilme ya da reddedilme korkusu daha az yoğun yaşanır. Yani biyolojik düzeyde, bağlanma sistemimiz hem haz arayışı hem de tehditten korunma üzerine kuruludur. Bu iki sistemin uyum içinde çalışması, sağlıklı ilişkilerin nörobiyolojik temelini oluşturur.
Varoluşsal açıdan bağ kurmak anlam üretmenin bir yoludur. İnsan ancak başkaları ile kurduğu bağlar aracılığıyla kendi kimliğini, değerlerini ve duygularını anlamlandırabilir. Yalnız da var olabiliriz ama bağ kurduğumuzda hayatın anlamını daha derinden hissederiz. Sevgi, dostluk, aidiyet duygusu insanın varlığının yankısını bulduğu yerlerdir. Bağ, sadece “birine yakın olma” hali değildir; kendini görme ve görülme deneyimidir. Yani karşımızdaki kişi bizi anladığında, duygularımıza yer açtığında, içsel deneyimimiz dış dünyada yankı bulur. Bu da “ben varım” hissini güçlendirir. İlişkiler bir tür ayna görevi görür. Bir başkası bizi sevdiğinde “sevilebilir” biri olduğumuz hissederiz. Benzer şekilde; bir başkasını yürekten sevdiğimizde de ruhumuzun “sevebilen” halini deneyimleriz. Japon yazar Haruki Murakami’nin 1Q84 isimli kitabında söylediği gibi: “Yürekten sevdiğin bir insan varsa, bir kişi olsun yeter, hayatın kurtulmuş demektir”.3
Bağsızlık: Dijitalleşmenin ve pandeminin getirdiği yeni trend
İnsanoğlu dijitalleşmenin etkisiyle her ne kadar çok fazla bağlantı içindeyse de aslında en bağsız dönemini yaşıyor. Bağ kurmama/kuramama ya da yüzeysel bağlar kurma olarak tarif edebileceğimiz bağsızlık hali çağımızın koşullarının bir sonucudur.
Bu koşulların başında elbette internet kullanımının yaygınlaşması ve dijitalleşme geliyor. Günümüzün dijital bağları eskiden kurulan bağlara göre çok daha yüzeysel, hızlı ve ödül odaklı. Bağ kurmanın önemli bir aracı olan bedensel temas, yüz ifadesi gibi durumların dijital ilişkilerde devre dışı kalması ve dijital bağların çok daha hızlı üretilir ve aynı hızda tüketilir olması bu bağların yüzeysel kalmasına katkıda bulunuyor. Sosyal medya platformlarında bağ kurma hissi adeta simüle ediliyor, ama gerçek bağ yerine dopamin bazlı geçici ödüller (beğeni, bildirim, mesaj) sunuluyor. Bu da dijital bağların beynin ödül sistemini aşırı uyaran ama duygusal besleme sağlamayan bağlar olmasına neden oluyor.
Dijitalleşmenin getirdiği önemli bir etki de modern yaşamın hızının ve ritminin oldukça artmış olması. Dijital platformlardan gelen sürekli bildirimler, bu platformların yarattığı hız ve performans baskısı, talep edilen çoklu görevler beynin default mode network (içe dönük düşünme, empati, anlamlandırma ağı) işlevini bastırıyor. Yani insanlar artık “anlamlı temas” kuracak içsel boşluğu bulamıyorlar. Bağ kurmanın temel gerekleri olan zaman, dikkat ve duygusal sabır çağımızın bu “hemen şimdi” diyen temposu içerisinde bulunamıyor ve dolayısıyla kurulan bağlar güdük kalıyor. Ortalıkta sürekli uyarılmış ama duygusal olarak uyuşmuş zihinler olarak dolaşıyoruz. Bağ kurma kapasitemiz giderek köreliyor.
Çağımızın bu dijital bağlamı içerisinde bağ kurma kapasitemize indirilen son darbe pandemi oldu. Pandemi, insan beyninin en temel regülasyon biçimi olan “yakınlık” ihtiyacını uzun süre engelledi. Beyin, sosyal sinyalleri (mimik, jest, göz teması gibi) uzun süre işlemeyince bu alandaki nöroplastisite zayıfladı. Tıpkı uzun süre çalışmayan bir kasın atrofiye gitmesi gibi sosyal beynimiz çalışmadığı için köreldi, paslandı. Bağlarımızı dijital platformalar üzerinden kurmaya yöneldik ve bu şekilde ilişki kurmanın getirdiği pratiklik, hız ve daha az sorumluluk nedeniyle aslında bir yanımız bu dijital bağ kurma yöntemini benimsedi. Pandemi çoktan bitmiş olmasına rağmen halen dijital bağları emek isteyen yüz yüze ilişkilerden daha çok tercih eden birçok insan var. Hatta pandemi sonrası yüz yüze temasta rahatsızlık, yorgunluk ve sosyal anksiyete yaşadığını belirten insanlar terapi odalarımızı doldurmaya başladı. Kısacası pandemi sosyal becerilerimizi köreltti, dijital bağlar bu açığımızı doldurmadı.
Toksik bağlar: Bizi zehirleyen bir ilişkiden neden kopamayız?
Bağ kurmak konusunda karşımıza çıkan bir diğer sık sorun da toksik bağlardır. Toksik ilişki çoğunlukla kişinin ruhunu zedelediği halde kişinin kopamadığı bağları için kullanılan bir tanımdır. Bu tür ilişkilerde sevgi, nefret, özlem, korku, suçluluk ve öfke gibi kuvvetli ama ikircikli duygular iç içe geçer. Kişi bu ilişkinin onu içten içe zehirlediğini fark etse bile kopamaz. Adeta bu ilişki onun için bir bağımlılık gibidir.
Toksik bağların neden bir bağımlılık haline dönüştüğünü anlama konusunda bize en yardımcı olan kuramlardan biri edimsel koşullanma kuramıdır. Edimsel koşullanma kuramına göre; bir davranış sonucunda organizma bir ödül elde ederse veya bir cezadan kurtulmuş olursa o davranış pekişir yani bir sonraki benzer uyaranla karşılaştığında organizma yine aynı davranışı gösterme eğiliminde olur. Kişinin davranışı yapma olasılığını arttıran uyaranlara olumlu pekiştireç denir. Olumlu pekiştireçler üzerinde yapılan araştırmalar; ödülün organizma davranışı her gösterdiğinde sunulmasındansa, rastgele ve beklenmedik aralıklarla sunulmasının ödülle eşleşen davranışı yapma eğilimini daha fazla arttırdığını göstermiştir. Yani kişiyi aynı davranışı için her sefer ödüllendirmektense, aynı davranışı rastgele bir aralıkta ödüllendirmenin daha güçlü bir pekişmeyle sonuçlandığı söylenebilir. Bu keşif kumar makinalarının çalışma ilkesinde de yer alır. İlişkilerin kişiye sağladığı ödülleri sevgi, duygusal ve cinsel yakınlaşma, beğenilme ve yüceltilme olarak düşünebiliriz. İlişkiler sırasında ortaya çıkan cezalar ise eleştirilme, suçlanma, ayrılık tehdidi ve beğenilmemedir. Toksik ilişkilerde çoğunluk ödül ve cezalar bir arada bulunur. Üstelik kişi ödülün ne zaman, cezanın ne zaman geleceğini çoğunlukla kestiremez. Rastgele ve beklenmedik aralıklarla gelen ödülün varlığı olumlu pekiştireç etkisiyle toksik ilişkilerin bir bağımlılık haline dönmesinde önemli bir rol oynar.
Toksik bağların sürmesinde bir diğer önemli etken kişilerin bağlanma kodlarıdır. Bowlby’nin bağlama kuramına göre2 erken dönemde kurulan ilişki deneyimlerinin yetişkinlikteki bağlanma biçimlerini belirlediğini daha önceki bölümde belirtmiştim. Güvensiz bağlanma türleri olan kaçıngan ve kaygılı bağlama toksik bağların sürmesine neden olabilir. Kaygılı bağlanma tarzına sahip bireyler, reddedilme korkusuyla toksik ilişkilerde daha uzun süre kalabilirler. Kaçıngan bağlanma örüntüsüne sahip kişiler ise duygusal yakınlıktan korktukları için mesafeli ama bağımlı döngülere girebilirler. Her iki durumda da kişi, tanıdık gelen ilişki biçimini “sevgi” zanneder. Yani acı, bir tür tanıdıklık duygusu taşıdığı için tercih edilebilir.
Nörobiyolojik açıdan bakıldığında ise insan beyninin örüntü tamamlama eğilimi nedeniyle zarar verici olsa da tanıdık döngüleri yeni ve belirsiz örüntülere tercih ettiğini görüyoruz. Beyin, eksik ya da belirsiz bilgileri tanıdık kalıplara uydurarak hızlı ve enerji tasarruflu kararlar almayı tercih eder. Tekrar eden davranışlar sinir ağlarında “iyi bilinen patikalar” oluşturur. Toksik bağlar bu mekanizmayla nörobiyolojik düzeyde bir bağımlılık döngüsü yaratır. Partnerden gelen sevgi, onay veya yakınlık anları dopamin patlamaları oluşturur. Ancak ardından gelen eleştiri, uzaklaşma ya da reddedilme stres hormonlarını (kortizol) yükseltir. Dopamin sistemi ödül ve haz beklentisini pekiştirirken, stresle ilgili devreler (örneğin amigdala) tehdit algısını canlı tutar. Bu nedenle kişi, kendisine zarar veren bir döngü içinde bile olsa, tanıdık olanı seçmeye eğilimlidir. Bu konuda daha ayrıntılı görüşlerimi Fikir Turu sitesinde daha önce yayınlanan “Psikolojik Döngüler ve Onlardan Çıkma Yolları” başlıklı yazımda bulabilirsiniz 4.
Sağlıklı bağlar kurmanın yolları
Aslında insanoğlu için bağ kurma becerisi doğrudan hayatta kalmakla ilişkili olduğu için doğuştan gelen bir beceridir. Ama bu beceri yaşam deneyimleriyle biçimlenebilir. Bağ kurmayı destekleyen ve besleyen bir çevre yoksa bağ kurma becerisi körelebilir. Toksik ilişkilerin varlığında bağ kurmak bağımlı ilişkiler kurmaya dönüşebilir. Sağlıklı bağlar ne kayıtsız bir bağsızlık ne de sınırları silen bir bağımlılıktır — ikisi arasındaki psikolojik esnekliktir.
Sağlıklı bağlar kurmak için kişinin öncelikle kendi benliği ile güvenli bir bağ kurabilmesi gerekir. Başkalarıyla kurduğumuz ilişkilerin prototipi kendimizle kurduğumuz ilişkidir. Kendine şefkat gösterebilen, duygularını yargılamadan fark edebilen birey, ilişkilerinde de şefkatli ve yargılayıcı olmayan bir tutum gösterme eğilimindedir. Yani karşımızdakinin bizi onaylamasına ihtiyaç duymadan da sevilebilir olduğumuzu hissedebilmek, sağlıklı bağların ilk adımıdır.
Kişinin bir ilişkide kendini güvende ve rahat hissettiği alanı kişisel sınırları belirler. Sağlıklı bağlar kurmak için kişinin ilişkilerdeki sınırlarını net olarak koyması ve koruması gereklidir. Çok katı, duvar yüksekliğinde sınırlar kopuk ilişkilere ve nihayetinde bağsızlığa yol açabilir. Toksik bağlarda ise çoğunlukla fazla geçirgen sınırlar hatta sınırsızlık söz konusudur. Sağlıklı sınırlar koymak için kişinin sınır koyma konusundaki korkularını anlaması ve gidermesi, net ve açık bir iletişimle istek ve ihtiyaçlarını öteki kişiye iletmesi ve gerekirse bu sınırı tekrar tekrar koyması gereklidir. Bu konudaki daha ayrıntılı önerilerimi Fikir Turu sitesinde daha önce yayınlanan “Kişisel sınırlarımız: Nerede başlayıp nerede bitiyoruz” başlıklı yazımda bulabilirsiniz 5.
Dijitalleşmenin getirdiği bağsızlık etkisinden kurtulmak için ekransız zamanlar yaratmak, çevrim dışı ilişkiler kurup yüz yüze paylaşımlar yapmak önemlidir. Bu açıdan körelen becerileri geri kazanmak için yemek yemek, yürüyüş yapmak, kahve molası vermek gibi basit gündelik ritüelleri başkalarıyla paylaşmakla başlayıp giderek daha karmaşık sosyal ortamlara katılmak denenebilir.
Toksik bağlardan kurtulmak için kişinin içinde bulunduğu döngüyü fark etmesi, bu döngünün gerektirdiği kalıplaşmış davranışın dışına çıkarak yeni ve farklı davranışlarda bulunması gereklidir. Kurulacak yeni ve sağlıklı bağlar, eski ve toksik bağların kişinin yaşamı üzerindeki etkisini azaltacaktır.
Sağlıklı bağ ne kusursuz uyum ne de sürekli huzur demektir. Asıl sağlıklılık, anlaşmazlık anlarında bile bağın korunabilmesidir. Birbirini dönüştürmeye çalışmadan, karşılıklı olarak ruhların birbirini görmesine ve görülmesine alan açarak var olabilmek hem psikolojik olgunluğun bir göstergesi hem de insan olmanın en keyifli deneyimlerinden biridir.
Kaynaklar ve okuma önerileri:
(1) https://cm.asiae.co.kr/en/article/2023040117322310618?utm_source=chatgpt.com
(2) John Bowlby. Attachment and Loss. Pimlico, 1997.
(3) Haruki Murakami. 1Q84. Doğan Kitap, 2009.
(4) https://fikirturu.com/toplum/insan/psikolojik-donguler-ve-onlardan-cikma/
(5) https://fikirturu.com/toplum/kisisel-sinirlarimiz-nerede-baslayip-nerede/



