Michael Jackson’ın 2001’deki Privacy şarkısı, mahremiyetin giderek kaybolduğu dünyaya adeta bir kehanet gibi sesleniyor. Paparazzilerin tacizine maruz kalma deneyimlerinden doğan şarkı sözleri, sürekli gözetim altında boğulan bir hayatın canlı bir resmini çiziyor.
Resimler yetmez mi, neden üzerine bu kadar gidiyorsunuz?
İhtiyacınız olan hikâyeyi kapmak için, böylece beni gömeceksiniz.
Kafası karışmış insanlar var, seçtiğiniz hikayeleri anlattığınız
Beni sinsice izlemeye devam ediyorsunuz, mahremiyetimi işgal ediyorsunuz
Bırakın sadece kendim olayım…
Bu hayıflanma ve itiraz, müdahaleci haberciliğin insanlıktan çıkaran doğasını vurguluyordu. Şarkı sosyal medya ve dijitalleşme henüz bu kadar yaygın değilken yazılmış; bugün ise mahremiyet sadece ünlülerin değil, herkesin farklı eksenlerde mücadele ettiği bir mesele haline geldi.
Yasak olan çok az şey kaldı
Mahremiyet duygusu günümüzde bireylerin dijital ayak izlerinin ve sömürücü veri takibiyle boğuştuğu bir dönemde güçlü bir şekilde tartışılıyor. Sahiden bugün aynı hisleri duymak için dünyaca ünlü bir pop star olmaya gerek var mı?
Birkaç on yıl önce, medya ve iletişim kanalları en azından sıradan insanların gizliliğine saygı gösteriyordu. Günümüzde ise herkesin giderek kendi kendini yayınlaması ya da daha fazla foto muhabiri rolünü üstlenmesiyle, yalnızca en iyinin ve en parlak olanın ya da en kötünün ve en rahatsız edici olanın sergilendiği uç skandallar yaygınlaştı. Akıllı telefon kameraları ve canlı yayınlarla beraber dünyayla paylaşılması uygunsuz bulunan ya da yasak olan çok az şey kaldı.
Yolda yürürken garip giyimli birini mi gördünüz? Fotoğrafını çekin ve sosyal medyada moda tercihlerini hicvederek paylaşın. Metroda yemek yeme veya içme kurallarını çiğneyen birine mi tanık oldunuz? Telefonunuzla karşısına çıkın ve tüm dünyanın görmesi için bir terbiye dersi verin. Ya da üniformalarıyla uyuyakalan bir güvenlik görevlisini çekin, ardından sosyal medyada yayınlayın ve işverenlerini etiketleyin, onları işte uyurken gördüğünüzü varsayarak hak etmediği işinden attırıp attıramayacağınıza bakın.
Birinin köpeğinin pisliğini toplamamış olmasına mı üzüldünüz? Ya da izinsiz alanda mangal yapan birini mi gördünüz? Akıllı telefonunuzu canlı yayına çevirin ve dünyanın dört bir yanından izleyenler önünde onları replay tuşlarıyla sonsuza dek utandırın.
Çocuklar bile kurtulamıyor
Yirmi yıl önce böyle senaryolar hayal bile edilemezdi. Bugün ne yazık ki rutin hale geldiler.
Dijital çağ, herhangi bir yerde herhangi birini herhangi bir nedenle fotoğraflayan ve bu görüntüleri dünyayla paylaşmanın devredilemez hakkı olduğuna inanan insanlardan oluşan bir nesil yarattı.
Hepimiz artık vatandaş yardımcılarıyız, ne kadar küçük veya büyük olursa olsun herhangi bir kural ihlaline dalma ve etiketleme hakkımız var. Sevmediğimiz kişileri ifşa etme ve onlara karşı taciz ve hatta şiddet çağrısı yapma hakkımız olduğuna inanıyoruz.
Dünya devasa ve tek bir kasaba gibi. Küçük çocuklar bile kurtulamıyor, küçücük okul bahçesindeki zorbalık artık Youtube’da yıllarca döne döne hatırlanacak küresel bir aşağılanmaya dönüştü. Hiçbirimiz kendimiz linç yaşayana kadar unutulma hakkı diye bir hakka da inanmıyoruz. O vakte kadar insanları (ya en yüksekte ya en dipte) tekil anlarıyla tüm hayatlarını hem de sonsuza dek yargılamayı normal buluyoruz. Oysa hiçbir modern ceza adalet sistemi sonsuza dek süren (siz öldükten sonra bile internetin dijital ahiretinde devam eden) bir cezayı uygun göremez. Tüm bunlar bir araya geldiğinde sosyal medya, çevrimiçinde olduğu gibi çevrimdışı dünyada da mahremiyetimizin son kırıntılarını hızla solduruyor. Belki de yakında dünyanın izleyen gözlerinden uzak olmak, uzun zaman önce unutulmuş bir geçmişin tuhaf bir anısından başka bir şey olmayacak.
Savaş ya da kaç tepkisi
Mahremiyetin en üstün değeri, bize yargıla(n)madan hareket etme alanı sağlamasıdır. Kendi başına kalabilme, bağımsız düşünebilme yetisidir. Yine de kimliklerimizi başkaları tarafından nasıl görüldüğümüze göre internette oluşturuyoruz. Bu sanal kimlikler, sahip olduğumuz tüm bu çevrimiçi etkileşimlerin bir bileşimi. Üstelik siber uzayda var olduğu için de ‘çok savunmasız’. Hak ihlali, güvenlik gibi bireysel yaşamımıza taşıdığımız riskleri bir kenara koyarsak, gönüllü olarak karşıladığımız bu müdahalenin hem dünyayı hem benliğimizi nasıl algıladığımızla da doğrudan ilişkisi var gibi görünüyor.
Düşünsenize, genellikle saatlerce çevrimiçi olduğunuzda ve hatta oturumlarınızı kapattıktan sonra bile bir savaş ya da kaç tepkisi hissetmiyor musunuz? Bu bir tür aşırı uyarılmışlık hali değil mi?
Bir mesajı ya da görseli uzay boşluğuna saldığınız anda, bir yanıt beklemek için iğne üstünde oturuyorsunuz. İnsanlar buna nasıl tepki verecek? Ne zaman tepki verecekler? Ne diyecekler?
Bizler sosyal yaratıklarız ve beyinlerimiz topluluklar oluşturmak, birbirimizle iletişim kurmak ve birlikte çalışmak için evrimleşti. Binlerce yıl öncesinden öğrenip taşıdığımız bir topluluğa ait olma hissi ile kendimizi güvende hissettik. Yine de kendimizi günlük olarak tüm dünyanın yargısına maruz bırakmak için evrimleşmedik. Bu şeyler herkesi farklı şekilde etkiliyor, ancak çoğumuzun bu maruz kalma seviyesinden düzenli olarak bunaldığı açık. Belki de sosyal medya ve internet kullanımı hakkında düşünme şeklimizi değiştirmemiz ve bunu yalnızca bireysel bir sorun değil, kolektif bir sorun olarak yaklaşmalıyız.
Sosyal medya oyunu
İnsanlar distopik kurgudan bahsettiğinde gözler her zaman iki büyük 20. yüzyıl İngiliz distopyasına döner: 1984 ve Cesur Yeni Dünya. Bu olağan bir şey, çünkü iki vizyon da distopya için çok belirgin nedenler ortaya koyuyor.
George Orwell için korkunç gelecek, totalitarizmin, hükümetin insanlara kontroller uygulamasının bir sonucuydu; oysa Aldus Huxley için distopya, rahatlık ve güvenlik arayan bir halk, uyuşturucu kaynaklı mutluluk dünyası tarafından isteniyordu. Ancak, bir Rus tarafından yazılmış üçüncü bir 20. yüzyıl distopyası daha var: Yevgeni Zamyatin’in Biz adlı romanında çizdiği dünya her şeyin şeffaf olduğu, mahremiyetin yasak olduğu bir dünyadır. Zamyatin, sistemin amaçlarına hizmet etmek için ihtiyaç duyduğu tüm bilgilere sahip olduğu mükemmel bir şekilde öngörülebilir ve okunabilir bir toplum çizer.
Günümüz dünyasına Zamyatin bu yönüyle daha yakın duruyor. Bugün tüm devletlerin, dev organizasyonların ve teknoloji şirketlerinin hepimizi ‘okunabilir’ hale getirmesi -hem de kendi rızamızla- söz konusu. Hayatın her alanını homojenleştiren reklamlar, var olan doğal ve çeşitli sosyal düzenlemeleri basitleştiren standartlar, tek ve nötr renklerin hâkim olduğu evler, mimariler… Zamyatin sürekli gözetim altında bir cam dünya öngörmüştü, ancak bu gözetimin tam olarak nasıl olacağını tahmin edememişti. Onun şeffaf dünyası gerçeğe dönüştü, tek bir farkla: hayatlarımıza giren fiziksel pencereler yerine dijital pencerelerle. Sosyal medya oyununa katılarak kendi inşa ettiğimiz cam apartmanlarda yaşıyoruz ve hem özne hem nesneye dönüşerek birbirimizi gözetliyoruz.
Sosyal kredi puanları – yeni para birimi…
İşte her şeyin kayda geçtiği, hiçbir şeyin silinmediği, fakat esas olanın görmezden gelindiği ya da unutulduğu muazzam gürültülü bu dünyada, bir de sürekli iyilik hali, sağlık, olumluluk, mutluluk, sevdiğimiz işi yapmak gibi kavramlar pompalanarak ‘kendi en üst versiyonumuza’ doğru yolculuk etmemiz telkin ediliyor. Biz de farklı tercihleri, pozları, tutkuları, aktiviteleri deniyoruz ve yol boyunca çevrimiçi platformlarda biteviye paylaştığımız bu deneyimlerden tonla geri bildirim alıyoruz.
Henüz resmileştiğini bilmesek de hepimizin bir yerlerde tutulan sosyal kredi puanlamaları (yeni para birimi) var. Bizim için her şey yolunda giderse, yavaş yavaş mutluluğa ve tatmine doğru yaklaşıyor, mutsuzluktan ve sıkıntıdan uzaklaşıyoruz. Fakat burada bir sorun var: Hedefimize doğru ilerleyip ilerlemediğimizi ölçen ölçütlerin kölesi olduk. Hepimiz ‘paylaşmazsan yaşanmış sayılmaz’ hissiyle en mutlu, en başarılı, en eğlenceli, en orijinal hallerimizle her an görünür olmayı arzuluyoruz. Eskiden olduğu gibi ifşa olmaktan değil artık görünmez olmaktan korkuyoruz. Hepimiz sahip olmayı amaçladığımız gerçekliğimizi şekle sokarak paylaşıyoruz ve biricikleşmeyi arzuluyoruz. Oysa çoğu insan gibi çevrimiçi özgünlüğün ulaşılabilir olduğunu düşünse de bu bir paradoks. Hepimiz çevrimiçi özgünlüğe ulaşmak için ‘hype’ kültürüne takılıp aynı şeylerin peşine düşüyor ve tam da bu yüzden birer taklitten öteye geçemiyoruz. Özgün ve biricik olmak gerçek dünyada olduğu gibi sosyal medyada da olumsuz deneyimleri paylaşmayı gerektirdiğinden, çevrimiçi özgünlüğe sıklıkla ulaşamıyor ya da bu durum yalnızca büyük kişisel maliyetlerle mümkün oluyor; özellikle de ötekileştirilmiş kimliklere ve zor yaşam deneyimlerine sahip olanlar için.
Mahremiyetin bozulması…
Sosyal medya devi Facebook 1 milyar kullanıcıyı aşarak bir dönüm noktasına ulaştı. Bu, kullanıcılarının hayatlarının ayrıntılarını paylaşma istekleriyle beslenen, hızla büyüyen mega bir veri merkezi demek. Dijital alanda yaşamaya doğru istikrarlı bir şekilde ilerledikçe, eylemlerimizi izlemek çok daha kolay hale geldi. Ancak yalnızca hükümet tarafından değil. Daha da kötüsü, o bilindik ‘saklayacak hiçbir şey yok, korkulacak hiçbir şey yok’, mesajının temel bir gerçek olduğuna yaygın ve derin bir şekilde inanıyoruz. Öyle ya yalnızca kötü şeyler yapmak isteyen tekinsiz insanlar, verimlilik, kolaylık, konfor uğruna özgürlüklerinin kısıtlanmasından veya mahremiyetlerinin bozulmasından rahatsız olurlar.
Sadece son on yılda arkadaşların ve takipçilerin paylaşılan yiyecek resmini görüp ‘beğeneceği’ varsayımı toplumsal bir norm haline geldi. Beğeniler, paylaşımlar ve gönderilerden oluşan bu dijital sosyal para birimi, insanların yaşam biçimini etkiliyor. Sözde bireyselliğe değer veren toplumlarda bile çevrimiçi bireysel deneyimler ifade özgürlüğünün bir biçimi olarak sunulsa da bu paylaşımlar yalnızca devasa haber akışlarını besleyen anlardan ibaret. Herkes ancak kendilerine dikte edilen şablonlarla aynı birkaç platformu kullanıyor. Yalnızca beğenme ya da beğenmeme butonlarının arasında fikir beyanına sıkışıyoruz. Etkileşimde onaylanmaktan öte merak etmeye, şüphe duymaya ya da üçüncü bir duyguya yer yok.
Görünmek için yaşamak…
Sanki herkes herkes hakkında her şeyi biliyor ve yine de -trajikomik olan- kimse kimseyi ‘gerçekten’ tanımıyor. Buna vakit de ayırmıyor. Örneğin kaçımız sevgilimizin ya da yakın arkadaşımızın el yazısını tanıyabiliriz? Geçen yıl doğum gününüzde çekilen yüzlerce fotoğrafa bu bir yıl içinde dönüp hiç baktınız mı? En son ne zaman bir boşluğu doldurmak için değil, araçta yolculuk yaparken değil, mutfağı temizlerken değil, sadece müzik dinlemek için müzik dinledik? Bu aktivitelerin çoğunu sosyal medyada bir persona yaratmak için kullanıyoruz, kurguluyoruz. Bağlantıda kalmak adına sürekli çevrimiçi olmak, aslında bizi birbirimizden koparıyor. Bu yüzden de dünyayı dev bir kasabaya dönüştüren internette gittikçe daha yalnız hissediyoruz. ‘Görünüyorum, Öyleyse Varım’ felsefesiyle dijital paylaşımlarımız birer performansa dönüştü. Başkalarının görmesini istediğimiz şeyi yaratmaya çalışıyoruz. Bu anlamda, aslında belki de cam bir apartman dairesinden çok bir tiyatro sahnesindeyiz ve dünyanın geri kalanının inanması için bir hikâye yaratıyoruz.
Tarihin hiçbir noktasında bilgiye erişim ve iletişim kanalları bu zamanki kadar demokratikleşmemiştir. İronik bir şekilde bu durum aynı zamanda bir sivil hak ve özgürlük olarak mahremiyeti de pazarlık konusu haline getirdi. Her şeye rağmen her an ifşa olmanın verdiği baskı, bu denli gürültülü ve akışkan bir dünyada kendimizle yalnız kalma ve bağımsız düşünme özgürlüğümüze göz kırpıyor. Bazen en güçlü duruş, sessizlikte saklıdır: Şeffaflaşmak zorunda olmadığımı, görünmezliğin bir şeyleri kaçırmak değil bir özgürlük olduğunu hatırlayarak kendimiz için bir alan açmak gerekiyor. Çünkü bu gürültüde sessiz kalabilmek ve yine de var olabilmek, başlı başına bir devrim sayılabilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 10 Ocak 2025’te yayımlanmıştır.