Kartalkaya faciasının düşündürdükleri: sorumluluktan kaçma

Ne büyük bir depremi, ne büyük bir sel felaketini, ne de büyük bir yangını ilk defa yaşıyoruz ve hemen hepsinde “feci” sonuçlarla karşılaşıyoruz. Neden öğrenemiyoruz? Neden öz eleştiriyi içselleştiremiyoruz? Prof. Ali Yaşar Sarıbay yazdı.

Kartalkaya faciası, derin bir üzüntü paylaşımıyla beraber, “suçlu/sorumlu kim?” tartışmasını da haliyle ana gündem konusu yaptı. Bu facia, başta 6 Şubat deprem felaketi olmak üzere, son birkaç yıl içinde acı sonuçlara yol açan ilk olay değildi. 6 Şubat’ta da aynı şekilde münhasıran sonuca dair “suçlu/sorumlu” arayışı üzerinde yoğunlaşıldı.

Oysa bölgenin doğal yapısı (deprem bölgesi olması) itibariyle böyle bir sonucun doğabileceği olasılığı üzerinde düşünüp, tedbir alınsaydı mümkün olan en az zararla atlatılabilirdik diyenler pek dikkate alınmadı.

Daha somut söyleyeyim: Kolonları kesip binada fazladan mekan kazanan mı, o işlemden haberdar olup, yetkilileri uyarmayanlar mı, uyarı yapmış olanları kale almayan yetkililer mi, hangi kesim daha sorumlu?

Kartalkaya’da da olayın meydana geldiği otelin denetimini yapıp, eksiklikleri saptanıyor, fakat otel sahipleri memnun kalmadıkları bu sonuç nedeniyle belediyeye başvurularını geri çekiyor. Şüphesiz, burada en baş sorumlu başvurularını geri çeken otel yönetimidir.

Peki, eksikleri saptayan, başvurunun geri çekilmesi karşısında bu eksiklerle faaliyete devam etmenin sebep olacağı risk olasılıklarını düşünerek, oteli yetkili diğer kurumlara bildirmeyenleri, hiç sorumlu saymayacak mıyız?

Öğren(e)miyoruz

Buradaki esas mesele, bir sorumlular silsilesi haritası oluşturarak olaya yaklaşmak değildir. Nispeten, olayın bu boyutuyla bağlantılı olarak, sosyo-psikolojik ve kültürel bazı hususlara dikkat çekmektir. Nitekim, başta değindiğim yıllar içinde belli aralıklarla ve çeşitlilikte yaşanan deprem, yaygın, sel vb felaketlerden söz ediyoruz ve aynı tavrı gösterme alışkanlığımızdan vazgeç(e)mediğimizi görüyoruz: Öğren(e)meme!

Sözgelimi, dere kenarına evler inşa ederseniz, sel felaketi olasılığı söz konusudur. Deprem kuşağında bulunan bir ülkede deniz kumu kullanıp, diğer malzemelerden “tasarruf” (!) ederek bina inşa ederseniz, daha sonra otopark yeri için binanın kolonlarını keserseniz, deprem olasılığında çok riskli bir duruma yol açacağınız aşikardır. Herhangi bir yangın olasılığı karşısında almak zorunda olduğunuz birçok tedbiri almazsanız, Kartalkaya’da olduğu gibi insanlara, ülkeye hayatı zehir edersiniz!

Ne büyük bir depremi, ne büyük bir sel felaketini, ne de büyük bir yangını ilk defa yaşıyoruz ve hemen hepsinde “feci” sonuçlarla karşılaşıyoruz. Demek ki bizim öğrenme kapasitemiz/kabiliyetimiz düşük seviyede.

Nasıl öğrenilir?

Öğrenme dediğimiz şey, her şeyden önce, özellikle yeni bilgi ve tecrübelerin edinmesine paralel olarak davranışların değişmesini sağlayan bütünsel bir süreçtir. Tecrübe ettiğimiz bir durum ise, muhtemel bir başka tecrübeye yönelik olarak nasıl davranacağımızı belirler. Bunda ise daha önceki tecrübemize ilişkin olarak edindiğimiz değerler sisteminin rolü büyüktür.

Öğrenme kişisel düzeyde gerçekleşebileceği gibi, toplumsal olarak da meydana gelebilir. Kişisel düzeyde öğrenme, bir öğretme olgusunu merkeze alırken, toplumsal düzeyde edinilen tecrübeler ön plandadır. Hangi düzeyde olursa olsun, öğrenmenin en önemli özelliği, yapıp etmelerimizi pekiştirmeye dayanan tekrardır. Buna karşılık, herhangi bir durum karşısında nasıl davranacağınız, bizatihi o durumu tecrübe etmenizle mümkün hale gelir. Gene de hayatın her alanında tecrübe edilerek öğrenme mümkün değildir.

Neden ders çıkaramıyoruz?

Bazı şeyler soyut (teorik) bilgiler düzeyinde kalmaya mahkumdur ama bazı şeyler öğrenmeyi maruz kalınan somut bir durum içinde mümkün kılar. Örneğin, ilk defa uçak yolculuğu yapıyorsanız, herhangi bir tehlike halinde neler yapacağınız, uçak hareket etmeden önce size gösterilir. Yolculuklarınız tekrar tekrar vuku bulduğunda, ezberinize almış olduğunuz için, aynı gösterimi izleme gereğini duymazsınız belki.

Uçak için yapılan bu işlem, örneğin yüzlerce insanın konakladığı bir otelde neden yapılmaz? Kartalkaya faciasına dair haberleri başından beri izlediğim bir gün öyle bir tartışmaya rast geldim: Birçok büyük otel yetkililerine şöyle bir soru sorulmuş: Yabancı ülkelerde birçok otelde olduğu gibi yangın tatbikatı hiç yaptığınız oldu mu? (Gerçekten, yurtdışında bu tür tatbikata birçok kez şahsen tanık oldum). Cevap: “Müşterilerimizi rahatsız etmek istemediğimiz için yapmıyoruz”.

Bunu bırakalım, otele giriş yapanlara bir yangın, deprem olduğunda nasıl davranacaklarına dair bilgilendirme bile yapılmadığını öğreniyoruz (Muhtemelen, bir tatsızlık çıkmasın diye bunu talep eden müşteriler de olmuyor).

Bu bağlamda söylenebilecek tek şey, tekraren bizzat tecrübe edilen veya edildiğine dolaylı tanık olunanın öğrenmenin ya da gündelik dildeki ifadesiyle “ders çıkarmanın” çok düşük düzeyde olduğudur. Bunun sebebi ise sorumluluktan kaçış psikozu ve mazeret bulma maharetine dayanan kültürel davranıştır.

“Sorumsuzluk” ve “sorumluluktan kaçış” arasındaki fark ne?

Öncelikle, “sorumsuzluk” ile “sorumluluktan kaçış”ı, aralarında ince bir çizgi olsa bile, birbirinden ayırmak gerekir.

“Sorumsuzluk”, psikopatik bir davranış türüne karşılık gelir, yani yaptığı veya yapmadığı bir şeyin sebep olabileceği olumsuz sonucu hiç düşünmeden davranışta bulunmaktır (alkollü vaziyette trafikte hız yapan sürücünün ölüm(ler)e sebep olabileceğini düşünmemesi gibi).

“Sorumluluktan kaçış” ise mazeret üretme maharetinin bir başka yüzü olarak ortaya çıkar: Bir şeyi başaramamanın sorumlusu olarak insanın kendisini değil de, ya geçmişte yaşadığı bir olayı, ya kendisine engel saydığı bir figürü, ya da “kör talih” gibi dışsal fatörleri bahane gösterme alışkanlığıdır (Hani, popülerleşmiş bir deyişle “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” sitemi gibi).

Kısacası, sorumluluktan kaçış, bir bahane bularak/üreterek, ortada bir sorumluluk söz konusuysa, bunu hep başkalarının üstüne atma “yeteneği”dir.

Suçluluk duygusundan kaçış

Bu noktada asıl üzerinde durulması gereken husus, toplumumuzda yaygın olan davranışın psikanalizdeki karşılığıyla yansıtma gibi bir mekanizmanın kıskacına sıkıştığıdır.

Yansıtma, bizi burada ilgilendiren boyutuyla kişinin kendi eksikliklerinin, hatalarının veya kusurlarının ürünü olan sonuçları başkalarına yansıtarak, kendi sorumluluğundan/suçluluk duygusundan kaçmasıdır.

Tipik örnek futboldan verilebilir. Kötü bir oyun, mağlubiyeti getirir, fakat sorumlu yanlış taktik veren teknik direktör veya doğru taktiği uygulayamayan/oynayamayan futbolcular değil, hakemdir.

Kartalkaya olayı da böyle bir şey. Olay, yaşanmış, somut bir olay olduğu için sorumlu addedilen kişilerin, kurumların, vs. bir kısmı ya “sorumsuz” davranmış, ya da “sorumluluktan kaçmıştır”. Hiçbir kesim ve/ya kimse kendinde bir eksiklik aramama gibi kemikleşmiş bir tutum sergilemekten, dolayısıyla yansıtma mekanizmasını hemen devreye sokma alışkanlığından uzak duramamaktadır.

Öz-eleştiri yapmanın kültürel koda dönüşememesi

Toplumumuzda elbette çeşitli sebeplerle dışsal faktörlerin de göz ardı edilmemesi gereken etkileri mevcuttur ama asıl dikkat edilmesi gereken husus, öz eleştiri yapmanın yani istisnasız her kesimin kendi üzerine düşünmesinin yaygın bir kültürel koda dönüşememiş olmasıdır.

Bunun için gerekli olan ise öğrenme kapasitesini geliştirmek; facia olarak vuku bulsa da bir olayın sonuçlarını sorumluluktan kaçmadan sebeplerde aramaya yönelmektir.

Çeşitli zaman aralıklarında benzer şekilde, benzer sonuçlarla tekerrür eden olaylar söz konusuysa, o olayların meydana geldiği toplumun öğrenme ve sorumlu davranma kapasitesi düşük demektir. Belki, kronik meselemiz de budur.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Ocak 2025’te yayımlanmıştır.

Ali Yaşar Sarıbay
Ali Yaşar Sarıbay
Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Bursa Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset Bilimi öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyasi İlimler - Maliye disiplinleri mezunudur. Siyaset sosyolojisi, Demokrasi teorisi, din sosyolojisi alanlarında çalışıyor, yabancı dilde ve Türkçede çok sayıda yayınları bulunuyor. Sarıbay’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlar: Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji (Sentez, 5.baskı), Demokrasinin Sosyolojisi (Sentez, 3.baskı), Toplumun Mantığı: Bir Mantıksal Anlatı Olarak Sosyoloji (Sentez, 2. Baskı), Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam (Sentez, 3.baskı), Toplumun Mantığı (Dünbugünyarın, DBY Yayını, 2020), Demokrasi Arzusu (DBY, 2021), Siyasal Partiler Sosyolojisi (DBY, 2021), Globalleşmenin Kültürel-Politik Sosyolojisi (DBY, 2022), Politik Sosyoloji (DBY, 2024),Toplum Felsefesi Yazıları (Cedit Yayınları, 2024)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Kartalkaya faciasının düşündürdükleri: sorumluluktan kaçma

Ne büyük bir depremi, ne büyük bir sel felaketini, ne de büyük bir yangını ilk defa yaşıyoruz ve hemen hepsinde “feci” sonuçlarla karşılaşıyoruz. Neden öğrenemiyoruz? Neden öz eleştiriyi içselleştiremiyoruz? Prof. Ali Yaşar Sarıbay yazdı.

Kartalkaya faciası, derin bir üzüntü paylaşımıyla beraber, “suçlu/sorumlu kim?” tartışmasını da haliyle ana gündem konusu yaptı. Bu facia, başta 6 Şubat deprem felaketi olmak üzere, son birkaç yıl içinde acı sonuçlara yol açan ilk olay değildi. 6 Şubat’ta da aynı şekilde münhasıran sonuca dair “suçlu/sorumlu” arayışı üzerinde yoğunlaşıldı.

Oysa bölgenin doğal yapısı (deprem bölgesi olması) itibariyle böyle bir sonucun doğabileceği olasılığı üzerinde düşünüp, tedbir alınsaydı mümkün olan en az zararla atlatılabilirdik diyenler pek dikkate alınmadı.

Daha somut söyleyeyim: Kolonları kesip binada fazladan mekan kazanan mı, o işlemden haberdar olup, yetkilileri uyarmayanlar mı, uyarı yapmış olanları kale almayan yetkililer mi, hangi kesim daha sorumlu?

Kartalkaya’da da olayın meydana geldiği otelin denetimini yapıp, eksiklikleri saptanıyor, fakat otel sahipleri memnun kalmadıkları bu sonuç nedeniyle belediyeye başvurularını geri çekiyor. Şüphesiz, burada en baş sorumlu başvurularını geri çeken otel yönetimidir.

Peki, eksikleri saptayan, başvurunun geri çekilmesi karşısında bu eksiklerle faaliyete devam etmenin sebep olacağı risk olasılıklarını düşünerek, oteli yetkili diğer kurumlara bildirmeyenleri, hiç sorumlu saymayacak mıyız?

Öğren(e)miyoruz

Buradaki esas mesele, bir sorumlular silsilesi haritası oluşturarak olaya yaklaşmak değildir. Nispeten, olayın bu boyutuyla bağlantılı olarak, sosyo-psikolojik ve kültürel bazı hususlara dikkat çekmektir. Nitekim, başta değindiğim yıllar içinde belli aralıklarla ve çeşitlilikte yaşanan deprem, yaygın, sel vb felaketlerden söz ediyoruz ve aynı tavrı gösterme alışkanlığımızdan vazgeç(e)mediğimizi görüyoruz: Öğren(e)meme!

Sözgelimi, dere kenarına evler inşa ederseniz, sel felaketi olasılığı söz konusudur. Deprem kuşağında bulunan bir ülkede deniz kumu kullanıp, diğer malzemelerden “tasarruf” (!) ederek bina inşa ederseniz, daha sonra otopark yeri için binanın kolonlarını keserseniz, deprem olasılığında çok riskli bir duruma yol açacağınız aşikardır. Herhangi bir yangın olasılığı karşısında almak zorunda olduğunuz birçok tedbiri almazsanız, Kartalkaya’da olduğu gibi insanlara, ülkeye hayatı zehir edersiniz!

Ne büyük bir depremi, ne büyük bir sel felaketini, ne de büyük bir yangını ilk defa yaşıyoruz ve hemen hepsinde “feci” sonuçlarla karşılaşıyoruz. Demek ki bizim öğrenme kapasitemiz/kabiliyetimiz düşük seviyede.

Nasıl öğrenilir?

Öğrenme dediğimiz şey, her şeyden önce, özellikle yeni bilgi ve tecrübelerin edinmesine paralel olarak davranışların değişmesini sağlayan bütünsel bir süreçtir. Tecrübe ettiğimiz bir durum ise, muhtemel bir başka tecrübeye yönelik olarak nasıl davranacağımızı belirler. Bunda ise daha önceki tecrübemize ilişkin olarak edindiğimiz değerler sisteminin rolü büyüktür.

Öğrenme kişisel düzeyde gerçekleşebileceği gibi, toplumsal olarak da meydana gelebilir. Kişisel düzeyde öğrenme, bir öğretme olgusunu merkeze alırken, toplumsal düzeyde edinilen tecrübeler ön plandadır. Hangi düzeyde olursa olsun, öğrenmenin en önemli özelliği, yapıp etmelerimizi pekiştirmeye dayanan tekrardır. Buna karşılık, herhangi bir durum karşısında nasıl davranacağınız, bizatihi o durumu tecrübe etmenizle mümkün hale gelir. Gene de hayatın her alanında tecrübe edilerek öğrenme mümkün değildir.

Neden ders çıkaramıyoruz?

Bazı şeyler soyut (teorik) bilgiler düzeyinde kalmaya mahkumdur ama bazı şeyler öğrenmeyi maruz kalınan somut bir durum içinde mümkün kılar. Örneğin, ilk defa uçak yolculuğu yapıyorsanız, herhangi bir tehlike halinde neler yapacağınız, uçak hareket etmeden önce size gösterilir. Yolculuklarınız tekrar tekrar vuku bulduğunda, ezberinize almış olduğunuz için, aynı gösterimi izleme gereğini duymazsınız belki.

Uçak için yapılan bu işlem, örneğin yüzlerce insanın konakladığı bir otelde neden yapılmaz? Kartalkaya faciasına dair haberleri başından beri izlediğim bir gün öyle bir tartışmaya rast geldim: Birçok büyük otel yetkililerine şöyle bir soru sorulmuş: Yabancı ülkelerde birçok otelde olduğu gibi yangın tatbikatı hiç yaptığınız oldu mu? (Gerçekten, yurtdışında bu tür tatbikata birçok kez şahsen tanık oldum). Cevap: “Müşterilerimizi rahatsız etmek istemediğimiz için yapmıyoruz”.

Bunu bırakalım, otele giriş yapanlara bir yangın, deprem olduğunda nasıl davranacaklarına dair bilgilendirme bile yapılmadığını öğreniyoruz (Muhtemelen, bir tatsızlık çıkmasın diye bunu talep eden müşteriler de olmuyor).

Bu bağlamda söylenebilecek tek şey, tekraren bizzat tecrübe edilen veya edildiğine dolaylı tanık olunanın öğrenmenin ya da gündelik dildeki ifadesiyle “ders çıkarmanın” çok düşük düzeyde olduğudur. Bunun sebebi ise sorumluluktan kaçış psikozu ve mazeret bulma maharetine dayanan kültürel davranıştır.

“Sorumsuzluk” ve “sorumluluktan kaçış” arasındaki fark ne?

Öncelikle, “sorumsuzluk” ile “sorumluluktan kaçış”ı, aralarında ince bir çizgi olsa bile, birbirinden ayırmak gerekir.

“Sorumsuzluk”, psikopatik bir davranış türüne karşılık gelir, yani yaptığı veya yapmadığı bir şeyin sebep olabileceği olumsuz sonucu hiç düşünmeden davranışta bulunmaktır (alkollü vaziyette trafikte hız yapan sürücünün ölüm(ler)e sebep olabileceğini düşünmemesi gibi).

“Sorumluluktan kaçış” ise mazeret üretme maharetinin bir başka yüzü olarak ortaya çıkar: Bir şeyi başaramamanın sorumlusu olarak insanın kendisini değil de, ya geçmişte yaşadığı bir olayı, ya kendisine engel saydığı bir figürü, ya da “kör talih” gibi dışsal fatörleri bahane gösterme alışkanlığıdır (Hani, popülerleşmiş bir deyişle “Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık” sitemi gibi).

Kısacası, sorumluluktan kaçış, bir bahane bularak/üreterek, ortada bir sorumluluk söz konusuysa, bunu hep başkalarının üstüne atma “yeteneği”dir.

Suçluluk duygusundan kaçış

Bu noktada asıl üzerinde durulması gereken husus, toplumumuzda yaygın olan davranışın psikanalizdeki karşılığıyla yansıtma gibi bir mekanizmanın kıskacına sıkıştığıdır.

Yansıtma, bizi burada ilgilendiren boyutuyla kişinin kendi eksikliklerinin, hatalarının veya kusurlarının ürünü olan sonuçları başkalarına yansıtarak, kendi sorumluluğundan/suçluluk duygusundan kaçmasıdır.

Tipik örnek futboldan verilebilir. Kötü bir oyun, mağlubiyeti getirir, fakat sorumlu yanlış taktik veren teknik direktör veya doğru taktiği uygulayamayan/oynayamayan futbolcular değil, hakemdir.

Kartalkaya olayı da böyle bir şey. Olay, yaşanmış, somut bir olay olduğu için sorumlu addedilen kişilerin, kurumların, vs. bir kısmı ya “sorumsuz” davranmış, ya da “sorumluluktan kaçmıştır”. Hiçbir kesim ve/ya kimse kendinde bir eksiklik aramama gibi kemikleşmiş bir tutum sergilemekten, dolayısıyla yansıtma mekanizmasını hemen devreye sokma alışkanlığından uzak duramamaktadır.

Öz-eleştiri yapmanın kültürel koda dönüşememesi

Toplumumuzda elbette çeşitli sebeplerle dışsal faktörlerin de göz ardı edilmemesi gereken etkileri mevcuttur ama asıl dikkat edilmesi gereken husus, öz eleştiri yapmanın yani istisnasız her kesimin kendi üzerine düşünmesinin yaygın bir kültürel koda dönüşememiş olmasıdır.

Bunun için gerekli olan ise öğrenme kapasitesini geliştirmek; facia olarak vuku bulsa da bir olayın sonuçlarını sorumluluktan kaçmadan sebeplerde aramaya yönelmektir.

Çeşitli zaman aralıklarında benzer şekilde, benzer sonuçlarla tekerrür eden olaylar söz konusuysa, o olayların meydana geldiği toplumun öğrenme ve sorumlu davranma kapasitesi düşük demektir. Belki, kronik meselemiz de budur.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 24 Ocak 2025’te yayımlanmıştır.

Ali Yaşar Sarıbay
Ali Yaşar Sarıbay
Prof. Dr. Ali Yaşar Sarıbay, Bursa Uludağ Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset Bilimi öğretim üyesi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Siyasi İlimler - Maliye disiplinleri mezunudur. Siyaset sosyolojisi, Demokrasi teorisi, din sosyolojisi alanlarında çalışıyor, yabancı dilde ve Türkçede çok sayıda yayınları bulunuyor. Sarıbay’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlar: Global Bir Bakışla Politik Sosyoloji (Sentez, 5.baskı), Demokrasinin Sosyolojisi (Sentez, 3.baskı), Toplumun Mantığı: Bir Mantıksal Anlatı Olarak Sosyoloji (Sentez, 2. Baskı), Postmodernite, Sivil Toplum ve İslam (Sentez, 3.baskı), Toplumun Mantığı (Dünbugünyarın, DBY Yayını, 2020), Demokrasi Arzusu (DBY, 2021), Siyasal Partiler Sosyolojisi (DBY, 2021), Globalleşmenin Kültürel-Politik Sosyolojisi (DBY, 2022), Politik Sosyoloji (DBY, 2024),Toplum Felsefesi Yazıları (Cedit Yayınları, 2024)

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x