O, öyle bir ‘figür’ ki, herkesin zihninde başka bir yerde durur. Kimimiz onu “Beynelmilel”in senaristi ve yönetmeni olarak tanırız; kimimizin “Sırrı Abi”sidir; kimimiz Meclis’te tokat gibi konuşan bir halk temsilcisi olarak severiz kendisini.
Ama hemen hemen herkes onu, söylediklerinden çok söyleme biçimiyle sever. Çünkü Önder, sadece sözü değil, tonu da kurcalayan adamlardan. Cümleleri güldürür, hemen ardından da içimizi sızlatır. Sözün belini bükmeden, yine de yırtıcılığını törpüleyerek konuşur.
Kızgın değil, yakıcı.
Sert değil, derin.
Mizah, onun için bir gösteri değil; bir direnme biçimi. Yaralıyken de gülebilmek, kanarken de sözü eğip bükmeden söyleyebilmek, onun marifeti.
O, Türkiye’nin en çok kanayan yerlerinden birinde doğmuş, orada büyümüş, orada yazmış, gülmüş, isyan etmiş biri. Tam da bu yüzden, hepimizden daha fazla neşeli… Onun bu görüntüsü, bir gösteri değil, bir dayanma biçimi.
Yalnızken bile unutmayıp kendine bile laf atması bundan.
Şimdi yoğun bakımda.
Biliyoruz ki, onun hayatındaki her şeyin kaynağı kalbi.
Ve o kalp, sadece bir organ değil, bir duruş aynı zamanda.
Bir cümlelik fıkra, bir ömürlük sitem
Sırrı Süreyya Önder’in dili, bu toprakların hem en hafif hem en ağır yüklerini aynı anda taşıyabilen bir dil. Sanki bir iç dökme biçimi – ne tam şaka, ne tam sitem… Her cümlesinde bir gülümseme, bir iç çekiş!
O fıkralar anlatmaz pek, ama cümleleri bazen tek başına bir fıkraya denk düşer. Söylediği şey gülümsetir gülümsetmesine de bir süre sonra içimizi cız ettirir.
Bir taş değil, sıcağa tutulmuş bir buz gibi: Başta sert, sonra yanık.
Meclis kürsüsünde, halkın nabzını tutan değil, kalbi onlarla atan ender seslerden biri. Tüm partililer, hangi görüşten olursa olsun, onu dinlerken sessizleşir. Çünkü Önder’in tonunda, bir yakınlık, bir “bizim mahalleli” duygusu vardır.
Kendisini çok ciddiye alanların dünyasında, kendine gülebilen bir adam o.
Bir defasında, kendi muhalefetini şöyle tanımlamıştı, hiç unutmam:
“Benim işim, söylenecek lafı söyleyip, ardından özür dilemeden oturmak.”
İşte tam da budur Önder’in sahnesi: Sözü bırakıp gitmek.
Geriye sadece yankıyı bırakmak; tekrarı değil.
Öyle politik bir hatip değil mesela; bir nevi kamusal şair sanki. Cümleleri, slogandan uzak, içten gelen, terle yazılmış, dertle yoğrulmuş cümleler. Ve o cümleler, günün sonunda hepimizin cebinde: Bir selam, bir şaka, bir sitem, bir dua gibi.
Meclis’te şiir okuyan adam
Türkiye Büyük Millet Meclisi… Ciddi bir yer gibi görünür, ama çoğu zaman yalnızca gürültülüdür. Kimin konuştuğundan ziyade kimin bağırdığı duyulur genellikle.
İşte tam bu curcunanın ortasında, bir gün biri kürsüye çıkıp şiir okusa ne olur?
Evet, evet; yanlış okumadınız, bir şiir…
İşte bu yürek onda durur. Meclis’te şiir okuduğu an, bir tür protesto ya da nostalji anı değildir oysa. Bir “aykırılık” da değildir esasen. Sadece, o yüksek yerde alçak sesle konuşmanın yoludur. Çünkü onun için siyaset, asıp kesmek, had bildirmek değil, tını meselesidir. Halkın sesini duymayanlar için, bazen sesi kısıp mısra kurmak gerekir.
Çoğu insan bir ‘sahne’ olarak görür kürsüyü. Gerçek sahneleri gördüğünden midir, bilinmez: albenisine kapılmaz hiç. Gelgelelim orayı bir mahkeme salonu olarak da görmez. Belki bir tür açık mikrofon — ne zaman konuşsa, biraz Ahmed Arif’i, biraz Enver Gökçe’yi, biraz da kendini getirir yanında.
Öyle rakamlara, istatistiklere değil; duyguya ve sezgiye yaslanarak konuşur. Bir yasa maddesini tartışırken bile, araya şöyle bir söz iliştiriverir mesela:
“Bazı şeyleri hesapla değil, yasla anlatmak gerekir.”
Bir latife değildir bu aslında, omurgalı bir duruştur olsa olsa… Çünkü yas, hafızanın sessiz biçimidir.
Nitekim onun politik dili, belki de bu sebeple, hep biraz yaslı, ama inadına yaşayan bir dildir.
Beynelmilel’den barış sürecine
Sırrı Süreyya Önder’in hayatı bir sahne değişimleri zinciri gibi. Sinema, sokak, Meclis, cezaevi, hastane… Ama hangi sahneye çıksa, hep aynı ses: Kanaatkâr bir ses, çocuksu bir his, biraz mizah ve bilgelik.
2006’da vizyona giren, senaryosunu yazıp yönettiği Beynelmilel filmi, darbenin gölgesinde, bir grup yerel müzisyenin trajikomik mücadelesini anlatır. Anlatır da… Film boyunca asıl anlatılan, Önder’in kendi iç sesi gibidir: Baskıya gülerek direnmenin, yasakları türküye dönüştürmenin sesi.
Bir söyleşide şöyle demişti:
“Beynelmilel aslında benim çocukluğumdur. Ben o çocuklardan biriyim.”
Film dünyasından politik arenaya geçmesi belki de bu yüzden kimseyi şaşırmadı. Çünkü zaten yıllardır söylediğini artık Meclis kürsüsünde söyleyecekti. Yalnızca ton değişecekti. Orada da hâlâ filmin içindeydi — ama bu kez senaryo yok, gerçek ise daha sert!
Barış sürecinde aktif rol aldı. Yalnızca müzakere masasında değil; vicdanla kurulan diyalogun tarafındaydı. Yanlış anlamaya, çarpıtmaya, saldırıya uğramaya da hazırdı. Onun için mesele şuydu:
“Siyaset, bir yol yürümek değil; yürümekten vazgeçenlere yeniden yol gösterebilmektir.”
Görünen o ki, siyaseti bir hafıza işi gibi görüyor.
Galiba şu sözünün arkasında da bu niyet var:
“Bir halk, kendi hikâyesine inanmadıkça, başka hiçbir hikâyede rol alamaz.”
Önder, Meclis’te barış konuşmalarının en sert anlarında bile cümlelerini alçak sesle, ama yüksek cesaretle kuruyor. Yalnızca konuşan değil, konuştukça her birimizin içini bir yerinden yakalayan adam olması bundan.
Yıllar sonra, barış sürecinde yaşadıklarını anlatırken şöyle demesi de:
“En çok kendi halkını utandırmakla övünenleri gördüm.”
Böyle bir cümleden sonra ne yaptı? Sustu. Çünkü rüzgârı cümlenin içine koymuştu.
Bazen böyledir: Cümle biter, yankısı yıllar sürer.
Ve herkes de bilmez, bilse de beceremez, bu sükûnetin sırrını…
O gülerken, kimse gülmüyordu
Henri Bergson, “Gülme” (Le Rire) adlı eserinde, komiğin doğasını ve toplumsal işlevini incelerken, gülmenin yalnızca bireysel bir tepki değil, aynı zamanda bir toplumsal düzeltme mekanizması olduğunu savunur. Bergson’a göre, gülme, yaşamın akışına uyum sağlayamayan, mekanikleşmiş davranışlara karşı toplumun verdiği bir tepkidir. Bu bağlamda, gülme, toplumsal normlara uymayan bireyleri düzeltici bir işlev görür.
Sırrı Süreyya Önder’in mizah anlayışı da Bergson’un bu görüşleriyle paralellik gösterir. Önder, mizahı bir gösteri aracı olarak değil, bir direnme biçimi olarak kullanır. Onun esprileri, sadece güldürmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal eleştiriler içerir ve düşündürür. Bu yönüyle, Önder’in mizahı, Bergson’un tanımladığı gibi, toplumsal normlara uymayan durumları düzeltici bir işlev görür.
Örneğin, Önder’in “Siz hiç kan revan içindeyken nüktedan olan birini gördünüz mü? Benim işim o…” şeklindeki ifadesi, mizahın acı ve direnişle nasıl iç içe geçtiğini gösterir. Bu tür ifadeler, onun mizahının sadece bir eğlence aracı olmadığını, aynı zamanda toplumsal sorunlara dikkat çeken bir araç olduğunu ortaya koyar.
Velhasıl, Önder’in mizahı, toplumsal normlara uymayan durumları eleştirir ve bu yolla toplumu düşünmeye sevk eder.
Gülme, yaraya sürülmüş tentürdiyotsuz bir pansumansa eğer, seyirci bunu hemen sezer ve gülmekten vazgeçer.
Onun gülüşü, tam olarak böyle bir şey işte.
Mizahî, ama şakacı değil.
İronik, ama ukala değil.
Hicvi var, ama hiç kimseden büyük görmez kendini.
Belki bu yüzden onun gülüşü, bazen bizi değil, kendini hedef alır.
Bir gün, bir söyleşide şöyle demişti:
“Kendini hiç gülmeden anlatanların da, çok gülüp hiçbir şey anlatmayanların da çağındayız.”
Oysa kendisi hem güler, hem anlatır. Ama en çok da anlatamadığı yerlerde güler. İşte orada, o gülüşün içinde bir şey susar.
O kendine acımadan bakmayı bilen biri. Bu da onu eşsiz kılıyor. Çünkü bu ülkede herkes başkasını suçlarken büyüyor; ama çok az kişi “ben de hata yaptım” demeyi becerebiliyor.
Aksi halde şöyle bir cümleyi kim kurabilir ki:
“İnsan bazı şeyleri yalnızca kendine itiraf eder. Ama o itiraf bile yüksek sesle yapılırsa, başkasına dönüşür.”
O yüzden hep alçak sesle konuşuyor. Yüksek sesle konuşmayı beceremediği için değil, kimseler incinmesin diye… Cümle kırılmasın, muhatabı yaralanmasın diye… Belki de en çok kendisi acımasın diye.
Şimdi yoğun bakımda.
Kalbiyle sınanıyor.
O kalbin, yalnızca bir organ değil, bir yük taşıyıcısı olduğunu bilenler için, bu haberin ağırlığı başka.
Ama onunla ilgili hâlâ kesin bir şey bilmiyoruz… Her şey yarım!
Gerçi onun gülüşü de öyle: İçinde, “Bu ülke daha güzel olabilirdi” diyen bir suskunluk var.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 16 Nisan 2025’te yayımlanmıştır.