Minnetin ışığıyla görmek: Şükrün unutulan dili

Minnet, sadece teşekkür değil; insan olmanın, affetmenin ve iyiliği tanımanın temel duygularından biri. Prof. Dr. Erol Göka, minnetin aileden topluma, bireyden Yaratıcı’ya uzanan derin etkilerini yazdı.

Her ikisi de Arapçadan dilimize geçmiş olan minnet ve şükranı bir arada kullanıyorum ama anlatmak istediğim olgu aynı. Arapçada minnet, iyiliği hayrı çoğaltmak, şükran ise yapılan bir iyiliğe karşılık vermek, teşekkür etmek manasına geliyor. Minnetin zıddı nankörlük, şükranın zıddı ise küfran yani ret ve inkâr… Türkçe kullanışta minnet kelimesinde çok daha fazla olmak üzere anlam kaymaları olmuş. Mesela teşekkür etmek ve şükür etmek arasındaki bağ, hemen hemen tamamen kopmuş… Minnetin geniş bir anlam ağı oluşmuş, Farsça bir ekle minnettar halini almış hatta kimi zaman “yaranma” anlamına yaklaşmış.

Ben, psikolojiden ve insan ilişkilerinden bahsederken genellikle “minnet” ve “teşekkür”, teolojik bağlamlarda ise “şükran” ve “şükür” kelimelerini tercih ediyorum. Ama her durumda kastımız, doğrudan doğruya bir ihsan ve lütuf karşısında hissedilen sevinç, takdir, hayranlık karışımı üst düzey bir duygulanım…

Ahlakın ve dinin temeli olarak minnet

Bebekte minnet ilk kez, ona rahim olan, karnında taşıyan, doğuran bakıp besleyen, kahrını çeken, kaprisini alan varlığa karşı duyduğu histen köken alıyor olmalı. O bakımdan haset kadar temel ve kökene dayalı bir his, minnet.

Minnet duygusu olmasaydı ne aile ne topluluklar ne devlet oluşurdu. Bir kişi, “Ben, bu aile sayesinde, bu toplumsal dokunun koruyuculuğu altında var kalabildim, bu devlet sayesinde kendimi güvencede hissediyor ve sınırlarımı biliyorum ve bu nedenle ben de onlara karşı üzerime düşen vazifeyi yapmalıyım” dediği anda aile, toplum ve devlet, gerek varoluş güvencesine kavuşur. Dahası minnet, ahlakın ve dinin kökenidir denebilir. Karşısındakine borçlu hissetmek, ibadetin de, tabiat sevgisinin de, toplumsal saygının da, iyiliğin de kaynağıdır.

Anneyle yaşantımız sırasında devreye giren, öğrenilen minnet sayesinde insan hem kendisinin iyi yanlarıyla barışır hem de başkalarının iyi yanlarıyla temas kurabilir. Diğer insanların iyi yanlarını görmeyi sağlayan göz veya ışık, minnet hissimizden gelir. Bizim içimizdeki iyi yanın temsilcisi olan minnet duygusunun güvercinleri, gider karşımızdakinin iyi yanının üzerine konuverir; onun güvercinleri de bizdeki iyi yanların üzerine yapar yuvasını.

Minnet duyabilen kimse, karşısındaki insanın iyi yanlarını görmeye daha yatkın olduğundan affedebilmeyi daha kolay başarır. Minnet sayesinde hayatı olduğu gibi kabul edebilmeyi, herkesin değiştiremeyeceği bir kişiliği ve kaderi olduğunu öğrenir ve kin tutmak yerine affedici olur.

Doyumun, memnuniyetin, mutluluğun kaynağı da şükran ve minnet hisleri… Anneyi emdikten sonra doyan ve uykuya dalan bebeklerin yüzündeki ifade, memnuniyetimizin ilk görünümü, sonraki mutluluk yaşantılarımızı inşa edeceğimiz hissi zemindir.

Eğer bir kişi, karşısındakiyle düzgün bir iletişim kurabilmişse, onunla arasında insani bir alışveriş varsa ve bu alışverişten dolayı karşısındakine minnet duyuyorsa, memnuniyeti ve mutluluğu hak eder. İnsan, karşısındakinin yaptığından memnunsa onu da memnun etmek ister. Eğer karşısındakinden bir şey almıyorsa, ona iyilik yapmak, onu mutlu etmek ya da memnun etmek o kişinin içinden gelmez. Gerçek memnuniyetin ve neşenin kaynağı minnete dayalı insani diyalogdur. Çabamız, hayatın içinde böyle diyalogları mümkün kılmazsa, bu kez sahte, ucuz zevklerin, şans oyunlarının, kimyasalların peşine düşeriz.

Minnet hissinin etkisi, diyalog ile sınırlı değildir, toplumsal karşılıkları da vardır. Cömertliğin, yardımseverliğin kökeninde de minnet hissi bulunur. Hakiki, sağlıklı cömertlik, başkalarına iyilik ederken kendisine, ailesine zarar vermek değildir. Cömert insan, tıpkı annenin sadece bebeğini değil tüm ailesini düşünmesi, bebeği için insanlığın diğer alanlarından feragat etmemesi gibi, kendi ailesini de düşünür, onları korur, başka insanların da yardımında koşar ve onların iyiliğine çalışır.

Sevgi ve şükran dolu, minnet duyan insan, aynı zamanda hayata karşı da bu hislere sahiptir. O hayatın kendine bahşedildiğinin, hiç kimsenin bu dünyaya kazık çakmayacağının ve faniliğinin bilincindedir. Hayatın bereketini hepimize cömertçe sunanın anne olduğunu bilir. Hayatın ritmine ve kendine özgü devir daimine saygılıdır. Bu yüzden çok çalışır, daha verimli olmaya gayret eder, hayata benzemeye uğraşır. İnsanlaşma, son tahlilde böyle bir şeydir, hayata boyun eğmenin bilgeliğiyle döngü tamamlanır. Tüm bunları hakkınca, künhüne vararak anlayan; annesinin, ailesinin, milletinin, insan kardeşlerinden ve hayattan gördüğü iyiliklerin kıymetini bilen, onlara karşı minnet hisseden insan Yaratıcısı’nı asla unutmaz. Asıl minnet edilmesi gerekenin O olduğunu çok iyi kavramıştır.

 Şükrandan şükre

Potansiyel olarak sevgiye, şükran hislerine yatkın bir psikolojiye sahip olma noktasında aynı öze sahip olmamıza rağmen hepimiz farklı aileler içinde dünyaya geliyoruz. Nasıl biyolojik olarak her birimiz farklı isek aynı aileye doğan kardeşlerin bile psikolojilerinin geliştiği ortamlar, karşılaştıkları, maruz kaldıkları olaylar değişik olabiliyor. Bu farklılıklar nedeniyle her birimizin kişilik tipleri de kişiliğimizin olgunlaşma düzeyleri de bambaşka biçimlerde tezahür ediyor. Hiçbirimiz tamamen bir diğerinin tıpkısının aynısı olmuyoruz. Her birimiz nevi şahsına münhasır, biricik varlıklarız.

Bizi insanlaştıran, insan yapan, kişiliğimizi şekillendiren ortamlar böylesine farklıyken, genetik ve toplumsal çevre açısından hiç eşit değilken nasıl olup da ahlaki olarak aynı imtihana tabi tutulacağız?

Kesrette vahdet (çoklukta birlik) formülünün anlatmaya çalıştığına benzer bir tablo var ortada. Her birimiz insan teki olarak birbirimizden farklıyız ama yatay görünümde bu böyle. Oysa dikey görünümde, yukarı doğru gidildikçe, konik bir panorama ortaya çıkıyor, giderek benzeşiyor; en tepede tek noktada birleşiyor, aynılaşıyoruz. Farklı sorulara muhatap olsak da nihai sınav anında tamamen adil bir değerlendirmeye tabi tutuluyoruz.

Yatay plandaki farklılıklarımıza rağmen varoluşumuzu dikey planda benzeştiren ve birleştiren olgu, aynı Yaratıcı’nın kulu olma ve farkındalık bilinci bakımından eşit şansa sahip oluşumuz. Aynı şükran ve haset potansiyelleriyle dünyaya geliyoruz ama daha doğum anında itibaren bu potansiyel kendini farklı biçimlerde dışa vuruyor dolayısıyla hepimizde şükran ve minnet hissetme, teşekkür etme yeteneği aynı olmuyor. Ama bu farklıklarımızı aynı Yaratıcı’ya şükretme fırsatını değerlendirerek eşitleme fırsatımız var.

Nasıl aynı potansiyellerle doğuyorsak, şükür, bizi insani var olma düzleminde yeniden aynı hizaya getiriyor. Bu sefer, gerisin geriye, haset ve şükran tavırlarımızı gözden geçirip onarma imkânı ortaya çıkıyor. Hani modern psikoterapistler, yetişmemiz sırasında annemizin, ailemizin eksik bıraktıklarını, bizi hayal kırıklığı içinde eli kolu bağlı koydukları durumları, terapist-danışan ilişkisiyle yeni baştan kurup onardıklarını, hataları telafi etmeye çalıştıklarını söylüyorlar ya aynen onun gibi…

İnsan ilişkilerindeki teşekkürden Yaratıcı’ya şükre, Yaratıcı’ya şükürden insan ilişkilerinde teşekküre karşılıklı patikalar, tozlu yollar, otobanlar, ışık huzmeleri var… Menzil, her hâlükârda bizim çabamıza, varoluşumuzun hikmetini fark edebilme bilincimize bağlı. Annemizden, ailemizden ne kadar iyi biçimde öğrenirsek öğrenelim insan ilişkilerinde başardığımız minnet ve şükran bizi Yaratıcı’ya şükür makamına taşıyamayabiliyor. Annemizden, ailemizden yeterince iyi biçimde öğrenemediğimiz şükran ve minneti, bu kez kulluk bilinciyle hayata geçirme, hasedimizi gemleme fırsatı beliriyor.

Şükretmek kolay mı?

Şükür sayesinde, merhamet hislerimizi canlandırabiliyor, daha cömert, paylaşımcı ve yardımsever hale gelebiliyoruz. İnsan ilişkilerinde daha duyarlı ve dürüst oluyoruz, şefkat ve vefa duygularımızı geliştirebiliyoruz. İnsan kardeşlerimizle aynı hamurdan, aynı kadere sahip faniler olduğumuzu görüp onların kıymetini daha çok anlayarak insanlaşabiliyoruz.

Yaratıcı’ya her şükredişimizde, bizi sevgiden, mütevazılıktan, cömertlikten, yardımseverlikten, iyilikten alıkoyan haset yanlarımızı daha net biçimde görüp “dur!” diyebiliyoruz. Öfkemizi, hiddetimizi, tamahkârlık ve açgözlülüğümüzü baskılayabiliyoruz. Kıskançlıklarımızı centilmence, neşeli bir yarışa çevirebiliyoruz.

Bakmayın güzel güzel anlattığıma, hiç de kolayca ilerlemiyor bu süreç. Hepimiz kendi şartlarımızda, kendi kişilik imkânlarımızla karşılıyoruz hayatı. Ne kadar istesek de kimi zaman şükretmenin sükûnetini, sekinetini, huzurda olmanın huzurunu tam olarak tüm varoluşumuzda hissedip yaşayamıyoruz. Kaygı, endişe ve onlarla birlikte kabullenememe ve isyan hisleri gelip çatıyor. “Niye ben?”, “Niye şimdi?” gibi kışkırtıcı sorular kaplıyor zihnimizi. Geriye gitmemek için zorluyoruz kendimizi, dayanmaya, tahammül etmeye, bulunduğumuz, maruz kaldığımız şartları kabul etmeye zorluyoruz. Sabrediyoruz kısacası. Bu yüzden aynı özden kaynaklandıkları, aynı özün farklı veçheleri oldukları halde sabır, şükürden ayrışıyor. Ama ikisi de sağlıklı bir inanç için vazgeçilmez hale geliyorlar.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Minnetin ışığıyla görmek: Şükrün unutulan dili

Minnet, sadece teşekkür değil; insan olmanın, affetmenin ve iyiliği tanımanın temel duygularından biri. Prof. Dr. Erol Göka, minnetin aileden topluma, bireyden Yaratıcı’ya uzanan derin etkilerini yazdı.

Her ikisi de Arapçadan dilimize geçmiş olan minnet ve şükranı bir arada kullanıyorum ama anlatmak istediğim olgu aynı. Arapçada minnet, iyiliği hayrı çoğaltmak, şükran ise yapılan bir iyiliğe karşılık vermek, teşekkür etmek manasına geliyor. Minnetin zıddı nankörlük, şükranın zıddı ise küfran yani ret ve inkâr… Türkçe kullanışta minnet kelimesinde çok daha fazla olmak üzere anlam kaymaları olmuş. Mesela teşekkür etmek ve şükür etmek arasındaki bağ, hemen hemen tamamen kopmuş… Minnetin geniş bir anlam ağı oluşmuş, Farsça bir ekle minnettar halini almış hatta kimi zaman “yaranma” anlamına yaklaşmış.

Ben, psikolojiden ve insan ilişkilerinden bahsederken genellikle “minnet” ve “teşekkür”, teolojik bağlamlarda ise “şükran” ve “şükür” kelimelerini tercih ediyorum. Ama her durumda kastımız, doğrudan doğruya bir ihsan ve lütuf karşısında hissedilen sevinç, takdir, hayranlık karışımı üst düzey bir duygulanım…

Ahlakın ve dinin temeli olarak minnet

Bebekte minnet ilk kez, ona rahim olan, karnında taşıyan, doğuran bakıp besleyen, kahrını çeken, kaprisini alan varlığa karşı duyduğu histen köken alıyor olmalı. O bakımdan haset kadar temel ve kökene dayalı bir his, minnet.

Minnet duygusu olmasaydı ne aile ne topluluklar ne devlet oluşurdu. Bir kişi, “Ben, bu aile sayesinde, bu toplumsal dokunun koruyuculuğu altında var kalabildim, bu devlet sayesinde kendimi güvencede hissediyor ve sınırlarımı biliyorum ve bu nedenle ben de onlara karşı üzerime düşen vazifeyi yapmalıyım” dediği anda aile, toplum ve devlet, gerek varoluş güvencesine kavuşur. Dahası minnet, ahlakın ve dinin kökenidir denebilir. Karşısındakine borçlu hissetmek, ibadetin de, tabiat sevgisinin de, toplumsal saygının da, iyiliğin de kaynağıdır.

Anneyle yaşantımız sırasında devreye giren, öğrenilen minnet sayesinde insan hem kendisinin iyi yanlarıyla barışır hem de başkalarının iyi yanlarıyla temas kurabilir. Diğer insanların iyi yanlarını görmeyi sağlayan göz veya ışık, minnet hissimizden gelir. Bizim içimizdeki iyi yanın temsilcisi olan minnet duygusunun güvercinleri, gider karşımızdakinin iyi yanının üzerine konuverir; onun güvercinleri de bizdeki iyi yanların üzerine yapar yuvasını.

Minnet duyabilen kimse, karşısındaki insanın iyi yanlarını görmeye daha yatkın olduğundan affedebilmeyi daha kolay başarır. Minnet sayesinde hayatı olduğu gibi kabul edebilmeyi, herkesin değiştiremeyeceği bir kişiliği ve kaderi olduğunu öğrenir ve kin tutmak yerine affedici olur.

Doyumun, memnuniyetin, mutluluğun kaynağı da şükran ve minnet hisleri… Anneyi emdikten sonra doyan ve uykuya dalan bebeklerin yüzündeki ifade, memnuniyetimizin ilk görünümü, sonraki mutluluk yaşantılarımızı inşa edeceğimiz hissi zemindir.

Eğer bir kişi, karşısındakiyle düzgün bir iletişim kurabilmişse, onunla arasında insani bir alışveriş varsa ve bu alışverişten dolayı karşısındakine minnet duyuyorsa, memnuniyeti ve mutluluğu hak eder. İnsan, karşısındakinin yaptığından memnunsa onu da memnun etmek ister. Eğer karşısındakinden bir şey almıyorsa, ona iyilik yapmak, onu mutlu etmek ya da memnun etmek o kişinin içinden gelmez. Gerçek memnuniyetin ve neşenin kaynağı minnete dayalı insani diyalogdur. Çabamız, hayatın içinde böyle diyalogları mümkün kılmazsa, bu kez sahte, ucuz zevklerin, şans oyunlarının, kimyasalların peşine düşeriz.

Minnet hissinin etkisi, diyalog ile sınırlı değildir, toplumsal karşılıkları da vardır. Cömertliğin, yardımseverliğin kökeninde de minnet hissi bulunur. Hakiki, sağlıklı cömertlik, başkalarına iyilik ederken kendisine, ailesine zarar vermek değildir. Cömert insan, tıpkı annenin sadece bebeğini değil tüm ailesini düşünmesi, bebeği için insanlığın diğer alanlarından feragat etmemesi gibi, kendi ailesini de düşünür, onları korur, başka insanların da yardımında koşar ve onların iyiliğine çalışır.

Sevgi ve şükran dolu, minnet duyan insan, aynı zamanda hayata karşı da bu hislere sahiptir. O hayatın kendine bahşedildiğinin, hiç kimsenin bu dünyaya kazık çakmayacağının ve faniliğinin bilincindedir. Hayatın bereketini hepimize cömertçe sunanın anne olduğunu bilir. Hayatın ritmine ve kendine özgü devir daimine saygılıdır. Bu yüzden çok çalışır, daha verimli olmaya gayret eder, hayata benzemeye uğraşır. İnsanlaşma, son tahlilde böyle bir şeydir, hayata boyun eğmenin bilgeliğiyle döngü tamamlanır. Tüm bunları hakkınca, künhüne vararak anlayan; annesinin, ailesinin, milletinin, insan kardeşlerinden ve hayattan gördüğü iyiliklerin kıymetini bilen, onlara karşı minnet hisseden insan Yaratıcısı’nı asla unutmaz. Asıl minnet edilmesi gerekenin O olduğunu çok iyi kavramıştır.

 Şükrandan şükre

Potansiyel olarak sevgiye, şükran hislerine yatkın bir psikolojiye sahip olma noktasında aynı öze sahip olmamıza rağmen hepimiz farklı aileler içinde dünyaya geliyoruz. Nasıl biyolojik olarak her birimiz farklı isek aynı aileye doğan kardeşlerin bile psikolojilerinin geliştiği ortamlar, karşılaştıkları, maruz kaldıkları olaylar değişik olabiliyor. Bu farklılıklar nedeniyle her birimizin kişilik tipleri de kişiliğimizin olgunlaşma düzeyleri de bambaşka biçimlerde tezahür ediyor. Hiçbirimiz tamamen bir diğerinin tıpkısının aynısı olmuyoruz. Her birimiz nevi şahsına münhasır, biricik varlıklarız.

Bizi insanlaştıran, insan yapan, kişiliğimizi şekillendiren ortamlar böylesine farklıyken, genetik ve toplumsal çevre açısından hiç eşit değilken nasıl olup da ahlaki olarak aynı imtihana tabi tutulacağız?

Kesrette vahdet (çoklukta birlik) formülünün anlatmaya çalıştığına benzer bir tablo var ortada. Her birimiz insan teki olarak birbirimizden farklıyız ama yatay görünümde bu böyle. Oysa dikey görünümde, yukarı doğru gidildikçe, konik bir panorama ortaya çıkıyor, giderek benzeşiyor; en tepede tek noktada birleşiyor, aynılaşıyoruz. Farklı sorulara muhatap olsak da nihai sınav anında tamamen adil bir değerlendirmeye tabi tutuluyoruz.

Yatay plandaki farklılıklarımıza rağmen varoluşumuzu dikey planda benzeştiren ve birleştiren olgu, aynı Yaratıcı’nın kulu olma ve farkındalık bilinci bakımından eşit şansa sahip oluşumuz. Aynı şükran ve haset potansiyelleriyle dünyaya geliyoruz ama daha doğum anında itibaren bu potansiyel kendini farklı biçimlerde dışa vuruyor dolayısıyla hepimizde şükran ve minnet hissetme, teşekkür etme yeteneği aynı olmuyor. Ama bu farklıklarımızı aynı Yaratıcı’ya şükretme fırsatını değerlendirerek eşitleme fırsatımız var.

Nasıl aynı potansiyellerle doğuyorsak, şükür, bizi insani var olma düzleminde yeniden aynı hizaya getiriyor. Bu sefer, gerisin geriye, haset ve şükran tavırlarımızı gözden geçirip onarma imkânı ortaya çıkıyor. Hani modern psikoterapistler, yetişmemiz sırasında annemizin, ailemizin eksik bıraktıklarını, bizi hayal kırıklığı içinde eli kolu bağlı koydukları durumları, terapist-danışan ilişkisiyle yeni baştan kurup onardıklarını, hataları telafi etmeye çalıştıklarını söylüyorlar ya aynen onun gibi…

İnsan ilişkilerindeki teşekkürden Yaratıcı’ya şükre, Yaratıcı’ya şükürden insan ilişkilerinde teşekküre karşılıklı patikalar, tozlu yollar, otobanlar, ışık huzmeleri var… Menzil, her hâlükârda bizim çabamıza, varoluşumuzun hikmetini fark edebilme bilincimize bağlı. Annemizden, ailemizden ne kadar iyi biçimde öğrenirsek öğrenelim insan ilişkilerinde başardığımız minnet ve şükran bizi Yaratıcı’ya şükür makamına taşıyamayabiliyor. Annemizden, ailemizden yeterince iyi biçimde öğrenemediğimiz şükran ve minneti, bu kez kulluk bilinciyle hayata geçirme, hasedimizi gemleme fırsatı beliriyor.

Şükretmek kolay mı?

Şükür sayesinde, merhamet hislerimizi canlandırabiliyor, daha cömert, paylaşımcı ve yardımsever hale gelebiliyoruz. İnsan ilişkilerinde daha duyarlı ve dürüst oluyoruz, şefkat ve vefa duygularımızı geliştirebiliyoruz. İnsan kardeşlerimizle aynı hamurdan, aynı kadere sahip faniler olduğumuzu görüp onların kıymetini daha çok anlayarak insanlaşabiliyoruz.

Yaratıcı’ya her şükredişimizde, bizi sevgiden, mütevazılıktan, cömertlikten, yardımseverlikten, iyilikten alıkoyan haset yanlarımızı daha net biçimde görüp “dur!” diyebiliyoruz. Öfkemizi, hiddetimizi, tamahkârlık ve açgözlülüğümüzü baskılayabiliyoruz. Kıskançlıklarımızı centilmence, neşeli bir yarışa çevirebiliyoruz.

Bakmayın güzel güzel anlattığıma, hiç de kolayca ilerlemiyor bu süreç. Hepimiz kendi şartlarımızda, kendi kişilik imkânlarımızla karşılıyoruz hayatı. Ne kadar istesek de kimi zaman şükretmenin sükûnetini, sekinetini, huzurda olmanın huzurunu tam olarak tüm varoluşumuzda hissedip yaşayamıyoruz. Kaygı, endişe ve onlarla birlikte kabullenememe ve isyan hisleri gelip çatıyor. “Niye ben?”, “Niye şimdi?” gibi kışkırtıcı sorular kaplıyor zihnimizi. Geriye gitmemek için zorluyoruz kendimizi, dayanmaya, tahammül etmeye, bulunduğumuz, maruz kaldığımız şartları kabul etmeye zorluyoruz. Sabrediyoruz kısacası. Bu yüzden aynı özden kaynaklandıkları, aynı özün farklı veçheleri oldukları halde sabır, şükürden ayrışıyor. Ama ikisi de sağlıklı bir inanç için vazgeçilmez hale geliyorlar.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 2 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.

Erol Göka
Erol Göka
Prof. Dr. Erol Göka - Sağlık Bilimleri Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Şehir Hastanesi'nde "Psikiyatri Bölümü Eğitim ve İdari Sorumlusu" olarak görevli. Psikiyatrinin birçok alanında yapılan bilimsel çalışmalarda yer almasına rağmen ilgisi, daha çok psikiyatrinin sosyal bilimlerle ve felsefe ile kesişim noktalarında yoğunlaşmıştır. İnsanın dinamik özelliklerine ve grup-varlığına olan ilgisi onu psikodinamik yönelimli klinik uygulamalara ve grup psikoterapilerine yöneltmiştir. “Hoşçakal: Kayıp, Matem ve Hayatın Zorlukları”, "Hayatın Anlamı Var Mı?", “Yalnızlık ve Umut” ve "Kalpten" psikiyatriye bakışındaki özgün varoluşçu-dinamik çerçeveyi ortaya koymaktadır. “Türk Grup Davranışı” kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 2006 yılı “Yılın Fikir Adamı Ödülü”ne layık görülen Erol Göka’ya 2008 yılında, Türk Ocakları tarafından “ilmi çalışmalarıyla Türk milletinin ufkunu açan eserler ortaya koyması” dolayısıyla, “Ziya Gökalp/ Türk Ocakları İlim ve Teşvik Armağanı” verilmiştir. Erol Göka, 2020 yılında ise, kültür ve sanat hayatına uzun süreli katkıları nedeniyle Türkiye Yazarlar Birliği’nin “Üstün Hizmet Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x