“Oyun bir ciddiyetsizlik değil, ciddiyetin bir başka biçimidir.”
En son ne zaman oyun oynadığınızı hatırlıyor musunuz?
Birçoğumuz bu soruya ya “çok uzun zaman önce” ya da “bilmiyorum” diye yanıt veririz.
Oysa ben, su katılmamış bir oyunbazım. Yani oyun oynamayı seven, oyunu hayatının bir parçası hâline getiren biriyim.
Peki, “oyun” dediğimde aklınızdan neler geçiyor?
Çocukça bir uğraş mı? Yetişkinlerin ya da sorumluluk sahibi insanların uzak durması gereken bir eylem mi?
Fuzuli, manasız, ciddiyetsiz bir zaman kaybı mı?
Eğer böyle düşünüyorsanız, şimdi biraz dikkat kesilmenizi rica edeceğim. Çünkü size oyunla ilgili oldukça “ciddi” şeyler anlatacağım. Zira oyun, sanıldığı gibi bir ciddiyetsizlik değil; ciddiyetin başka bir biçimidir.
Bu düşünceye en güçlü desteklerden biri de Hollandalı filozof ve tarih profesörü Johan Huizinga’dan gelir.
Huizinga şöyle der: “Bizim düşünce tarzımıza göre oyun, ciddiyetin taban tabana zıddıdır… Ne var ki daha yakından incelendiğinde, oyun ile ciddiyet arasındaki karşıtlığın ne nihai ne de sabit olduğu görülecektir… Oyun ciddiyete, ciddiyet oyuna dönüşür.”
Çağın görünmez salgını: Kaygı!
Yaşadığımız çağda dijital platformlar yalnızca bilgi sunmakla kalmıyor, aynı zamanda nasıl yaşamamız gerektiğine dair bir normlar dizisi dayatıyor. Artık sosyal medya mecraları, sadece iletişim araçları değil; görünürlüğün, performansın ve “olmuşluk” hissinin sergilendiği birer sahne hâline gelmiş durumda.
Her an birileri tarafından “izleniyoruz” duygusuyla yaşıyor, bu yüzden de kendi hayatımızın izleyicisine ve yorumcusuna dönüşüyoruz. Günümüz insanı, Baudrillard’ın “simülasyon evreni” olarak tanımladığı düzlemde yaşıyor adeta: Gerçek duygular, eğilimler, hatta ihtiyaçlar bile, dijital kültürün dayattığı temsillerin gölgesinde silikleşiyor.
“Nasıl davranmalıyım?”
“Nasıl görünmeliyim?”
“Ne hissetmeliyim?”
Artık yalnızca davranışlarımız değil, duygularımız da ‘performans’a dönüşmüş durumda. Her hissin bir ‘kullanım kılavuzu’ var gibi. Ve bu kılavuzlar, çoğu zaman doğrudan değil, örtük biçimde zihnimizi kuşatıyor.
“Dinlen, ama verimli olsun.”
“Hobi edin, ama o hobi bir işe yarasın.”
“Mutlu ol, ama aşırıya kaçma.”
“Üzgün değil, üretken ol.”
Bu tür cümleler, bir yandan bireyin özerkliğini tehdit ederken, diğer yandan duyguların doğallığını aşındırıyor. Psikolojik esneklik yerine, sürekli bir yeterlilik zorunluluğu içinde kalıyoruz.
İronik olan şu: Tükenmişlik hissi karşısında önerilen neredeyse tüm çözümler —verimli molalar, faydalı hobiler, ölçülü mutluluk tarifleri— yine performansa dayanıyor. Tükenmişliğe karşı çare olarak sunulan “iyileşme pratikleri” bile bizi bir başka tüketim döngüsüne hapsediyor.
Klinik gözlemim şu yönde: Çağımızın en büyük sorunu kaygı. Ve bu kaygı, yalnızca geleceğe dair belirsizliklerden değil, şu anın bile nasıl yaşanması gerektiğine dair aşırı netleşmiş beklentilerden doğuyor. Sosyal medya uzmanları, yaşam koçları ve dijital içerik üreticileri tarafından tarif edilen “ideal benlik” fikri, bireysel farklılıkları değil, normatif başarı tariflerini yüceltiyor.
Böyle bir atmosferde, “sıradan” olmak, “sadece var olmak” bile neredeyse bir başarısızlık olarak algılanıyor. Ve ne yazık ki, bu yetersizlik hissinin yakıtı da kaygı…
Homo Ludens (Oyuncu İnsan)
Kaygıyla baş etmek için insanlar iki uç arasında savruluyor: Ya sürekli meşguliyetle kendini oyalamaya çalışıyorlar ya da tam tersi, hareketsizliğin içinde donakalıyorlar. Aşırı hareket ya da atalet —ikisinin de temelinde aynı sıkışmışlık duygusu var. Ancak biz uzmanların başvurduğu klasik terapi yöntemleri her zaman bu çıkmazı çözmeye yetmiyor. Her bireyin ruhsal haritası farklı; dolayısıyla tek bir yaklaşımın herkese iyi gelmesini beklemek, gerçekçi değil.
İşte tam da bu nedenle, mesleki yolculuğumda klasik terapi ekollerinin ötesine geçerek, daha kapsayıcı, daha sezgisel bir iyilik hâli arayışına girdim. Bu arayış beni oyuna, daha doğrusu “oyun” fikrine götürdü. Türk kültür tarihinin büyük isimlerinden Metin And’ın Oyun ve Bügü adlı çalışması bu yolculukta ilk adımım oldu. Onun sayfalarında yalnızca antropolojik ya da tarihsel bir bilgiyle değil, aynı zamanda oyunla kurulan kadim insanlık bağının ruhuna dair sezgisel bir farkındalıkla karşılaştım.
Oyun, ilk başta sandığım gibi terapiye sonradan eklemlenebilecek bir yöntem değilmiş; insan oluşun en asli, en kadim boyutlarından biriymiş. Aradığım yeni şey aslında yanı başımdaymış: Ne fayda beklentisiyle şekillenen bir teknik, ne de yapay bir uygulama… Kendi doğallığıyla var olan, insandan bile önce sahnede olan, kuralsızken bile anlamlı olan bir alan: Oyun.
Bu keşifle birlikte kendimi birden oyun teorisyenlerinin dünyasında buldum. İlk durak, hiç kuşkusuz Homo Ludens (Oyuncu İnsan) kavramını ortaya atan Hollandalı düşünür Johan Huizinga’ydı:
“Oyun kültürden eskidir… Kültür, oyun formunda ortaya çıkmıştır ve en baştan beri oynanır.”
Huizinga’ya göre oyun, yalnızca çocukların ya da boş zamanın meşgalesi değildir; hukuk, din, savaş, edebiyat gibi kültürel yapıların kökeninde de vardır. Oyun, insanın sadece ‘yapan’ (homo faber) değil, aynı zamanda ‘oynayan’ (homo ludens) bir varlık oluşunu işaret eder.
Huizinga’nın açtığı bu düşünce yolunu daha da ileriye taşıyan isim, Fransız sosyolog ve oyun kuramcısı Roger Caillois’dır. Caillois, oyunu dört temel türe (yarış, şans, rol ve başdönmesi) ayırarak sistematik bir kuramsal çerçeve oluşturmuş; oyunun yalnızca bireysel bir eylem değil, kolektif bir anlam üretme biçimi olduğunu vurgulamıştır. Her iki düşünür de oyunu bir eğlence değil, bir öğrenme, bir temsil ve bir provaya açılan kapı olarak görür.
Oyun, insan türünün ilk iletişim aracıdır da aynı zamanda. Arkeolojik kazılarda bulunan basit figürler, oyuncaklar, duvar resimleri; zamanlar ve coğrafyalar ötesinden seslenen bir ortak dili kanıtlar gibidir. Oyun, evrenseldir. Yaş, inanç, ırk, coğrafya tanımaz. Anadolu’ya baktığımızda, birbirinden farklı adlarla ve kurallarla oynanan geleneksel çocuk oyunlarının, dünyanın başka coğrafyalarındaki oyunlarla şaşırtıcı benzerlikler taşıdığını görürüz.
Bu da bize gösterir ki oyun, yalnızca insanın değil, insanlığın ortak belleğidir.
Yetişkinler için unutulmuş bir alan: Oyun
İçinden geçtiğimiz şu çağda, oyun çocuklara, sorumluluk ise büyüklere ait. Büyümek; ciddileşmek, oyunu bırakmak ve hayatı ‘gerçekten’ yaşamaya başlamak demek sanki.
Oysa oyun, yaşla değil ruhla ilgilidir. Ve biz, yaş aldıkça değil, oynamayı unuttukça yaşlanırız.
Üstelik biz yetişkinler, oyuna en çok ihtiyacı olanlarız. Çünkü oyun, sadece eğlence değil; yeniden temas etmenin, yüklerden arınmanın, hayatla ilişkimizi hafifçe gevşetmenin en doğal yolu…
“Oyun, gerçek olmayan, gerçek olmadığının bilinciyle gerçek gibi hissedilen bir dünya.” oysa. Ve işte tam orada, o hayalî eşiğin ötesinde… Her şey mümkün!
Yetişkinler olarak o sınırsız olanaklar âleminden, o büyülü çemberden epeyce uzaklaştık. Bugün hâlâ “oyun” denildiğinde ilk akla gelen çocuklar oluyor. Oysa oyun, sadece çocuklukla sınırlı bir etkinlik değildir; her yaşta insan için temel bir ihtiyaç, hem duygusal hem zihinsel açıdan bir tür yeniden doğma alanıdır.
Günümüz kentlerinde çocuklar bile artık sokak oyunlarından büyük ölçüde mahrum. Yine de onlar için belli sınırlar ve kurallar içinde oyun alanları inşa ediliyor. Peki, ya yetişkinler? Onlar için saf oyun alanları neredeyse yok. Bize sunulan sosyal ortamlar çoğunlukla ya gergin birer seyirciye ya da rekabetin gölgesinde hırslı birer oyuncuya dönüştüğümüz sahneler.
Modern dünyada, özellikle spor başlığı altında toplanan birçok oyun, giderek bir endüstriye dönüştü. Sistematik, kuralcı ve performans odaklı hale gelen bu etkinlikler, oyunun özüyle olan bağını kopardı. Oysa arkaik kültürlerde spor benzeri etkinlikler; yarışmadan çok bir arınma, bir topluluk ritüeli, sağlık ve uyum aracı olarak görülür, kutsanırdı. Bugün ise kazanmak tek amaç haline geldi. Bu “oyunlar” artık devasa ekonomik sistemlerin ve politik stratejilerin bir parçası; dolayısıyla, oyun olmanın “saflığı”ndan tamamen uzak.
Unutmamak gerekir: Gerçek oyun, maddi çıkarla bağlantısı olmayan, doğrudan bir kazanç beklentisiyle yönlendirilmeyen bir etkinliktir. Oyun, araç değil, amaçtır. O yüzden bugünkü profesyonel spor müsabakalarına hâlâ “oyun” demek, oyunun doğasına haksızlık olur.
Peki, ne yapmalıyız?
Tüm stres faktörlerinin dışarıda bırakıldığı, en kadim iletişim biçimi olan saf oyunun mümkün kılındığı alanlara yeniden dönmeliyiz. Çünkü birçok etkinliğin aksine, oyun bizi ön hazırlığa zorlamaz; sosyal kaygılar üretmez. Bildik kuralları basitçe hatırlayarak dahil olabiliriz. Bu da bizi, Johan Huizinga’nın deyimiyle “büyülü çember”e, yani oyunun geçici ama gerçek hissedilen evrenine davet eder. Bu evrende her şey mümkündür ve hiçbir şey sonuç odaklı olmak zorunda değildir.
Amerikalı psikiyatrist Lenore Terr, hayatın provası sayılabilecek oyunlaştırma tekniğini terapinin içine başarıyla dâhil eden isimlerden biri… Diyor ki:
“Yetişkinler için oyunun ne kadar yararlı olduğunu anlamak istiyorsanız, oyun oynayan insanlara bakın. Ne denli yaratıcı ve mutlu olduklarını göreceksiniz.”
Oyun yalnızca bir eylem değil, aynı zamanda bir farkındalık alanıdır. Psikolog Brian Sutton-Smith’in ifadesiyle, “oyun, anlamı müzakere etmenin yollarından biridir.” Yani oyun sadece o anda ne yaptığımızı değil, kim olduğumuzu ve neye dönüşmekte olduğumuzu da açığa çıkarır.
Oyunun dönüştürücü gücü
Oyun, bizi önce kendimize yaklaştırır. Sonra birbirimize… Çabasızca bir arada olmanın, ortak bir ritmi paylaşmanın, güvenli bir topluluğa ait hissetmenin en doğal yollarından biridir. Hazırlık gerektirmez. Başarıya veya performansa odaklanmaz. Kazananı ve kaybedeni yoktur. Birlikte deneyimlemenin ve hatırlamanın alanıdır. Bazen geleneksel bir oyunu hatırlarken, bazen yeni bir kurgu içinde şaşırır, güler, yeniden çocuk oluruz.
Gönüllü katılımın ve sınırsız hayal gücünün açığa çıktığı bu çemberde, insan hem kendini hem başkalarını yeniden görür. Psikologlar da oyunla çalışmanın özellikle yetişkinler için nasıl dönüştürücü sonuçlar yaratabileceğini her geçen gün daha fazla gözlemliyor.
Ben de kendi klinik pratiğimde, oyunun birey üzerindeki iyileştirici etkisini deneyimledim. Yetişkinlerin de tıpkı çocuklar gibi “oyun oynamaya” ihtiyacı olduğunu gördüm. Saf oyunun, birlikte gülmenin, hazırlıksız olmanın ve “sadece olmak”ın ne kadar kıymetli olduğunu fark ettim. Bu farkındalık, bugünün endişeli, yorgun ve yalnız insanı için oyunu yeniden düşünmemizi gerektiriyor.
Belki de hepimize iyi gelecek ilk adım, oyunun sadece çocuklara ait olmadığını hatırlamak. Ve bir gün, koşulsuz, nedensiz, amaçsızca oyun oynayabilmek…
**
Kaynaklar:
- And, M. (1974). Oyun ve Bügü: Türk Kültüründe Oyun Kavramı. İş Bankası Yayınları.
- Caillois, R. (2001). Man, Play and Games. (Çev. Meyer Barash). University of Illinois Press.
- Huizinga, J. (2024). Homo Ludens: Kültürün Oyun Unsuru Üzerine Bir İnceleme. Ayrıntı Yayınları.
- Terr, L. (2000). Sevgi ve Çalışmanın Ötesinde: Oyun Yetişkinler İçin Neden İhtiyaçtır. Literatür Yayıncılık.
- Sutton-Smith, B. (1997). The Ambiguity of Play. Harvard University Press.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 27 Mayıs 2025’te yayımlanmıştır.