Tükenmişlik, kaygı, yalnızlık… Çözüm psikoterapide mi?

Psikoterapiye başvuranların sayısı neden hızla artıyor? Modern hayatın stresi, kaygı bozuklukları ve duygusal tükenmişlik psikolojik desteğe olan ihtiyacı artırıyor mu? Terapi bir lüks mü, yoksa sağlıklı bir yaşam için bir gereklilik mi? Nazende Öksüz Özdemir yazdı.

Son yıllarda psikoterapiye başvuranların sayısında belirgin bir artış yaşanıyor. Peki, bu artışın sebepleri neler? İnsanlar neden terapiye yöneliyor? Hemen söyleyeyim: Bunun en önemli sebeplerinden biri, toplumun psikoloğa gitmeye dair bakış açısının değişmesi. Artık mental sağlığın, en az bedensel sağlık kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor. Üstelik bu yalnızca bireysel bir farkındalık meselesi değil; bilimsel araştırmalar da psikolojik sağlamlık ile fiziksel sağlık arasındaki güçlü bağı ortaya koyuyor.

Eskiden “Üzüntüden hasta oldu” gibi ifadeler birer mit gibi görülürken, bugün stresin ve duygusal yüklerin beden üzerindeki somut etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Kronik stresin bağışıklık sistemini zayıflattığı, kardiyovasküler hastalıklara zemin hazırladığı, hatta bazı gen bölgelerinin hem psikolojik hem de fiziksel rahatsızlıklarla ilişkili olduğu gösteriliyor. Yani genetik yatkınlıklarımızın belli tetikleyicilerle aktif hale gelmesi, bazen psikolojik bazen de fizyolojik rahatsızlıklar olarak kendini gösterebiliyor.

Tüm bu gelişmeler, psikolojik desteğin sağlık hizmetleri içinde daha önemli bir yer edinmesini sağladı. Artık terapiye başvurmak bir lüks ya da zayıflık göstergesi olarak değil, genel sağlığın korunması için atılması gereken bilinçli bir adım olarak görülüyor.

Psikoterapiye bakış: Tabu mu, ihtiyaç mı?

Psikoterapiye karşı toplumsal bakış açısı hızla değişiyor. Eskiden birçok insan terapiye gitmeyi bir zayıflık belirtisi olarak görürken, bugün psikolojik destek almak giderek daha fazla kabul gören, hatta teşvik edilen bir adım haline geldi. Bu değişimde, psikoloji eğitiminin yaygınlaşması, bilimsel bilginin daha erişilebilir olması ve dijital platformlar aracılığıyla psikolojik destek hizmetlerinin çeşitlenmesi büyük rol oynuyor.

Mesleğe ilk başladığım yıllarda, hatta kendi ailem de dahil olmak üzere birçok kişi psikologları “deli doktoru” olarak görüyordu. Terapiye gitmek bir tabu, hatta saklanması gereken bir durumdu. Oysa bugün insanlar psikoloğa gitme deneyimlerini rahatça paylaşabiliyor, hatta sevdiklerine de öneriyorlar. “Bunu kendi başıma aşarım” düşüncesi yerine, profesyonel destek almanın faydalarını kabul eden ve terapiyi bir lüks değil, yaşam kalitesini artıran bir süreç olarak gören bir anlayış gelişiyor.

Bu dönüşüm, bireylerin ruh sağlığına dair farkındalığının artmasının yanı sıra, toplumda terapiye dair önyargıların kırılmaya başladığını da gösteriyor.

Kalabalığın içinde yalnızlık: Modern çağın ruhsal yükü

Modern yaşam, bireyleri giderek daha fazla psikoterapiye yöneltiyor. Bireyselleşmenin artması, sosyal desteği zayıflatıyor ve insanın doğasındaki en temel ihtiyaçlardan birini – aidiyet duygusunu – tehdit ediyor. Sosyal beyne sahip bir canlı olarak insan, yalnız kaldığında bunu psikolojik bir stres kaynağı olarak deneyimliyor.

Bir bireyin psikolojik stres karşısındaki dayanıklılığı, iki temel faktöre bağlıdır: maruz kalınan stresin büyüklüğü ve bu stresi yönetebilmek için sahip olduğu psikolojik kaynaklar. Ancak günümüzde bu iki faktör arasındaki denge giderek bozuluyor. Stres yükü artarken, insanların başa çıkma mekanizmaları zayıflıyor. Sonuç olarak, eskiden yalnızca fiziksel hastalıklar gibi görülen tükenmişlik sendromu, günümüzde gribal enfeksiyonlar kadar yaygın hale geldi. Artık insanların “tükenmiş hissetmesi” sıradan bir durum gibi görülüyor.

Bunun en büyük sebeplerinden biri, hızlanan hayat temposu ve bireyselleşmeyle birlikte empati, vicdan, sağduyu ve şefkat gibi kavramların anlamını yitirmesi. İnsanlar kendilerine bile zaman ayıramayacak kadar yoğun çalışıyor; ekonomik zorluklar, toplumsal travmalar ve belirsizlikler ruh sağlığını tehdit eden bir baskıya dönüşüyor. Oysa bir zamanlar insanlar komşularıyla, mahalle kültürü içinde, acılarını ve dertlerini paylaşarak bir tür sosyal iyileşme sürecine giriyordu. Bugün ise yüksek apartmanların içinde, dört duvar arasında, yalnız başımıza acılarımızla yüzleşmek zorundayız. Paylaşılmamış dertlerimiz arttıkça, başkalarının yüklerine tahammülümüz de azalıyor.

Bu yalnızlık döngüsü, ruh sağlığını korumayı zorlaştırıyor ve psikoterapiyi, modern dünyanın en önemli ihtiyaçlarından biri haline getiriyor.

Yalnızlık hissiyle başa çıkmanın yollarını bulmakta zorlanan bireyler, çoğu zaman duygusal boşluklarını geçici çözümlerle doldurmaya çalışıyor. İşte tam da bu yüzden, modern dünyada “haz peşinde koşma” eğilimi giderek artıyor.

Haz peşinde: Anlık kaçışlar, derin çıkmazlar

Modern insan, adeta kısa vadeli hazza ulaşmaya programlanmış gibi yaşıyor. Duygusal zorluklarla yüzleşmek yerine, onları hızla bertaraf etmeye, üzerini örtmeye çalışıyoruz. Üzüntüyle başa çıkmanın yolları artık duygusal bir iyileşme sürecinden geçmek değil; daha fazla yemek yemek, alışverişle kendimizi avutmak, sosyal medyada saatlerce zaman harcayarak zihnimizi uyuşturmak oldu. Ancak bu yöntemler yalnızca geçici bir rahatlama sağlıyor. Çünkü insan zihni, kaçınılmaz olarak duygularını işleyecek ve onları anlamlandıracak bir sürece ihtiyaç duyuyor.

Ne var ki bu hızlı tüketim döngüsü, duygusal düzenleme mekanizmalarımızı da zayıflatıyor. Bir şeyler yolunda gitmediğinde, içsel kaynaklarımızla başa çıkmak yerine, anlık bir çözüm arıyoruz. Fakat bastırılan duygular yok olmuyor, aksine zamanla daha büyük bir yük haline geliyor. İşte tam da bu yüzden, çağımızda yoğun kaygı bozuklukları ve depresyon vakaları hızla artıyor.

Psikoterapi, tam olarak bu noktada devreye giriyor. Çünkü sağlıklı bir ruh hali, kaçışlarla değil, duygularla yüzleşerek inşa edilebiliyor. Anlamlandırılmayan üzüntüler, işlenmeyen travmalar ya da göz ardı edilen stres kaynakları bir şekilde geri dönüyor. Ve çoğu zaman, bu geri dönüş aniden değil, derin bir tükenmişlik hissiyle kendini gösteriyor.

Bu yüzden psikolojik destek, yalnızca bir lüks ya da kriz anlarında başvurulacak bir çözüm olmaktan çıkıp, modern yaşamın getirdiği duygusal yüklerle başa çıkmanın en etkili yollarından biri haline geliyor.

Yoğun kaygı: Beynin alarm sistemi çöküşte

Kaygı, günümüzde en sık karşılaşılan psikolojik güçlüklerden biri haline geldi. Oysa insan beyni, yalnızca hayati tehlikeler karşısında devreye giren bir güvenlik sistemine sahiptir. Normal şartlarda, bu sistem yalnızca gerçekten tehdit içeren durumlarda aktif hale gelmelidir. Ancak modern yaşamın temposu, bu mekanizmayı sürekli tetikliyor.

Beynimiz artık nadiren dinleniyor. Trafik sıkışıklığından ekonomik belirsizliklere, iş stresi ve toplumsal kaygılara kadar pek çok unsur, bu alarm sistemini durmaksızın devrede tutuyor. Sürekli en kötü senaryoları hesaplayarak kendini korumaya çalışan zihin, bir noktadan sonra bu yüksek alarm seviyesine alışıyor ve kronikleşmiş bir kaygı haline dönüşüyor. Sakinleşmek, dengede ve güvende hissetmek giderek zorlaşıyor.

Bu durum, bedensel tepkilerle de kendini gösteriyor: Kaslar sürekli gergin, nefes yüzeysel, uyku düzeni bozuk… Günün sonunda, bedenimiz ve zihnimiz adeta gevşemeye hasret kalıyor. Uzun vadede bu kronik gerginlik, uyku bozukluklarından enerji düşüklüğüne, motivasyon eksikliğinden odaklanma sorunlarına kadar pek çok psikolojik ve fizyolojik soruna yol açıyor.

Ne yazık ki, bu tür belirtiler çoğu zaman göz ardı ediliyor. Sürekli hüzünlü hissetme, kararsızlık, umutsuzluk, isteksizlik ve tükenmişlik gibi şikâyetler, gündelik stres faktörleriyle bağlantılı olabildiği gibi, bazen erken çocukluk dönemine kadar uzanan travmaların da bir sonucu olabiliyor. Günlük sorunlar birikirken, geçmişin izleri de yüzeye çıkıyor.

Psikoterapi, işte bu noktada devreye giriyor: Kaygının kökenine inerek, zihnin alarm sistemini yeniden dengelemeyi amaçlıyor. Çünkü gerçek iyileşme, yalnızca semptomları bastırmakla değil, sorunun kaynağına inerek mümkün oluyor.

Geçmişin gölgesi: Travmalar ve bağlanma sorunları

Bazı anılar unutulmaz çünkü hiç gerçekten geçmişte kalmazlar. Çocukluk travmaları, farkında olsak da olmasak da hayatımızın içinde karanlık bir gölge gibi dolaşır. Psikolojik bütünlüğümüzü tehdit eden bu izler, bazen bir rüyanın içinde belirir, bazen bir kokunun, bir şarkının ya da bir mekânın tetiklediği anlık bir hatırlatıcıyla günlerce, hatta haftalarca ruh halimizi etkileyebilir. Bazen büyük kararlarımızı şekillendirir, potansiyelimizi ortaya çıkarmamızı engeller ve bizi hayatla adeta saklambaç oynar hale getirir.

Travmalar yalnızca bireysel değildir; toplumsal düzeyde de yaşanabilir. Üstelik ille de çocukluk yıllarında meydana gelmek zorunda değildir. Elbette erken yaşlarda yaşanan olumsuz deneyimler daha derin izler bırakma eğilimindedir, ancak yetişkinlikte karşılaşılan olaylar da benzer şekilde travmatik etkilere yol açabilir. Yaşanan ya da tanıklık edilen olaylar, zihnimizde bir yara olarak kalabilir ve biz farkına varmadan hayatımızın pek çok alanını etkileyebilir. Bu yüzden psikoterapide en sık çalışılan konulardan biri, bu travmaların yarattığı kalıcı etkiler ve bunlarla başa çıkma yollarıdır.

Bir diğer sık karşılaşılan konu ise ilişki sorunları ve bağlanma biçimleridir. Erken çocukluk döneminde anne-babamızla kurduğumuz ilişki, yetişkinlikteki partner seçimlerimizi büyük ölçüde belirler. O dönemde deneyimlediğimiz ilişki modeli, bilinçaltımıza işlenir ve biz farkında olmadan, benzer dinamikleri tekrar yaşatacak partnerlere yöneliriz. Eğer çocuklukta duygusal ihtiyaçlarımız karşılanmadıysa, yetişkinlikte sağlıklı bir yakınlık kurmak zorlaşır.

Bağlanma stillerinin yetişkin ilişkilerine yansıması farklı şekillerde olabilir. Bazı insanlar için bir ilişkiden kopmak ve yalnız kalmak korkutucu hale gelir; bu yüzden bir bağlanma bağımlılığı geliştirerek ilişkilerine sıkı sıkıya tutunurlar. Kimileri ise içten içe yakınlık kurmayı arzular ancak bilinçsizce, duygusal mesafeyi koruyan ya da yakınlık kurmaya istekli olmayan insanlara yönelir. Sürekli benzer ilişki döngülerinin içine düşmek tesadüf değildir; aksine, bilinçdışında tanıdık gelen dinamikleri yeniden üretme eğilimimizle ilgilidir.

Elbette psikoterapide ele alınan konular yalnızca bunlarla sınırlı değil. Stres yönetimi, zaman yönetimi, dikkat eksikliği gibi sorunlar da sıkça karşılaştığımız ve bireylerin yaşam kalitesini doğrudan etkileyen başlıklardan bazıları. Ancak temelde hepsi, bireyin kendini tanıması, geçmişinden gelen yükleri anlamlandırması ve bugünü daha sağlıklı bir şekilde yaşaması için verilen bir mücadeleye dayanıyor.

Bireylerin yaşadığı psikolojik zorlukların kökenine dair derin bir farkındalık kazanılması önemli. Ancak bu farkındalık tek başına yeterli değil; kişinin duygusal dünyasını anlamlandırması, tetikleyicilerini yönetmeyi öğrenmesi ve sağlıklı bir ruhsal denge kurabilmesi için rehberliğe ihtiyacı vardır. İşte tam da bu noktada, psikoterapi devreye girer.

Psikoterapide ne oluyor?

Psikoterapinin en temel taşı, danışan ile terapist arasında kurulan güven ilişkisidir. Sağlıklı ve güçlü bir terapötik bağ olmadan terapi sürecinin verimli olması zordur. Danışanın, terapistine güvenmesi ve duygularını olabildiğince açık bir şekilde ifade edebilmesi gerekir. Terapötik ortam, kişinin yargılanmadığını, olduğu gibi kabul edildiğini hissettiği bir alan olmalıdır. Terapist, bir öğretmen, ebeveyn ya da otorite figürü gibi değil, yol gösterici ve destekleyici bir eşlikçi olarak hareket etmelidir.

Araştırmalar, terapötik ilişkinin psikoterapiden sağlanan faydanın %70’ini oluşturduğunu gösteriyor. Bu bağ, genellikle ilk birkaç seansta inşa edilir ve terapi sürecinin temelini oluşturur. Güvenli bir bağ kurulduğunda, danışan kendini daha rahat ifade eder, iç dünyasını keşfetmeye ve duygularının kökenlerini anlamaya başlar.

Psikoterapi süreci, bireyin duygusal dünyasını keşfetmesini, tetikleyicilerini anlamasını ve bunların hayatındaki etkilerini fark etmesini sağlar. Kişi, stresli ya da zorlayıcı durumlara verdiği tepkilerin nereden kaynaklandığını, hangi düşünce kalıplarının bu tepkileri yönlendirdiğini ve bunların bedensel yansımalarını gözlemlemeyi öğrenir. Farkındalık arttıkça, birey bu döngüleri kırma gücünü de kazanmaya başlar.

Terapi aynı zamanda bir güçlenme sürecidir. Tıpkı sporda kaslarımızı güçlendirdiğimiz gibi, psikoterapi de bireyin duygusal dayanıklılığını artırır. Ancak bu süreç pasif bir iyileşme süreci değildir; danışanın aktif katılımını gerektirir. Terapi sırasında konuşulan konular üzerine düşünmek, notlar almak, yeni davranış denemelerine açık olmak bu sürecin önemli parçalarıdır. Bazen bu adımlar terapist ile birlikte planlanırken, bazen de danışan kendiliğinden bu yönde adımlar atmaya başlar.

Ancak psikoterapinin nihai amacı her şeyi göğüsleyebilen, duygusal olarak “sarsılmaz” bir birey yaratmak değildir. Aksine, danışan zamanla her şeye karşı güçlü olma zorunluluğunun insani olmadığını fark eder. Zaaflarını, kırılganlıklarını kabul etmeye başlar. Ve asıl özgüven de buradan doğar: Kusursuz olmaya çalışmak yerine, kendini olduğu gibi kabul edebilmekten.

Psikoterapide yol haritası: Süreç nasıl şekilleniyor?

Psikoterapide en önemli aşamalardan biri hedef belirlemektir. Danışanın destek almak istediği konunun terapist tarafından doğru anlaşılması ve değerlendirilmesi sürecin sağlıklı ilerlemesi için kritik bir adımdır. İlk etapta terapist ve danışan birlikte seans hedefleri belirler. Bu hedefler danışan açısından belirgin olmazsa, terapi süreci havada kalmış gibi hissedilebilir ve danışan, seanslardan ne kadar fayda sağladığını anlamakta zorlanabilir.

Elbette psikoterapi, öngörülemeyen keşiflere ve değişimlere açıktır. Başlangıçta belirlenen hedefler zamanla dönüşebilir, yeni farkındalıklarla farklı yönlere evrilebilir. Ancak yine de, terapinin genel bir yönü ve ulaşılmak istenen bir nokta olması gerekir. Bu çerçeve, terapi sürecinin verimli olmasını ve danışanın kendini daha güvende hissetmesini sağlar.

Her bireyin farklı ihtiyaçları olduğu için terapi süreci kişiye özel olmalıdır. Aynı zorluklardan geçen iki kişinin bile bambaşka terapi hedefleri ve süreçleri olabilir. Terapist, bu noktada her bireyin “biricik” olduğunu unutmadan, bilimsel bir çerçevede esnek bir yaklaşım benimsemelidir. Sağlıklı bir psikoterapi sürecinde seanslar, birbirini tamamlayan bir yapboz gibi ilerler. Seanslar birbirinden kopuk konuların işlendiği bağımsız oturumlar gibi görünse bile, terapistin tüm bu parçalar arasındaki bağlantıyı kurarak danışanına yansıtması gerekir.

Psikoterapi sürecine başlamayı düşünen kişilere bir diğer önerim, terapistin benimsediği ekolü araştırmalarıdır. Bu, başlangıçta göz ardı edilebilecek bir konu gibi görünse de, danışanın terapi sürecine dair bilinçli bir tercih yapmasını sağlar. Çünkü her terapist farklı eğitimlerden geçer ve bu eğitimler, insana bakış açısını, psikolojik güçlüklerin nedenlerini ve terapi sürecinde kullanılan teknikleri büyük ölçüde belirler. Kendine en uygun terapi ekolünü ve uzmanı seçmek, terapinin başarısını artıran önemli faktörlerden biridir.

Psikoterapi, lüks değil, bir ihtiyaç

Günümüz dünyasında psikoterapiye başvuruların artması, bireysel farkındalığın yükselmesiyle doğrudan bağlantılı. İnsanlar artık psikolojik destek almayı bir zayıflık değil, ruhsal sağlıklarını korumanın bir yolu olarak görüyor. Bireyselleşmenin artışı, modern hayatın getirdiği yoğun stres ve belirsizlikler, psikoterapiye olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla ön plana çıkarıyor.

Psikoterapi süreci, yalnızca geçmiş travmaları anlamak ya da ilişki dinamiklerini çözümlemekle sınırlı değil; aynı zamanda bireyin kendini tanımasını, duygusal dayanıklılığını artırmasını ve hayatını daha sağlıklı bir perspektiften yönetmesini sağlıyor. Önemli olan, doğru terapist ve terapi yaklaşımını bulmak, sürece aktif bir şekilde katılmak ve zamanla değişimin gerçekleşmesine izin vermek.

Sonuç olarak, psikoterapi bir kriz anında başvurulan bir kurtarıcı değil, yaşam kalitesini artıran bir yolculuk olarak görülmelidir. Bu yolculuk, geçmişin yüklerinden özgürleşmek ve geleceğe daha sağlam adımlarla yürümek isteyen herkes için önemli bir araçtır.

Psikoterapi, yalnızca kriz anlarında başvurulan bir yöntem değil, hayatı daha bilinçli ve dengeli yaşamak için önemli bir araçtır. Eğer kendinizi tükenmiş, yönsüz veya içsel bir sıkışmışlık içinde hissediyorsanız, profesyonel destek almayı düşünmek ruh sağlığınızı güçlendirmenin en sağlıklı yollarından biri olabilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Mart 2025’te yayımlanmıştır.

Nazende Öksüz Özdemir
Nazende Öksüz Özdemir
NAZENDE ÖKSÜZ ÖZDEMİR - Klinik psikolog, yazar. 1985 İstanbul doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini Bursa’da tamamladı. Okan Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü tam burslu okuyarak, bölüm ikincisi ve “Onur Öğrencisi” unvanıyla bitirdi. Doğuş Üniversitesi Klinik Psikoloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. The University of Pennsylvania’da Pozitif Psikoloji Eğitici Eğitimi’ni ve aynı üniversitede Klinik Psikoloji Doktora Programı’nı tamamladı.Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan “Aynaya Bakma Cesareti” kitabının yazarıdır. Psikolojik sağlamlık, kaygı bozuklukları, travma terapisi ve EMDR üzerine uzmanlaşan Özdemir, uluslararası kongrelerde sunumlar yaptı. Türkiye’de ilk psikolojik dayanıklılık çalışmasını geliştirerek 8th European Conference on Positive Psychology'de sundu. Çeşitli üniversitelerde psikoloji öğrencilerine ders ve süpervizyon verdi. Hastanelerin psikiyatri kliniklerinde, Kapalı Kadın ve Erkek Cezaevleri’nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalıştı. Polonya’da “One World - One Heart Foundation” bünyesinde expat aileleri ve çocuklarıyla çalıştı. İSTKA destekli “Ulusal Yetenek ve Mentör Ağı Projesi” ekibinde pozitif psikoloji eğitim sorumlusu olarak görev aldı.Van Depremi, Koronavirüs salgını ve 2020 İzmir Depremi gibi toplumsal travmalarda gönüllü psikososyal destek sağladı. Doktora tezini, depresyonda bilgi teknolojileriyle psikolojik müdahale yöntemleri üzerine yaptı.IPPA, Türk Psikologlar Derneği, TARDE ve EMDR Türkiye Derneği üyesidir. Küçük yaşlardan itibaren bale eğitimi aldı, yetişkinlikte modern dans ve Latin danslarına yöneldi. Hayvan hakları savunucusu, toplum gönüllüsü ve çevre dostudur.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Tükenmişlik, kaygı, yalnızlık… Çözüm psikoterapide mi?

Psikoterapiye başvuranların sayısı neden hızla artıyor? Modern hayatın stresi, kaygı bozuklukları ve duygusal tükenmişlik psikolojik desteğe olan ihtiyacı artırıyor mu? Terapi bir lüks mü, yoksa sağlıklı bir yaşam için bir gereklilik mi? Nazende Öksüz Özdemir yazdı.

Son yıllarda psikoterapiye başvuranların sayısında belirgin bir artış yaşanıyor. Peki, bu artışın sebepleri neler? İnsanlar neden terapiye yöneliyor? Hemen söyleyeyim: Bunun en önemli sebeplerinden biri, toplumun psikoloğa gitmeye dair bakış açısının değişmesi. Artık mental sağlığın, en az bedensel sağlık kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılıyor. Üstelik bu yalnızca bireysel bir farkındalık meselesi değil; bilimsel araştırmalar da psikolojik sağlamlık ile fiziksel sağlık arasındaki güçlü bağı ortaya koyuyor.

Eskiden “Üzüntüden hasta oldu” gibi ifadeler birer mit gibi görülürken, bugün stresin ve duygusal yüklerin beden üzerindeki somut etkileri bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Kronik stresin bağışıklık sistemini zayıflattığı, kardiyovasküler hastalıklara zemin hazırladığı, hatta bazı gen bölgelerinin hem psikolojik hem de fiziksel rahatsızlıklarla ilişkili olduğu gösteriliyor. Yani genetik yatkınlıklarımızın belli tetikleyicilerle aktif hale gelmesi, bazen psikolojik bazen de fizyolojik rahatsızlıklar olarak kendini gösterebiliyor.

Tüm bu gelişmeler, psikolojik desteğin sağlık hizmetleri içinde daha önemli bir yer edinmesini sağladı. Artık terapiye başvurmak bir lüks ya da zayıflık göstergesi olarak değil, genel sağlığın korunması için atılması gereken bilinçli bir adım olarak görülüyor.

Psikoterapiye bakış: Tabu mu, ihtiyaç mı?

Psikoterapiye karşı toplumsal bakış açısı hızla değişiyor. Eskiden birçok insan terapiye gitmeyi bir zayıflık belirtisi olarak görürken, bugün psikolojik destek almak giderek daha fazla kabul gören, hatta teşvik edilen bir adım haline geldi. Bu değişimde, psikoloji eğitiminin yaygınlaşması, bilimsel bilginin daha erişilebilir olması ve dijital platformlar aracılığıyla psikolojik destek hizmetlerinin çeşitlenmesi büyük rol oynuyor.

Mesleğe ilk başladığım yıllarda, hatta kendi ailem de dahil olmak üzere birçok kişi psikologları “deli doktoru” olarak görüyordu. Terapiye gitmek bir tabu, hatta saklanması gereken bir durumdu. Oysa bugün insanlar psikoloğa gitme deneyimlerini rahatça paylaşabiliyor, hatta sevdiklerine de öneriyorlar. “Bunu kendi başıma aşarım” düşüncesi yerine, profesyonel destek almanın faydalarını kabul eden ve terapiyi bir lüks değil, yaşam kalitesini artıran bir süreç olarak gören bir anlayış gelişiyor.

Bu dönüşüm, bireylerin ruh sağlığına dair farkındalığının artmasının yanı sıra, toplumda terapiye dair önyargıların kırılmaya başladığını da gösteriyor.

Kalabalığın içinde yalnızlık: Modern çağın ruhsal yükü

Modern yaşam, bireyleri giderek daha fazla psikoterapiye yöneltiyor. Bireyselleşmenin artması, sosyal desteği zayıflatıyor ve insanın doğasındaki en temel ihtiyaçlardan birini – aidiyet duygusunu – tehdit ediyor. Sosyal beyne sahip bir canlı olarak insan, yalnız kaldığında bunu psikolojik bir stres kaynağı olarak deneyimliyor.

Bir bireyin psikolojik stres karşısındaki dayanıklılığı, iki temel faktöre bağlıdır: maruz kalınan stresin büyüklüğü ve bu stresi yönetebilmek için sahip olduğu psikolojik kaynaklar. Ancak günümüzde bu iki faktör arasındaki denge giderek bozuluyor. Stres yükü artarken, insanların başa çıkma mekanizmaları zayıflıyor. Sonuç olarak, eskiden yalnızca fiziksel hastalıklar gibi görülen tükenmişlik sendromu, günümüzde gribal enfeksiyonlar kadar yaygın hale geldi. Artık insanların “tükenmiş hissetmesi” sıradan bir durum gibi görülüyor.

Bunun en büyük sebeplerinden biri, hızlanan hayat temposu ve bireyselleşmeyle birlikte empati, vicdan, sağduyu ve şefkat gibi kavramların anlamını yitirmesi. İnsanlar kendilerine bile zaman ayıramayacak kadar yoğun çalışıyor; ekonomik zorluklar, toplumsal travmalar ve belirsizlikler ruh sağlığını tehdit eden bir baskıya dönüşüyor. Oysa bir zamanlar insanlar komşularıyla, mahalle kültürü içinde, acılarını ve dertlerini paylaşarak bir tür sosyal iyileşme sürecine giriyordu. Bugün ise yüksek apartmanların içinde, dört duvar arasında, yalnız başımıza acılarımızla yüzleşmek zorundayız. Paylaşılmamış dertlerimiz arttıkça, başkalarının yüklerine tahammülümüz de azalıyor.

Bu yalnızlık döngüsü, ruh sağlığını korumayı zorlaştırıyor ve psikoterapiyi, modern dünyanın en önemli ihtiyaçlarından biri haline getiriyor.

Yalnızlık hissiyle başa çıkmanın yollarını bulmakta zorlanan bireyler, çoğu zaman duygusal boşluklarını geçici çözümlerle doldurmaya çalışıyor. İşte tam da bu yüzden, modern dünyada “haz peşinde koşma” eğilimi giderek artıyor.

Haz peşinde: Anlık kaçışlar, derin çıkmazlar

Modern insan, adeta kısa vadeli hazza ulaşmaya programlanmış gibi yaşıyor. Duygusal zorluklarla yüzleşmek yerine, onları hızla bertaraf etmeye, üzerini örtmeye çalışıyoruz. Üzüntüyle başa çıkmanın yolları artık duygusal bir iyileşme sürecinden geçmek değil; daha fazla yemek yemek, alışverişle kendimizi avutmak, sosyal medyada saatlerce zaman harcayarak zihnimizi uyuşturmak oldu. Ancak bu yöntemler yalnızca geçici bir rahatlama sağlıyor. Çünkü insan zihni, kaçınılmaz olarak duygularını işleyecek ve onları anlamlandıracak bir sürece ihtiyaç duyuyor.

Ne var ki bu hızlı tüketim döngüsü, duygusal düzenleme mekanizmalarımızı da zayıflatıyor. Bir şeyler yolunda gitmediğinde, içsel kaynaklarımızla başa çıkmak yerine, anlık bir çözüm arıyoruz. Fakat bastırılan duygular yok olmuyor, aksine zamanla daha büyük bir yük haline geliyor. İşte tam da bu yüzden, çağımızda yoğun kaygı bozuklukları ve depresyon vakaları hızla artıyor.

Psikoterapi, tam olarak bu noktada devreye giriyor. Çünkü sağlıklı bir ruh hali, kaçışlarla değil, duygularla yüzleşerek inşa edilebiliyor. Anlamlandırılmayan üzüntüler, işlenmeyen travmalar ya da göz ardı edilen stres kaynakları bir şekilde geri dönüyor. Ve çoğu zaman, bu geri dönüş aniden değil, derin bir tükenmişlik hissiyle kendini gösteriyor.

Bu yüzden psikolojik destek, yalnızca bir lüks ya da kriz anlarında başvurulacak bir çözüm olmaktan çıkıp, modern yaşamın getirdiği duygusal yüklerle başa çıkmanın en etkili yollarından biri haline geliyor.

Yoğun kaygı: Beynin alarm sistemi çöküşte

Kaygı, günümüzde en sık karşılaşılan psikolojik güçlüklerden biri haline geldi. Oysa insan beyni, yalnızca hayati tehlikeler karşısında devreye giren bir güvenlik sistemine sahiptir. Normal şartlarda, bu sistem yalnızca gerçekten tehdit içeren durumlarda aktif hale gelmelidir. Ancak modern yaşamın temposu, bu mekanizmayı sürekli tetikliyor.

Beynimiz artık nadiren dinleniyor. Trafik sıkışıklığından ekonomik belirsizliklere, iş stresi ve toplumsal kaygılara kadar pek çok unsur, bu alarm sistemini durmaksızın devrede tutuyor. Sürekli en kötü senaryoları hesaplayarak kendini korumaya çalışan zihin, bir noktadan sonra bu yüksek alarm seviyesine alışıyor ve kronikleşmiş bir kaygı haline dönüşüyor. Sakinleşmek, dengede ve güvende hissetmek giderek zorlaşıyor.

Bu durum, bedensel tepkilerle de kendini gösteriyor: Kaslar sürekli gergin, nefes yüzeysel, uyku düzeni bozuk… Günün sonunda, bedenimiz ve zihnimiz adeta gevşemeye hasret kalıyor. Uzun vadede bu kronik gerginlik, uyku bozukluklarından enerji düşüklüğüne, motivasyon eksikliğinden odaklanma sorunlarına kadar pek çok psikolojik ve fizyolojik soruna yol açıyor.

Ne yazık ki, bu tür belirtiler çoğu zaman göz ardı ediliyor. Sürekli hüzünlü hissetme, kararsızlık, umutsuzluk, isteksizlik ve tükenmişlik gibi şikâyetler, gündelik stres faktörleriyle bağlantılı olabildiği gibi, bazen erken çocukluk dönemine kadar uzanan travmaların da bir sonucu olabiliyor. Günlük sorunlar birikirken, geçmişin izleri de yüzeye çıkıyor.

Psikoterapi, işte bu noktada devreye giriyor: Kaygının kökenine inerek, zihnin alarm sistemini yeniden dengelemeyi amaçlıyor. Çünkü gerçek iyileşme, yalnızca semptomları bastırmakla değil, sorunun kaynağına inerek mümkün oluyor.

Geçmişin gölgesi: Travmalar ve bağlanma sorunları

Bazı anılar unutulmaz çünkü hiç gerçekten geçmişte kalmazlar. Çocukluk travmaları, farkında olsak da olmasak da hayatımızın içinde karanlık bir gölge gibi dolaşır. Psikolojik bütünlüğümüzü tehdit eden bu izler, bazen bir rüyanın içinde belirir, bazen bir kokunun, bir şarkının ya da bir mekânın tetiklediği anlık bir hatırlatıcıyla günlerce, hatta haftalarca ruh halimizi etkileyebilir. Bazen büyük kararlarımızı şekillendirir, potansiyelimizi ortaya çıkarmamızı engeller ve bizi hayatla adeta saklambaç oynar hale getirir.

Travmalar yalnızca bireysel değildir; toplumsal düzeyde de yaşanabilir. Üstelik ille de çocukluk yıllarında meydana gelmek zorunda değildir. Elbette erken yaşlarda yaşanan olumsuz deneyimler daha derin izler bırakma eğilimindedir, ancak yetişkinlikte karşılaşılan olaylar da benzer şekilde travmatik etkilere yol açabilir. Yaşanan ya da tanıklık edilen olaylar, zihnimizde bir yara olarak kalabilir ve biz farkına varmadan hayatımızın pek çok alanını etkileyebilir. Bu yüzden psikoterapide en sık çalışılan konulardan biri, bu travmaların yarattığı kalıcı etkiler ve bunlarla başa çıkma yollarıdır.

Bir diğer sık karşılaşılan konu ise ilişki sorunları ve bağlanma biçimleridir. Erken çocukluk döneminde anne-babamızla kurduğumuz ilişki, yetişkinlikteki partner seçimlerimizi büyük ölçüde belirler. O dönemde deneyimlediğimiz ilişki modeli, bilinçaltımıza işlenir ve biz farkında olmadan, benzer dinamikleri tekrar yaşatacak partnerlere yöneliriz. Eğer çocuklukta duygusal ihtiyaçlarımız karşılanmadıysa, yetişkinlikte sağlıklı bir yakınlık kurmak zorlaşır.

Bağlanma stillerinin yetişkin ilişkilerine yansıması farklı şekillerde olabilir. Bazı insanlar için bir ilişkiden kopmak ve yalnız kalmak korkutucu hale gelir; bu yüzden bir bağlanma bağımlılığı geliştirerek ilişkilerine sıkı sıkıya tutunurlar. Kimileri ise içten içe yakınlık kurmayı arzular ancak bilinçsizce, duygusal mesafeyi koruyan ya da yakınlık kurmaya istekli olmayan insanlara yönelir. Sürekli benzer ilişki döngülerinin içine düşmek tesadüf değildir; aksine, bilinçdışında tanıdık gelen dinamikleri yeniden üretme eğilimimizle ilgilidir.

Elbette psikoterapide ele alınan konular yalnızca bunlarla sınırlı değil. Stres yönetimi, zaman yönetimi, dikkat eksikliği gibi sorunlar da sıkça karşılaştığımız ve bireylerin yaşam kalitesini doğrudan etkileyen başlıklardan bazıları. Ancak temelde hepsi, bireyin kendini tanıması, geçmişinden gelen yükleri anlamlandırması ve bugünü daha sağlıklı bir şekilde yaşaması için verilen bir mücadeleye dayanıyor.

Bireylerin yaşadığı psikolojik zorlukların kökenine dair derin bir farkındalık kazanılması önemli. Ancak bu farkındalık tek başına yeterli değil; kişinin duygusal dünyasını anlamlandırması, tetikleyicilerini yönetmeyi öğrenmesi ve sağlıklı bir ruhsal denge kurabilmesi için rehberliğe ihtiyacı vardır. İşte tam da bu noktada, psikoterapi devreye girer.

Psikoterapide ne oluyor?

Psikoterapinin en temel taşı, danışan ile terapist arasında kurulan güven ilişkisidir. Sağlıklı ve güçlü bir terapötik bağ olmadan terapi sürecinin verimli olması zordur. Danışanın, terapistine güvenmesi ve duygularını olabildiğince açık bir şekilde ifade edebilmesi gerekir. Terapötik ortam, kişinin yargılanmadığını, olduğu gibi kabul edildiğini hissettiği bir alan olmalıdır. Terapist, bir öğretmen, ebeveyn ya da otorite figürü gibi değil, yol gösterici ve destekleyici bir eşlikçi olarak hareket etmelidir.

Araştırmalar, terapötik ilişkinin psikoterapiden sağlanan faydanın %70’ini oluşturduğunu gösteriyor. Bu bağ, genellikle ilk birkaç seansta inşa edilir ve terapi sürecinin temelini oluşturur. Güvenli bir bağ kurulduğunda, danışan kendini daha rahat ifade eder, iç dünyasını keşfetmeye ve duygularının kökenlerini anlamaya başlar.

Psikoterapi süreci, bireyin duygusal dünyasını keşfetmesini, tetikleyicilerini anlamasını ve bunların hayatındaki etkilerini fark etmesini sağlar. Kişi, stresli ya da zorlayıcı durumlara verdiği tepkilerin nereden kaynaklandığını, hangi düşünce kalıplarının bu tepkileri yönlendirdiğini ve bunların bedensel yansımalarını gözlemlemeyi öğrenir. Farkındalık arttıkça, birey bu döngüleri kırma gücünü de kazanmaya başlar.

Terapi aynı zamanda bir güçlenme sürecidir. Tıpkı sporda kaslarımızı güçlendirdiğimiz gibi, psikoterapi de bireyin duygusal dayanıklılığını artırır. Ancak bu süreç pasif bir iyileşme süreci değildir; danışanın aktif katılımını gerektirir. Terapi sırasında konuşulan konular üzerine düşünmek, notlar almak, yeni davranış denemelerine açık olmak bu sürecin önemli parçalarıdır. Bazen bu adımlar terapist ile birlikte planlanırken, bazen de danışan kendiliğinden bu yönde adımlar atmaya başlar.

Ancak psikoterapinin nihai amacı her şeyi göğüsleyebilen, duygusal olarak “sarsılmaz” bir birey yaratmak değildir. Aksine, danışan zamanla her şeye karşı güçlü olma zorunluluğunun insani olmadığını fark eder. Zaaflarını, kırılganlıklarını kabul etmeye başlar. Ve asıl özgüven de buradan doğar: Kusursuz olmaya çalışmak yerine, kendini olduğu gibi kabul edebilmekten.

Psikoterapide yol haritası: Süreç nasıl şekilleniyor?

Psikoterapide en önemli aşamalardan biri hedef belirlemektir. Danışanın destek almak istediği konunun terapist tarafından doğru anlaşılması ve değerlendirilmesi sürecin sağlıklı ilerlemesi için kritik bir adımdır. İlk etapta terapist ve danışan birlikte seans hedefleri belirler. Bu hedefler danışan açısından belirgin olmazsa, terapi süreci havada kalmış gibi hissedilebilir ve danışan, seanslardan ne kadar fayda sağladığını anlamakta zorlanabilir.

Elbette psikoterapi, öngörülemeyen keşiflere ve değişimlere açıktır. Başlangıçta belirlenen hedefler zamanla dönüşebilir, yeni farkındalıklarla farklı yönlere evrilebilir. Ancak yine de, terapinin genel bir yönü ve ulaşılmak istenen bir nokta olması gerekir. Bu çerçeve, terapi sürecinin verimli olmasını ve danışanın kendini daha güvende hissetmesini sağlar.

Her bireyin farklı ihtiyaçları olduğu için terapi süreci kişiye özel olmalıdır. Aynı zorluklardan geçen iki kişinin bile bambaşka terapi hedefleri ve süreçleri olabilir. Terapist, bu noktada her bireyin “biricik” olduğunu unutmadan, bilimsel bir çerçevede esnek bir yaklaşım benimsemelidir. Sağlıklı bir psikoterapi sürecinde seanslar, birbirini tamamlayan bir yapboz gibi ilerler. Seanslar birbirinden kopuk konuların işlendiği bağımsız oturumlar gibi görünse bile, terapistin tüm bu parçalar arasındaki bağlantıyı kurarak danışanına yansıtması gerekir.

Psikoterapi sürecine başlamayı düşünen kişilere bir diğer önerim, terapistin benimsediği ekolü araştırmalarıdır. Bu, başlangıçta göz ardı edilebilecek bir konu gibi görünse de, danışanın terapi sürecine dair bilinçli bir tercih yapmasını sağlar. Çünkü her terapist farklı eğitimlerden geçer ve bu eğitimler, insana bakış açısını, psikolojik güçlüklerin nedenlerini ve terapi sürecinde kullanılan teknikleri büyük ölçüde belirler. Kendine en uygun terapi ekolünü ve uzmanı seçmek, terapinin başarısını artıran önemli faktörlerden biridir.

Psikoterapi, lüks değil, bir ihtiyaç

Günümüz dünyasında psikoterapiye başvuruların artması, bireysel farkındalığın yükselmesiyle doğrudan bağlantılı. İnsanlar artık psikolojik destek almayı bir zayıflık değil, ruhsal sağlıklarını korumanın bir yolu olarak görüyor. Bireyselleşmenin artışı, modern hayatın getirdiği yoğun stres ve belirsizlikler, psikoterapiye olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla ön plana çıkarıyor.

Psikoterapi süreci, yalnızca geçmiş travmaları anlamak ya da ilişki dinamiklerini çözümlemekle sınırlı değil; aynı zamanda bireyin kendini tanımasını, duygusal dayanıklılığını artırmasını ve hayatını daha sağlıklı bir perspektiften yönetmesini sağlıyor. Önemli olan, doğru terapist ve terapi yaklaşımını bulmak, sürece aktif bir şekilde katılmak ve zamanla değişimin gerçekleşmesine izin vermek.

Sonuç olarak, psikoterapi bir kriz anında başvurulan bir kurtarıcı değil, yaşam kalitesini artıran bir yolculuk olarak görülmelidir. Bu yolculuk, geçmişin yüklerinden özgürleşmek ve geleceğe daha sağlam adımlarla yürümek isteyen herkes için önemli bir araçtır.

Psikoterapi, yalnızca kriz anlarında başvurulan bir yöntem değil, hayatı daha bilinçli ve dengeli yaşamak için önemli bir araçtır. Eğer kendinizi tükenmiş, yönsüz veya içsel bir sıkışmışlık içinde hissediyorsanız, profesyonel destek almayı düşünmek ruh sağlığınızı güçlendirmenin en sağlıklı yollarından biri olabilir.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 21 Mart 2025’te yayımlanmıştır.

Nazende Öksüz Özdemir
Nazende Öksüz Özdemir
NAZENDE ÖKSÜZ ÖZDEMİR - Klinik psikolog, yazar. 1985 İstanbul doğumlu. İlk ve ortaöğrenimini Bursa’da tamamladı. Okan Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü tam burslu okuyarak, bölüm ikincisi ve “Onur Öğrencisi” unvanıyla bitirdi. Doğuş Üniversitesi Klinik Psikoloji Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. The University of Pennsylvania’da Pozitif Psikoloji Eğitici Eğitimi’ni ve aynı üniversitede Klinik Psikoloji Doktora Programı’nı tamamladı.Remzi Kitabevi tarafından yayımlanan “Aynaya Bakma Cesareti” kitabının yazarıdır. Psikolojik sağlamlık, kaygı bozuklukları, travma terapisi ve EMDR üzerine uzmanlaşan Özdemir, uluslararası kongrelerde sunumlar yaptı. Türkiye’de ilk psikolojik dayanıklılık çalışmasını geliştirerek 8th European Conference on Positive Psychology'de sundu. Çeşitli üniversitelerde psikoloji öğrencilerine ders ve süpervizyon verdi. Hastanelerin psikiyatri kliniklerinde, Kapalı Kadın ve Erkek Cezaevleri’nde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde çalıştı. Polonya’da “One World - One Heart Foundation” bünyesinde expat aileleri ve çocuklarıyla çalıştı. İSTKA destekli “Ulusal Yetenek ve Mentör Ağı Projesi” ekibinde pozitif psikoloji eğitim sorumlusu olarak görev aldı.Van Depremi, Koronavirüs salgını ve 2020 İzmir Depremi gibi toplumsal travmalarda gönüllü psikososyal destek sağladı. Doktora tezini, depresyonda bilgi teknolojileriyle psikolojik müdahale yöntemleri üzerine yaptı.IPPA, Türk Psikologlar Derneği, TARDE ve EMDR Türkiye Derneği üyesidir. Küçük yaşlardan itibaren bale eğitimi aldı, yetişkinlikte modern dans ve Latin danslarına yöneldi. Hayvan hakları savunucusu, toplum gönüllüsü ve çevre dostudur.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x