Yaş almak ya da yaşlanmak her iki kelimeyi de kullanıyoruz. Kaçınılmaz olan bu evre, her birey için gerçekleşmekte. Elbette bu evreyi göremeyenler de var. Ama genel olarak yaşlanmanın hayatın son evresi olduğunu, yaşlanmayanlar da yaşlananlar da biliyorlar.
Bu olgunun kaçınılmaz olduğu konusunda tereddüt yok, ama galiba geciktirilmesi noktasında muhtelif görüşler var.
O halde yaşlanmak ve bu olgunun kimi iktisadi, sosyal sonuçları üzerinde tartışalım biraz…
Ölüme çare bulma
Öncelikle yaşam düzeyi ve kalitesinin artışı belirli kesimler lehine gerçekleşse bile tıp biliminin önleyici sağlık hizmetleri, teknolojideki gelişmelerin yönü yüksek gelirli kesimlere yönelse de, başta ortalama yaş olmak üzere, son yüzyılda ortalama yaş dışında yaşam ümidinde önemli yükselmeler görüldüğünü biliyoruz.
20. yüzyılın başında ortalama yaşam ümidi 40 yaş civarındayken bu gün 70-75 civarında bir ortalama yaşam süresine ulaşıldı. Bu son dönemdeki gelişme, önceki döneme göre çok hızla yaşam ümidini yükseltti. Sadece antibiyotiklerin bulunuşu bile tek başına on yıllık bir süreyi ortalama yaşa ekledi. Kaldı ki tıp bilimi ve aşı konusundaki gelişmelerin sadece biri antibiyotiklere ait.
Bütün bu gelişmeler, hatta ölüme çare bulmak gibi şimdilik kimi ütopik projelerin (dondurma teknikleri vb.) ve bazı araştırmaların hedefi sadece yaşam süresinin uzatılmasına yönelik de değil. Bu noktada ölümcül hastalıkların ortadan kaldırılması gibi farklı teknik çalışmalar hızla sürüyor.
Yaşama sarılan yaşlı nüfusun artışı
Başlangıçta bu tekliflerin cazip yanı asla yadsınamaz. Ancak bu cazip gelişmelerin sosyal sonuçları konusunda yapılan çalışmalar çözümden çok şimdilik eklektik ve daha sınırlı bir çerçevede kalıyor. Sanki ‘öncelikle hastalıklardan kurtulalım, sonuçları üzerine daha sonra düşünürüz’ gibi bir ara formül üzerinden gidiliyor.
Öte yandan, özellikle ölümcül hastalıklar tedavisi konusunda en küçük gelişmeyi sabırsızlıkla bekleyen çok geniş bir kitle bulunuyor. Bu kitlenin talepleri, kapitalist işleyiş gereği olarak araştırmalara, yeni projelere ve tedavi edici ilaçlara yönelik ivmenin itici rolünü üstleniyor.
Bunun dışında yaşama sarılan yaşlı nüfusun artışının sosyal etkileri üzerinde duran sınırlı sayıda çalışma var. Bu konunun önemi bilinmesine rağmen öncelik yaşatmak üzerine kurulu bir çerçeve içinde kaldı.
Belki de en önemli sorun alanı olarak görülenin mevcut sosyal güvenlik sisteminin aksamadan çalışması olarak düşünüldü. Artan yaşlı nüfusun sosyal güvenlik sistemini çökertmesi, bazı işleri yapacak istihdamın kalmaması, buna karşılık vergilerin çalışan kesimin üstüne yüklenmesi gibi konular üzerinde yoğunlaşılıyor.
Emeğin toplam gelirden aldığı pay
Sosyal güvenlik sistemi üzerindeki yaşlı nüfusun yükünün azaltılmasında çalışanların prim yüklerinin artması, uzun süreli çalışma modelleri, geç emeklilik, göçmen işçilerin istihdamı, kayıt dışı istihdamın azaltılması gibi çözümler öne çıkarılıyor. Oysa bu çözümler istihdam edilen emeğin toplam gelirden aldığı payı daha da azaltmakta olup geçici bir çözüm yaratıyor. Yaşlı nüfus için yapılan değerlendirmeler bu nüfus grubunun ileriki dönemlerde daha da artacağına dair işaretler veriyor.
Diğer yandan nüfusun yaşlanmasına karşı genç ve dinamik göçmen emeğinin kaynağını oluşturan gelişmekte olan ülkelere uygulanan sıkı vize politikaları ciddi kısıtlar oluşturuyor. Özellikle vasıf taşımayan emeğin ülkeye girişi önünde oluşan engellerin yakın bir gelecekte kaldırılması mümkün gözükmemekte, aksine göçmen emeğini belirli sınırlar içinde tutmaya yönelik çabalar giderek artıyor.
Dünya genelinde mevcut iktidarların politik yapısı hangi kanatta olursa olsun, göçmen politikaları konusunda benzer tutumlar alınıyor.
Dünya yaşlı nüfusunun ortalaması
Yaşlı nüfus oranının Türkiye açısından da artmakta oluşu, hatta dünya yaşlı nüfus ortalaması üzerine çıkmış olması, benzer sorunların önümüzdeki yıllarda karşımıza çıkartacaktır.
TÜİK verilerine göre;
Görüldüğü gibi nüfus artışından daha fazla bir yaşlı nüfus artışı önümüzdeki on beş yıllık projeksiyonlarda ortaya çıkıyor.
Diğer taraftan yapılan ekonometrik araştırmalar Türkiye’de 1990-2022 yılları arasında toplam gelir içinde emeğin payının azaldığına, buna karşılık sermayenin payının arttığına işaret ediyor. Bu durum küreselleşme ve diğer faktörlerin etkisi ile gelir dağılımının bozulmasına yol açıyor. Özellikle önleyici sağlık hizmetlerine ulaşmak emek sahipleri için giderek pahalı hale geliyor. Bu durum buna daha fazla ihtiyaç duyan yaşlı nüfus açısından ciddi sorun oluşturuyor.
Emekli aylığı olanlar yaş ortalaması 62
Nüfusun giderek yaşlanma eğilimi ücret gelirine bağlı geniş kitlenin emeklilik durumunda kamusal sağlık hizmetlerinden yararlanmasını güç hale getiriyor. Özellikle ortalama emekli aylıklarının 15 bin TL civarında olması (2023) büyük çoğunluğun asgari ücret altında ücret aldığını gösteriyor. Asgari ücret altındaki emekli aylıklarının toplam aylık alanların yüzde 80’i olduğuna ilişkin tahminler bulunmakta…
Türkiye’de emeklilik yaşı ile ilgili olarak da çeşitli abartılı ifadeler kullanılıyor. Ancak emekli aylığı alanların yaş ortalaması 62’dir. Ve yaşlılık aylığı alanların yüzde 53’ü 60 yaş üzeridir. Bu durum sosyal güvenlik sistemi açısından genç emekli olma halini ifade etmiyor.
Nüfusun yaşlanma sorunu sosyal güvenlik sisteminin dengesini bozacağı ve çökerteceği iddiası gerçekle örtüşmüyor. Sosyal güvenlik sistemlerinin finansmanı genel olarak toplanan primler ve kamu kesimi harcamaları ile finanse ediliyor.
Ne yapmalı?
Sadece sigortalının yatırdığı prim sistemine dayalı bir yapı tercih edilmemelidir.
Nüfusun yaşlanmasının daha da artacağı gerçeği karşısında sosyal güvenlik sistemlerinin daha fazla kamusal kaynaktan yararlanması gerekiyor. Yani sosyal güvenlik sistemleri esas kaynağı çalışanlardan kesilen prim sistemine dayalı olmaktan çıkartılmalıdır.
Oysa yapılan son değişiklik ile EYT sisteminden emekli olmaya hak kazananlardan çalışmaya devam edenlerin Sosyal Güvenlik destek primlerine yapılan %5’lik indirim kaldırılmıştır.
Özetle, mevcut ekonomi politikası sosyal güvenlik sisteminin finansmanında olduğu gibi vergileme sisteminde de sabit gelirli yurttaşlar üzerinde bırakmayı tercih ediyor. Bu durumun sürmesi gelir dağılımının sabit gelirli çalışanlar üzerinde ortaya koyduğu bozucu etkiyi arttırıyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 11 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.