Kabul etmeliyiz ki “umut” konusu çok zor ve karışık. Henüz umudun tam olarak ne olduğu konusunda bile bir fikir birliğimiz yok. Onun bir his, bir duygu olduğunu söyleyen de var; bir durum, bir hal, bir inanç diyen de…
Öncelikle umut konusunda kafa karışıklığımızın nedeninin, bazı Batılı düşünürler olduğunu sanıyorum. Umudu, gerçeğe gözünü kapamak, ham hayalle avunmak gibi tanımlayan bir bakış var Eski Yunan’dan beri. Umudu çoğu zaman iyimserlikle karıştırmışlar, onu Nietzsche’nin sözleriyle “zayıflara yakışan bir öğreti” olarak nitelemişler. Bu bakış, bir bakıma umudu hiç anlamamak demektir. Umudu, eziyet ettiği kişinin hemen ölmemesi, daha çok işkence çekmesi için başına bir kova su dökülmesine benzetmek bu idraksizliğin açık ispatıdır.
Umut zulümle, eziyetle yan yana konulamaz. Umutlanmak, henüz doğmamış, gerçekleşmemiş, ortaya çıkmamış olana, çaresizliğe kapılmadan hazırlıklı olmak demektir. Nasıl arzulanan, talep edilen her şey bittikten sonra geri kalan şey gerçek arzu ise, hakiki umut da tüm umutlar boş çıktıktan sonra geriye kalandır. Bizi hayatın zorlukları karşısında ayakta tutandır, kaygının karşısına çıkıp baş etmeye çalışmamızı sağlayandır. Umutsuzluğa düşmüşken gelen rüzgârın esintisidir, tam bitti dediğimiz yerde, hayat enerjimizi yeniden alevlendiriveren kıvılcımdır. Sanki umut, insanın kendisini sevmesi gibidir. Kendimizi sevip kendimize saygı duyduğumuz sürece umut akışı sürer. Günlük umutlanmalar, bu akışın kendisini ifade ettiği, somutlaştığı hallerdir. Umut, bizim henüz göremediğimiz, şimdi daha gerçekleşmemiş olanı bir anda görüverir ve bize de ikna edici bir biçimde gösterir. Öyle ki “umut ediyorum o halde yaşıyorum” ya da “yaşıyorum o halde umut ediyorum” desek yeridir.
Evet, umut bir arzu türü o kesin. Ama belli bir hisle ve duyguyla tarif edilemeyecek kadar da karışık. Belli bir his yaşantısı içinde olmadan da insan umut besleyebilir. Umut, en çok vaat ve niyete benziyor, bir histen ziyade bir eğilimi andırıyor. İnsanın potansiyellerini göreve hazır biçimde tetikte tutan bir eğilim…
Umut varoluşsal bir özelliğimiz
Tüm bunlar nedeniyle önceleri umudu belli olaylar ve durumlarda ortaya çıkan gelip geçici bir duygu ya da düşünce değil; hayat şekli, alışkanlık, sürekli yinelenen bir erdem olarak görme eğilimindeydim.
Bir süredir onu tıpkı kaygı gibi insani varoluşumuzun zemin mizaçlarından biri olarak görüyorum. Sanki olumsuz tüm hissiyatımız kaygıdan, olumlu hissiyatlarımız ise umuttan köken alıyor gibi… Sanki her hâlükârda umut zemini her insanda bulunuyor. Daha kaygılı, endişeli olanlarda umut zemini biraz köşeye doğru itiliyor, sıkıştırılıyor ama var. Ona hayatımızda yer açıp açmamak bizim elimizde…
İnsanın kaygı ve umut arasında olduğunu bilmekle yetinmeyip bu hakikati gerek kendi hayatımdan gerek danışanlarımdan yaşayarak öğrendiğimden beri umut konusuna kafa yoruyorum. Önceleri onun kalp kökenli ve merhamet kaynaklı bir erdem olduğunu düşünürken son zamanlarda buna ilaveten ontolojik bir mizaç özelliğimiz olduğunu sanıyorum.
“Benim tecrübe ve anlayışıma göre, ideal-anlam-umut sisteminin en üstünde manevi alan bulunur. Manevi alanla beslenmeyen, toplumsal olan tarafından desteklenip değer haline dönüşmeyen ideal-anlam-umut sistemi, bir süre başarı ile işlese bile eninde sonunda teklemeye ve arıza yapmaya mahkûmdur. Elbette bunlar benim görüşlerim. Kendimce şöyle bir kanıtım var: En çok canları sıkılan ve can sıkıntısıyla baş etmek için çabalayanlar kimler sizce? Kumardan bungee jumping’e, pahalı zevklerden tehlikeli sporlara velhasıl sözüm ona heyecan üretme ihtimali bulunan her saçmalığa kendilerini atanlar, hak, adalet ve hakikat ile ilgilenmeden sadece maddi olanı, parayı, mevki-makamı, ideal-anlam-umut sistemi için yeterli bulanlar…”
Yalnızlık ve Umut kitabımdan aldığım bu temayı, daha sonra kaleme aldığım Psikoloji Varoluş Maneviyat kitabında daha da ilerlettim ve hayatımıza anlam ve ideal katan değer sistemimize “maneviyat” adını verdim. Hayatımıza anlam veren, gerektiğinde uğruna öleceğimiz değerler –ki ben bunlara maneviyat diyorum- umudumuzu besleyen pınarlardır. Bu pınarlar kuruduğunda, yaşamımızı değerlerle besleyemediğimizde hayat anlamsızlaşır, umutsuzluk sökün eder.
Zararlı umut var mı?
Dilerseniz umudun faydalı ve zararlı formları diye alt-başlıklar halinde düşünebilirsiniz elbette. Umudun kaygı gibi varoluşumuzun zemininde bulunan bir mizaç olarak nitelenmesi de buna imkân verir.
Ben kendi adıma umudu, zararlı formlarla bir arada düşünmekten yana değilim. Umudu insandan, hayattan, tabiattan yana bir hissedişle birlikte ele almanın daha yerinde olduğunu sanıyorum. Bakın bu çetrefil durumu, insanın varoluşsal zemininde hasetin de, şükranın da bulunduğu fikriyle hem karşılaştırabilir hem de bağlantılandırabiliriz. Hasete bulaşmış beklentileri, umuttan ziyade haset içinde değerlendirebiliriz.
Umudun boş hayallerle, gerçekçi olmayan iyimserlikle ayrışması için zaman bağlantısı çok önemli. Umut konusunda üzerinde en çok anlaştığımız hususlardan biri, onun şimdiki zamandan ve geçmişten daha çok geleceğe dönük oluşu. Ama bu demek değil ki onu şimdinin içinde hissetmiyoruz, geçmişle hiçbir bağlantısı yok. Tam tersi umut, şimdi ve buradaki halimizin başköşesine oturmuş vaziyette ama gelecekle olan bağlantısı nedeniyle bizi ileriye doğru ittiriyor, teşvik ediyor.
İlk bakışta sanki hafızayla karşıt bir işleyişi var umudun. Hafıza, geçmişin çocuğu ve hesap tutucusu iken umut, kendini mütemadiyen geleceğe doğru sarıyor gibi. Ama umut, hafızayla sıkı sıkıya rabıtalı, geçmişteki emek ve hatırlama, umut ağacının çırası. Emek verdiğimiz, duygularımızı yatırdığımız alanlar, geçmişte mutlu anlarımızın hafızamızda bıraktığı izlerin hatırlanması, şimdiki umudumuzun en önemli ateşleyicileri.
Sağlıklı insan umutludur; umutlu insan, geçmişten ve gelecekten kopmadan şimdide yaşar. Geçmişin hatıralarından değerler ve anlamlar çıkartır ve geleceğe doğru idealize ederek yansıtmayı başarır. Umudun ayakları gerçeğe basar.
Umutsuzlukta zaman durur, hayat akmaz, şimdide kalamaz, geçmişin batağına doğru çekiliriz. “Akan su kir tutmaz” diye bir sözümüz var, şüphesiz bu söz, mikrobiyolojik açıdan doğru değil ama varoluşsal açıdan çok doğru. Kendimizi geleceğe doğru aşıramazsak, aşkın varlık oluşumuzun gereğini yapamazsak, içimize doğru çökeliriz, adeta kirleniriz, can sıkıntısı ve peşi sıra depresyon eninde sonunda kapımızı çalar.
Umutlu insanın varoluşçu literatürde “otantik” (halis, hasbi) insana çok benzediğini de söyleyebiliriz. Bu benzerlik umutlu insanın paranoid derebeylerinden ayrılmasının önünü de açar. Umutlu, otantik insan hayatla da insan kardeşleriyle de kaderiyle de barışıktır, daha da önemlisi erdemlidir; sade, mütevazı ve kanaatkârdır. Onun beklentisini başkalarının acıları, çileleri; haset, kıskançlık ve tamahkârlık oluşturmaz.
Umut sağlığımıza katkıda bulunuyor mu?
Psikiyatrist Jerome ve Julia Frank, yıllar önce, tüm sağlık sistemlerini ve psikoterapileri “ikna” temelli olarak izah etmeye çalışan, İkna ve İyileşme (Persuasion and Healing) adında çok ikna edici bir kitap yazdılar. Benim tıbba bakışımı çok etkilemiştir bu çalışma. Hasta insanda iyileşmeye yatkın, iyileşmek isteyen bir yan bulunuyor. O yan umuttur ve hastalıklarla mücadelede içimizden gelen güç odur; sanıyorum tıptaki “plasebo etki” de bununla bağlantılı. Dr. Jerome Groopman, Umudun Anatomisi – İnsanlar Hastalıklarla Nasıl Baş Ederler? kitabında hekim olarak bu konuştuklarımıza ilişkin klinik gözlemlerini pek güzel anlatır.
“Depresyon” denilen ve mizaçta çöküntüyle karakterize bir psikolojik rahatsızlığın var olduğunu, kadınlarda biraz daha fazla ama hemen hemen tüm dünyada aynı oranlarda (yetişkinlerin %10 kadarı) görüldüğünü, intiharların yarısının bu hastalık nedeniyle olduğunu biliyoruz. İşte umutsuzluk o rahatsızlığın olmazsa olmaz bir unsuru.
Aslında umutsuzluk, sadece depresyonda görülmüyor, hepimizin başına gelebilecek bir haletiruhiye. Ama sağlıklı insanlar onu genellikle çok kısa sürede ve kolayca atlatabiliyorlar. Nispeten kalıcı bir hale dönüşmüşse, çabayla değişmiyor ve bir süre sonra insanda adım atacak güç ve enerji bırakmıyorsa, işte o zaman umutsuzluk, depresyon rahatsızlığının en önemli belirtisini ve hatta hastalığın esasını oluşturuyor. Araştırmalar, depresyon vakalarında umutsuzluk ne ölçüde şiddetlenmişse hayatın o kadar zindana dönüştüğünü ve canına kıyma ihtimalinin arttığını gösteriyor.
Biz gerek ölümü ele aldığımız Hoşçakal kitabımızda hem Yalnızlık ve Umut’da Müslüman toplumlarda intiharların çok düşük oluşunda umudun inancımızdaki yerine işaret etmiştik. Müslüman toplumlarda intiharların düşük oluşunun en önemli nedeni, sanıldığı gibi intiharın yasak oluşundan çok, umutsuzluğun, yaratıcıdan umudu kesmenin büyük günah oluşunun payı olduğunu düşünüyorum. ABD’de intihar girişiminin suç sayıldığı, cezalandırıldığı eyaletler bile var, oralarda hiç de intiharlar azalmıyor.
Umut ve maneviyat
Maneviyata nasıl baktığımı biraz önce anlatmaya çalıştım. Umudun ve inancın kardeş oluğunu düşünüyorum ama önce izin verirseniz Batı düşüncesinde umuda sahip çıkan iki kahramanın bu konudaki fikirlerini anayım.
Filozof ve teolog Kierkegaard’a göre umutsuzluğun tam karşıtında duran panzehri olan şey, insanın ‘ben’ini sahiplenmesi, bir başka deyişle kendi beninden kurtulmaya kalkmaması, kendini bilmesi, sonsuzluğun Tanrı’nın insana bahşettiği bir ayrıcalık olduğunu idrak etmesidir. Onun düşünce dünyasında umutsuzluğun tam karşıtında bu nedenle inanç vardır. İnançlı bir insan umutsuzluğa kapılmaz. Umutsuzluk sonsuzlukla karşılaşacağına inanmayan, böyle bir inanca sahip olmayan her insanda bulunur ve üstelik en güven ve huzur verici görünümlerin, mutluluk manzarasının derinine kaygı olarak yerleşir. İlk bakışta güvenli ve huzurlu bir görünüme sahip olsalar da insanlar kaygılıdırlar, en çok da hiçlikten kaygı duyarlar. Kaygılarının nedeni, sonsuzlukla karşılaşmak için ihtiyaçları olan inanca henüz yeterince sahip olmamalarıdır.
Kierkegaard’a göre insanların çoğu, umutsuzluklarını örtebilmek için kendilerini sahte bir dertsizlik, yaşamdan tatmin olma duygusu içindeymiş gibi gösterirler. Kişi, hiçbir derdi, sıkıntısı yokmuş, asla umutsuzluk içinde değilmiş gibi davranarak kaygıyı kendisinden uzak tutmaya çalışır. Ama aslında her insan şöyle veya böyle biraz umutsuzdur ve bilinmeyene, belirsizliğe karşı bir kaygı taşır. İnsan kendisini huzur ve sükûnet içinde göstermeye çalıştıkça içindeki kaygı da büyür, hayatı sıradanlaşır. Kierkegaard, mutluluk oyunu oynayan bu tipleri cahil-burjuva zihniyetine sahip kimseler olarak nitelendirir.
“Umutsuzluk, varoluşunun manevi yönünü inkâr eden modern çağ insanının iyileşmeyen yarasıdır.” Bu devrin bireyciliği ideolojisi içinde kendilerini unutmuş olarak yaşayıp giden bireyler, gerçek birer benlik değillerdir. “Modern yaşamın en önemli özelliği olan soyutlama tarafından içleri boşaltılmış yaşayan ölülerdir. Bu benlikler artık ne Tanrı’ya ne kendilerine ne sevdiklerine ne yarattıkları bilim ve sanata aittir. Elbette bireyin yaşadığı tinsel çöküşün kaçınılmaz sonucu, içinde yaşayan insanların bir araya gelmelerindeki anlamla değil, sadece rakamlarla ifade edildiği toplumlardır. Kierkegaard bu durumu hem bireyler hem de toplumlar için ‘tinsizlik’ olarak ifade eder. Cahil-burjuva zihniyeti tinsizliktir” yani ruhsuzluk, inançsızlık, maneviyatsızlıktır.
Diğer kahramanımız ise filozof Gabriel Marcel’dir. O, insanı mütemadiyen bir durumdan bir diğerine geçen “gezgin bir varlık” (homo viator) diye niteler. Onun için insan hem varlıktır hem Varlığa yönelen ve Varlığa katılandır. Marcel, “umut”u insanın Mutlak Varlık’a yönelme, kendini gerçekleştirme sürecinde temel alır. Ona göre Varlığın tasdik edilmesi ancak bir keşif ve katılım yoluyla mümkündür. “Katılım, somut varoluşsal tecrübemizden hareket ederek tüketilemez bir sır olan Varlığa aşk, sadakat, umut gibi edimler yoluyla ulaşmadır.” Umut, insanın Varlık Sırrı’na katılım biçimidir.
İslamiyet’te ise umut hep korku ve kaygının karşıtı olarak tanımlanır ve aydınlık bir pencere olarak görülür. Ben de her daim Allah’a güvenilmesi ve Allah’tan umut kesilmemesi gerektiği, umudun garantisinin sonsuz ilim ve kudret sahibi Allah olduğu defalarca vurgulanan bir Kitaba inanmanın etkilerini insanımızın iç-dünyasında her zaman hissediyorum.
Topluluk psikolojimizde insanımızın inançlarından aldıkları güçle dünya hayatında karşılaştıkları sıkıntılara karşı sabrettiklerini, Allah’ın kendilerine bir ferahlık sağlayacağına inanarak yaptıkları iyi eylemlerin karşılığını hem bu dünyada hem ahirette görmeyi umarak yaşadıklarını müşahede ediyorum. Tövbeleri kabul edildiğinde Allah’ın kendilerini bağışlayacağı bilgisi de umutlarına dâhil olduğundan, yeterince titizlenerek ama asla neşe ve şevki elden bırakmadan çalışıp çabaladıklarını gözlemliyorum.
Bir sır vererek bitireyim: Son tahlilde umudun söze dökülmüş ve dökülmemiş “dua” olduğunu düşünüyorum ve çok dua ediyorum.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 31 Ekim 2024’te yayımlanmıştır.