6-9 Haziran’da yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri, aşırı sağın yükselişini yeniden tartışmaya açtı. Peki, Avrupa’nın birçok ülkesinde oy oranlarını artıran aşırı sağ partilerin başarısında hangi faktörler rol oynuyor? MIT’den ekonomi profesörü Daron Acemoğlu, Project Syndicate internet sitesinde yayımlanan yazısında, demokrasilerin aşırı sağı besleyen hatalarını ve halkın desteğinin yeniden kazanabilmesi için yapılması gerekenleri anlatıyor.
Yazının bazı bölümlerini aktarıyoruz:
“Korkulan aşırılık dalgası, bu ay yapılan Avrupa Parlamentosu seçimlerinde tam manasıyla kendini göstermese de aşırı sağ İtalya, Avusturya, Almanya ve özellikle Fransa’da iyi bir performans sergiledi. Üstelik son kazanımları, Macaristan, İtalya, Avusturya, Hollanda ve İsveç’te aşırı sağ partilere büyük yönelimlerin yaşanmasının hemen ardından geldi.
Fransa’da Marine Le Pen’in Ulusal Birlik’inin yankı uyandıran zaferi, yalnızca bir protesto oyu olarak görülüp göz ardı edilemez. Parti hâlihazırda pek çok yerel yönetimi kontrol ediyor ve bu ay elde ettiği başarı, Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un erken seçim çağrısı yapmasına neden oldu ki, bu da partinin parlamentoda çoğunluk sağlayabileceği bir kumar.
Bir noktaya kadar burada yeni bir şey yok. Otoriter partilerin artan meydan okumalarıyla birlikte demokrasinin dünya çapında giderek daha da zora girdiğini zaten biliyorduk. Anketler, nüfusun giderek artan bir bölümünün demokratik kurumlara olan güvenini kaybettiğini gösteriyor. Bununla birlikte aşırı sağın genç seçmenlerden aldığı destek özellikle endişe verici. Bu son seçimin bir uyarı işareti olduğunu artık kimse inkâr edemez. Ancak söz konusu eğilimin temel nedenlerini anlamadıkça, demokrasiyi kurumsal çöküşe ve aşırıcılığa karşı koruma çabalarının başarıya ulaşması pek de olası değil.
Sanayileşmiş dünyadaki demokrasi krizine dair basit bir açıklama, sistemin performansının vadettiğinin gerisinde kalmasıdır. ABD’de dağılımın en altı ve ortasındaki reel gelirler (enflasyondan arındırılmış) 1980’den bu yana neredeyse hiç artmadı ve seçilmiş politikacılar bu konuda çok az şey yaptı. Benzer şekilde, Avrupa’nın büyük bölümünde ekonomik büyüme, özellikle 2008’den bu yana zayıf seyrediyor. Genç işsizliği son zamanlarda azalmış olsa da, Fransa ve diğer birçok Avrupa ülkesinde uzun süredir önemli bir ekonomik sorun olmaya devam ediyor.
İşçilerden çok bankacıları önemseyen politikacılar
Batılı liberal demokrasi modelinin istihdam, istikrar ve yüksek kaliteli kamu malları sunması gerekiyordu. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük ölçüden başarılı olsa da, 1980’lerden bu yana neredeyse her konuda yetersiz kaldı. Hem sol hem de sağdaki politika yapıcılar, uzmanlar tarafından tasarlanan ve yüksek vasıflı teknokratlar tarafından yönetilen politikaların çığırtkanlığını yapmaya devam etti. Ancak bunlar ortak refahı sağlamakta başarısız olmalarının yanında 2008 mali krizinin koşullarını da yarattı. (…). Seçmenlerin çoğu, politikacıların işçilerden çok bankacıları önemsediği sonucuna vardı.
Nicolás Ajzenman, Cevat Giray Aksoy, Martin Fiszbein ve Carlos Molina ile yaptığım çalışma, seçmenlerin ekonomik büyüme, yolsuzluğa bulaşmamış hükümet, sosyal ve ekonomik istikrar, kamu hizmetleri ve düşük eşitsizlik sağlayan demokrasilerle ilgili doğrudan deneyime sahip olduklarında demokratik kurumları destekleme eğiliminde olduklarını gösteriyor. Dolayısıyla bu koşulların yerine getirilmemesinin destek kaybıyla sonuçlanması sürpriz değil.
Demokrat liderlerin yapamadıkları
Demokrat liderler, nüfusun çoğunluğu için daha iyi yaşam koşullarına katkıda bulunacak politikalara odaklanmış olsalar bile, halkla etkili iletişim kurma konusunda iyi iş çıkaramadılar. Örneğin, Fransa’nın daha sürdürülebilir bir büyüme yoluna girmesi için emeklilik reformuna ihtiyaç duyduğu aşikâr, ancak Macron, önerdiği çözümün kamuoyundan onay almasını sağlayamadı.
Demokrat liderler, halkın derin kaygılarıyla bağlarını giderek kaybediyor. Fransa örneğinde bu kısmen Macron’un otoriter liderlik tarzını yansıtıyor. Ancak aynı zamanda kurumlara duyulan güvenin geniş çapta azaldığını ve sosyal medya ile diğer iletişim teknolojilerinin (hem solda hem de sağda) kutuplaştırıcı konumları teşvik etme ve nüfusun büyük kısmını ideolojik yankı odalarına itmedeki rolünü yansıtıyor.
Politika yapıcılar ve anaakım politikacılar da büyük ölçekli göçün getirdiği ekonomik ve kültürel türbülanslara duyarsız kaldı. Avrupa’da nüfusun önemli bir kısmı son 10 yılda Ortadoğu’dan kitlesel göçle ilgili endişelerini dile getirdi, ancak merkez politikacılar (özellikle merkez sol liderler) konuyla ilgilenme konusunda ağırdan aldılar. Bu da, İsveç Demokratları ve Hollanda’nın Özgürlük Partisi gibi, iktidar partilerinin resmi veya gayri resmi koalisyon ortakları haline gelen göçmen karşıtı partiler için büyük bir fırsat yarattı.
Sanayileşmiş dünyada paylaşılan refahı engelleyen zorluklar, yapay zekâ ve otomasyon çağında daha da büyük sorun haline gelecek. Üstelik bütün bunlar iklim değişikliği, salgın hastalıklar, kitlesel göç ile bölgesel ve küresel barışa yönelik çeşitli tehditlerin endişeleri artırdığı bir döneme denk geliyor.”
Yazar, demokrasinin yine de bu sorunlarla baş edebilecek en iyi donanıma sahip olduğunu söylüyor: “Tarihsel ve güncel kanıtlar, demokratik olmayan rejimlerin halkın ihtiyaçlarına daha az yanıt verdiğini ve dezavantajlı vatandaşlara yardım etmede daha az etkili olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Çin modeli ne vadederse etsin, kanıtlar demokratik olmayan rejimlerin uzun vadede büyümeyi azalttığını gösteriyor.
İşçi yanlısı ve eşitlikçi bir demokrasi
Bununla birlikte demokratik kurumların ve siyasi liderlerin adil bir ekonomi inşa etme konusundaki taahhütlerini yenilemeleri gerekecek. Bu, çokuluslu şirketler, bankalar ve küresel şirketler yerine işçilere ve sıradan vatandaşlara öncelik vermek ve doğru türde teknokrasiye güveni teşvik etmek anlamına geliyor. (…) Demokrasilerin, iklim değişikliği, işsizlik, eşitsizlik, yapay zekâ ve küreselleşmenin getirdiği sorunları ele almak için uzmanlığı kamuoyu desteğiyle harmanlaması gerekiyor.
Bu kolay olmayacak, zira pek çok seçmen merkez partilere güvenmiyor. Fransa’da Jean-Luc Mélenchon’un temsil ettiği aşırı sol, çalışanlara bağlılığı ve bankacılık ve küresel ticari çıkarlardan bağımsızlığı açısından anaakım politikacılardan daha fazla güvenilirliğe sahip olsa da, sol popülist politikaların seçmenlerin istediği ekonomiyi gerçekten sağlayıp sağlayamayacağı belirsiz.
Bu, merkez partiler için ileriye dönük bir yol sunuyor. Küresel ticarete ve düzenlenmemiş küreselleşmeye körü körüne bağlılığı reddeden, ekonomik büyüme ile daha düşük eşitsizliğin bir arada işlemesi için açık ve uygulanabilir bir plan sunan bir manifestoyla yola çıkabilirler. Ayrıca açıklık ile göç konusunda makul sınırlara izin verilmesi arasında daha ince bir denge kurulmalı.
Yeterli sayıda Fransız seçmen parlamento seçimlerinin ikinci turunda Ulusal Birlik’e karşı demokrasi yanlısı partileri desteklerse, Macron’un kumarı işe yarayabilir. Ancak öyle olsa bile işler her zamanki gibi devam edemez. Demokrasinin halkın desteğini ve güvenini yeniden kazanabilmesi için daha işçi yanlısı ve eşitlikçi olması gerekiyor.”
Bu yazı ilk kez 26 Haziran 2024’te yayımlanmıştır.