İzmir’in Selçuk ilçesinde, beş çocuk… En küçüğü bir, en büyüğü beş yaşında. Henüz hayatın başlangıcında, umutları oyuncaklarının arasında serpiştirilmiş; pencere kenarında bir sapan, balkonda asılı bir kaydırak… Bir yangın haberi, basit bir trajedi değil, çocukların korunamadığı bir dünyada yaşamanın ağır yüzü. Anneleri, hayatta kalmak için çalışmak zorundaydı, çocuklarını ise güvende olacakları yanılgısına düştüğü o kapının ardında bırakmıştı. Çaresiz bir kadının belki de çok düşünmeden verdiği ve çok kez tekrar ettiği bir karar ve ağır trajik sonuçları.
Görgü tanıklarının naklettiğine göre, yangının ardından, annenin çığlıkları akşamın sessizliğini yırtmış. “Çocuklarım öldü!” diye haykırıyormuş, ama sesinin derinliklerinde kendisine ve toplumsal sorumluluk bilincimize de ağır bir soru çıkıyor: “Bu çocukları nasıl koruyamadık?” Komşular yetişmeye çalıştı, kapılar zorlandı, ama duman çoktan her yeri kaplamış, çocukları sarmıştı. Beş minik beden, basit bir kapı kolunun ardında hayata gözlerini yummuştu.
Çaresizliğin karanlığı
Bu olayın ardında tek ebeveyn olan annenin içsel çatışmaları, ekonomik yetersizlikleri ve yakın aile desteğinden mahrum kalmasının izleri var. Anne, plastik ve hurda toplayarak çocuklarına bakmaya çalışıyordu; dışarıda hayat mücadelesi verirken, içeride çocuklarını yalnız bırakıyordu. Bir annenin “Kapıyı çocuklar açmasın diye” PVC kapı kolunu çıkarıp işe gitmesi, yalnızca bir güvenlik tedbiri değildi; çaresizliğinin somutlaşmış haliydi. Annelik içgüdüsüyle, onları ‘eve kapatarak’ güvende hissettiği bir alanda bıraktığını düşünüyordu, ama o kapalı kapının ardında çocuklarına yalnızca korku ve çaresizlik bırakmıştı.
Bu durum yalnızca bir annenin çaresizliği olarak görülemez. Çocuklarını korumak için aldığı önlem, ruhsal bir yeterliliğin eksikliği olarak kabul edilmelidir. Anne, yaşadığı baskı altında sağlıklı değerlendirme yapabilmekten yoksun kalmıştı. Dünyanın birçok ülkesinde, 12 yaşından küçük çocukların evde tek başına bırakılması çocuk ihmali olarak kabul edilirken, bu durumun toplumumuzda görmezden gelinmesi ciddi bir çocuk koruma zafiyeti olarak öne çıkıyor. Annenin eylemleri, bireysel bir yetersizlikten çok, onu böylesine yalnız bırakan bir sosyal çevrenin izlerini taşıyor.
Çocuk korumadan anladığımız, çocuk kapatma mı?
Bu trajik yangın vakası, aslında çocuk koruma sistemimizin, toplumda halen yaygın olan “çocukları kapatma” eğilimi ile nasıl yüzleşmesi gerektiğini bir kez daha gözler önüne seriyor. Çocukların evde yalnız bırakılması ve güvensiz bir ortamda kalmaları, kapalı kapılar ardında ihmale ve tehlikeye maruz bırakılmaları, tıpkı 2022 yılında Bursa’da yaşanan “çöp evden çıkan çocuk” vakasındaki gibi, çocukluklarının erken yaşlarda sona erdirilmesine yol açıyor.
Çöp evde yaşananlar ve İzmir yangını arasında yankılanan bu “kapatma” meselesi, yalnızca fiziksel anlamda bir kapatılma değil; aynı zamanda çocukların korunma, eğitim ve oyun haklarının toplum tarafından ihmal edilmesi anlamında da derin bir boşluğu yansıtıyor. Bu iki olay, çocukların fiziksel ve zihinsel gelişimlerini sınırlayan, hayata ve topluma karşı korunmasız bırakan bir kapatma döngüsünü açığa çıkarıyor. Çocukların özgürce gelişebileceği, güvenli ve açık alanlara ihtiyaçları var; onları kapalı kapılar ardına hapsetmek yalnızca yaşamlarına değil, çocukluklarına da kastetmek demek.
Çocukların sessiz haykırışı: Güvende olmak bir hak
Aras Bulut, Masal Işık, Aslan Miraç, Funda Peri, Fadime Nefes… Bu isimler, yalnızca beş çocuğu değil, aynı zamanda bir umudu temsil ediyor.
Çocuklara ikili isimler verilmesi, anne babanın her birine özel bir anlam yüklediğini ve geleceği onların varlığında aradığını gösteriyor. Ancak bu umutlar, çocukların kendi başlarına hayatta kalmaları için yeterli değildi. Ailelerinin onlara yüklediği anlam, onların korunması için yeterli önlemler alınmadığında bir anlam ifade edemedi. Çocuklar güvenlik ve korunma beklentileriyle büyür; bu beklentinin karşılanmadığı her an, onların hayata karşı bir yara almasına neden olur. Beş çocuk, dışarıda oyun oynamak, koşmak, keşfetmek yerine, bir kapının ardında sonsuz bir karanlığa itilmişti. Onların sessiz haykırışları, aslında sistemin açıklarını ve toplumun duyarsızlığını yüzümüze vuruyor.
Komşuların ve toplumun sessizliği
Bu olayda komşuların anlattıkları, toplumdaki duyarsızlaşmanın veyahut ‘seçici duyarlılığın’ acı bir yansıması. “Çocuklar hep evdeydi, açlardı, gelmeyi bilmiyorlardı” diyen komşular, çocukları belki her gün görüyorlardı, ama onları güvenliğe kavuşturmak adına adım atmamışlardı. Toplumun çocuğu koruma sorumluluğunu unuttuğu her an, bir çocuğun daha geleceği karanlıkta kaybolur.
Neden konu çocuk olduğunda dahi susabiliyoruz? Ötekini dışlamanın bir başka yüzü görmezden gelmek mi? Bu ailenin marjinal bir yaşam sürmesi, toplumun kolektif bilinçdışında, yoksulluğu derinleşmiş ve suçla ilişkilendirilen haneleri ‘dehümanize’ (insandışılaştırma) ettiğinin bir göstergesi olabilir mi? Çocuk Koruma Kanunu yalnızca kamu görevlilerine değil, komşulara da bildirim yükümlülüğü getiriyor; çocukların güvenliği, herkesin ortak sorumluluğu. Daha ne kadar acı derse ihtiyacımız var?
Sosyal hizmetler ve kurumların rolü
Ailenin, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın sağladığı Sosyal Ekonomik Destek (SED) programından yararlanması, çocuğu aile yanında gözeten destek mekanizmalarının sağlandığını gösteriyor gibi görünse de ortaya çıkan trajedi bu desteğin yeterliliği ve etkinliğini sorgulatıyor. Aileye sağlanan sosyal ve ekonomik destek, çocukların güvenli bir çevrede büyümelerine yetmemiştir. Sosyal hizmet uzmanları defalarca aileyi ziyaret etmiş, anneyi uyarmış, danışmanlık tedbiri uygulamış, hatta çocukların devlet korumasına alınmasını teklif etmiş, ancak bu teklif ailenin rızasına bırakılmıştır. Çocuğuna kötü muamelede bulunduğu psikososyal inceleme raporuyla kanıtlanmayan bir anneyi çocuklarından ayırma kararını vermek sosyal hizmet profesyonelleri için çok güçtür.
İlaveten, çocuğu koruma amacıyla alınması gereken bakım ve koruma tedbirleri, ‘kurumsuzlaştırma’ adı verilen, çocuğu aile ortamında tutmayı hedefleyen uluslararası çocuk koruma politika ve temayüllerine de aykırı düşüyor. Bu politikaların uzantısı olarak yatılı çocuk bakım kurumları kapatılmakta ve koruyucu aile sistemine geçilmektedir. Ülkemizde de bugün 14 bin civarında çocuğumuz yatılı devlet koruması altında iken 10 bin civarında çocuğumuz koruyucu aile sistemindedir. Türkiye’de uluslararası çocuk koruma hukukuna uygun olarak kurum temelli bakımdan koruyucu aile tipi bakıma geçişi sürdürmektedir. Bu politikanın özünde, “en vasat ebeveyn bile yatılı devlet kurumlarındaki en mükemmel şartlardan daha sağlıklı bir bakım ortamı sağlar anlayışı” yatmaktadır. Bu nedenle, sosyal hizmet profesyonelleri bu tür durumlarda ‘çocukları annelerinden almak gibi’ zorlayıcı kararlar alırken etik bir ikilemle karşı karşıya bırakılıyor. Elbette günün sonunda, çocukların devlet korumasına alınması, sadece onların güvenliğini sağlamak değil, aynı zamanda ebeveynleri güçlendirici bir yaklaşımı da beraberinde getirmelidir.
Batı ülkelerinde çocuk koruma: İhbar ve dayanışma mekanizmaları
Gelişmiş ülkelerde çocuk koruma sistemleri, toplumsal ihbar mekanizmaları ve dayanışma ağlarıyla desteklenir. Örneğin, Norveç’te komşular ya da okul çalışanları, çocukların güvenliği tehlikedeyse durumu sosyal hizmet kurumlarına bildirmekle yükümlüdür. Almanya’da ise okul ve sağlık personeli, risk altındaki çocukları belirleyip desteklemek için sosyal hizmetlerle yakın iş birliği içindedir. Bu tür ülkelerde, komşular ve topluluklar çocukların ihmalini fark ettiklerinde bir uyarı mekanizması devreye girer ve yetkili kurumlar hızlıca harekete geçer. Bu dayanışma ağı, çocuğun yalnızca ailenin değil, tüm toplumun bir sorumluluğu olduğu anlayışına dayanır ve çocuk koruma süreçlerini güçlendirir. Türkiye’de de çocuk koruma sisteminin bu tür kolektif bir yaklaşımla güçlendirilmesi, böylesi trajik olayları önlemekte etkili olacaktır. Bunun somut örneği ve pratiği Ülkemizde Belediyeler Kanunu ile yerel yönetimlerin yükümlülüğünde olan gündüzlü çocuk yuvaları ve merkezleridir. Birçok ülkede, ebeveynlerin çalışmak zorunda kaldığı durumlarda çocukların güvenliğini sağlamak için yerel yönetimler tarafından ücretsiz veya düşük maliyetli çocuk bakım merkezleri yaygın olarak sunulmaktadır. Bu merkezler, yalnızca ihtiyaç sahiplerine değil, her aileye açıktır ve ebeveynlerin çocuklarını güvenle bırakabilecekleri yerlerdir.
Çocuk koruma sistemi tüm toplumun sorumluluğundadır
Çocukların korunması sadece devletin, sosyal hizmetlerin ya da bireylerin değil; toplumun bütün aktörlerinin ortak sorumluluğundadır. Yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, okullar ve hatta mahalle ve komşuluk sistemi, çocukların güvenliği ve sağlıklı gelişimi için birlikte çalışmalıdır. Bu olay, çocuk koruma konusunda toplumun tüm kesimlerinin daha aktif bir rol üstlenmesi gerektiğini açıkça gösteriyor. Kanunların getirdiği yükümlülüklerin yanı sıra, sosyal hizmetlerin yaygınlaştırılması ve toplumun ihmal vakalarına karşı daha duyarlı hale getirilmesi büyük önem taşır.
Sonuç: Güvenli bir gelecek için ortak bir çaba
İzmir’de yaşanan ve beş çocuğumuzun hayatını çok acı ve travmatik biçimde kaybetmesiyle sonuçlanan yangın, bir annenin çaresizliğinden öte, toplumun tüm katmanlarını ilgilendiren büyük bir çocuk koruma meselesini ortaya koyuyor. Bu olay, ekonomik desteğin ötesine geçen, çok boyutlu bir çocuk koruma anlayışının gerekliliğini gösteriyor. Çocuk koruma sistemimizin çocukları güvenlik içinde büyütebilmesi için sadece koruyucu değil, aynı zamanda güçlendirici politikalarla donatılması gerekiyor. Anne ve babaların güçlendirilmesi, toplumun daha bilinçli ve sorumluluk sahibi hale gelmesi; çocukların sadece hayatta kalmaları için değil, güvenli ve sağlıklı bir ortamda gelişmeleri için de elzem. Çocuk koruma, tüm toplumu kapsayan bir sorumluluk olarak ele alındığında başka trajedilerin önüne geçebiliriz. Çocuklar bir daha kapalı kapılar ardında yalnız kalmamalı; toplum olarak onlara açık, güvenli bir dünya sunmalıyız. Çocuklar yalnızca geleceğimiz değil, bugünümüzdür.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 13 Kasım 2024’te yayımlanmıştır.