Yalnızca, ilerdeki bir hedef için yaşamak, sığ bir şeydir. Yaşamı dağın tepesi değil, eğimleri ayakta tutar. Her şeyin büyüdüğü yerdir burası.
Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı, Robert M. Pirsig
Sosyal medya paylaşımlarında denk geldiğim bir şaka var: Antik felsefe “Ben kimim?” sorusuyla başladı, insanların yaygın kişilik sorunu yaşadığı toplumlarda ise soru, “Sen de kimsin?”
Aslında, soranın maksadına ve sizinle olan ilişkisinin derinliğine göre bu da çok değerli bir soru olabilirdi, ancak her okuyanın anladığı üzere, bu soru “Kaç paralık adamsın?” ya da “Makamın mansıbın nedir, önemli biri misin, önemli birinin mi yakınısın?” demeye getirir.
Başarı, zamanımızın efsunlu kelimelerinden birisi, herkes onu istiyor, onsuz bir hayatın boşa yaşanmış bir hayat olduğunda nedense hemfikiriz. Başarılı insanları alkışlıyoruz, sahip oldukları güç ve şöhret onlar kadar bizim de başımızı döndürüyor. İyi ama maddi dünyada çok kazanmış ve daha ‘başarılı’ insanların hayatları, neden maddi dünyada ‘başarısız’ ama manevi/ruhsal dünyada çok şeyler yapmış insanlardan daha değerli olsun ki? Niye bir şirketin ‘Ceo’su, insanlık için canla başla çalışan bir kimseden daha değerli olsun?
Bir ‘başarı pornografisi’dir gidiyor. Okullar, puanlar, rütbeler. Çalışmak iyidir ama ondan daha iyi olan şey insanlığın hayrına çalışmaktır. Sizin ulaştığınız şeyi başkasına ne kadar dağıtabildiğinizdir. Bir başka insanda öyküneceğimiz şey, önce onun ahlâk ve fazileti olmalı. Her vasıtayı meşru görerek başaranlar güruhuna ve modern toplumun ‘başarı mahkûmu’ insanlarına şu soruyu yöneltmek gerekiyor: “Kazanırken neyi kaybettin?”
Fare başarısı
‘Fare yarışını kazanmanın sorunu şu, hâlâ bir faresin’ demişti nüktedan birisi. Fare yarışlarında bitiş çizgisi yoktur. Bugünün pek çok başarılı faresi ‘zehirli başarı sendromu’nun bedelini hayatlarındaki bir nitelik düşüşüyle ödüyor. Pek çok insan başarıyı günümüzde mutlulukla özdeşleştiriyor. Bir insan için ‘başarılı’ dediğimizde, sanki aynı anda ‘mutlu’ da demiş oluyoruz. Oysa durum bu kadar basit değil, başarı hırsı çoğu zaman hayatları söndürüyor, onları cansız ve ruhsuz bırakıyor. ‘Her şeyi yapabilirsin’ propagandasına mütemadiyen maruz bırakıldığımız bir kültürde, başarının bizi özgürleştireceğini sanıyoruz.
Bir başka efsane de başarıyla ‘mutlu son’a ulaşacağımız ve o noktadan sonra, arzularımızın dineceği düşüncesi. Oysa ne hırslar bitiyor ne de başarı arzusunun bir sonu geliyor. Bu yolda kendini yitirmiş ruhlar, kendi özlerine yabancılaşmış bir halde, ‘kendi zaferlerinin mahkûmu’ haline geliyor ve hayatta tek bir role sıkışıp kalıyor. Kazananlar kaybedenleri umursamadıkları gibi, ‘kazanma eşiği’ de giderek yükseliyor ve daima yeni başarılar isteniyor.
Başarı nedir?
Aslında belki de başarının tanımlarını gözden geçirmeliyiz: Onu daha anlamlı bir biçimde tanımlamalı, birbirimizle olan bağımızı dikkate alan, ötekileri ve gezegenimizi gözeten yeni bir başarı anlayışı filizlendirmeliyiz. Aristo başarıyı, ‘Güzel bir ruhun dışarı ışıması’ olarak görmüştü, tıpkı yapraklarını açan bir gül gibi açılan bilinç. ‘Düzen, simetri ve kısıtlılık; bunlar güzelin en görkemli biçimleridir!’ Dinî hayat görüşünün yürürlükte olduğu zamanlarda başarı Tanrı’nın rızasına uygun bir hayattı. Günümüzün materyalist dünyasında başarının yolu ise Tanrı’yı unutmaktan, onun sözlerine kulak tıkamaktan geçiyor. ‘Büyük düşün!’ guruları bize sosyal sorumluluklarımızı bir kenara bırakarak; adanmışlık, öz disiplin ve kararlılıkla rekabet yarışında öne geçmemizi telkin ediyor. Başkaları için değil yalnızca kendimiz için yaşadığımız bir hayat. Artık modern hayatın temel düsturu tamahkârlık olmuştur. Dirsek atmanın, çelme takmanın caiz olduğu bu yarış, zincirinden boşalmış bir hırs ve gözü doymazlıkla sürdürülür.
İş hayatının kişinin bütün hayat alanlarını ezip geçmesi, mutluluk imkânlarını alabildiğine daraltır. Hırsın bittiği yerde başlıyor oysa mutluluk, daha hızlı gitmekle başarı ve mutluluğa daha çabuk ulaşabileceğimizi sanıyoruz, hayır. Sadece köprüden önceki son huzur ve sükûnet çıkışlarını kaçırıyoruz. Başarı peşinde ömrünü heba eden işkoliklerin yıldızlarını izlemekten mahrum kaldığını kim onlara söyleyecek? ‘Çıplak doğdum ve şimdi de çıplağım ne kazanırım ne de kaybederim’ demişti efsanevi Sanço Panza. ‘Üryan geldik, üryan gideriz’ diye yolcu ediliyordu derviş cenazeleri. Zafer ve bozgunla uğraşmayı bıraktığımızda, bir ruh dinginliğine de ulaşmışız demektir. Kim bilir belki de başarı, kendimize ve âleme sükûnetle bakabileceğimiz bir zamana sahip olmaktır.
Performans toplumu
Bir performans toplumunda yaşıyoruz. Şiddetin gizli formlarından birisi de başarı yönünde duyduğumuz bu baskı. Anne babalar çocuklarını sürekli ders çalışmaları, yüksek puanlar almaları yönünde teşvik ediyor. Burada ebeveynlerin çocuklarına uyguladıkları güç ve zorlama, aynı zamanda kendilerini de ezen bir enstrüman. Hayatlarını çocuklarının sınav başarısına adamış sayısız anne baba biliyorum. Bir veliyle konuşuyorsunuz, çocuğu onu evden yollamış: “Aman çocuğun üniversite sınavı senesi bu sene, o yeter ki mutlu olsun ben bir sene uzakta da yaşarım” diyebilen biri.
Başkalarının belirlemiş olduğu bir şablonu, tek boyutlu insanı yetiştiriyoruz. Materyale bağlı başarıyı, zenginliği ve statüyü hayatta mutluluğun tek anahtarı olarak gören insanlar yetiştiriyoruz. Hâlbuki başarı mutluluğun anahtarı değildir, mutluluk başarının anahtarıdır. Bir insan mesleğini yapmaktan keyif alıyorsa, işini zevkle yapıyorsa, o meslekte sadece kendisinin katkı olarak sunabileceği bir şeyleri de başarıyor.
Başarılardan pek az şey öğreniliyor, başarısızlıklarsa tuğla üzerine tuğla koymak gibi, bir eser inşa ediyor insanın şahsında. Bir dizi başarısızlık, bir işin nasıl yapılamayacağına dair pek çok ihtimalin üzerini çiziyor ve insanlık adım adım bir hayalin gerçekleştirilebileceği kavrayışa ve zamana yaklaşıyor. Tek bir ömür yetmiyor belki ama nihai kertede, bir insanın başarısızlıkları pekâlâ da insanlığın başarısı hanesine yazılabiliyor. Aslında, başarısızlığı sindirebilmiş insan, başarıyı da üzerinde vakarla taşıyabileceği bir olgunluğa erişiyor, onu bu erdemli hale hazırlayan, geçmiş başarısızlıkları oluyor.
Merdivenin tepesi
Günümüzün kapitalist toplumunda en temel kendini kınama ölçülerinden birisi hayatta muteber bir pozisyonda, statüde olamamak. Merdivenin en tepesinde olmadığı sürece bazı insanlar kendilerini başarılı saymıyorlar. İnsanlar refah piramidinde hep yukarıdaki insanlara bakıyorlar. Kendilerinin neleri ele geçiremediklerine bakıyorlar, kazandıklarına bakmıyorlar.
Abbas Kiyarustemi’nin Rüzgar Bizi Sürükleyecek filminde meşhur bir sahne vardır, sapsarı başakların rüzgarda salınıp durduğu geniş bir düzlükte yol alan motosiklet üzerindeki iki adamı uzaktan gösterir, doktor olan, Ömer Hayyam’dan bir rubai okur o sahnede “Diyorlar ki, hurili cennet güzeldir/ ben diyorum ki, üzüm suyu ondan daha güzeldir/ elinde olana sarıl, boş vaatleri bırak/ davulun bile sesi uzaktan hoş gelir.” Kendi yaşamımızla, alın terimizle, sevgimizle kazandığımız şeylerin değerini bilmek yerine, daha fazlası için hayallere kapılıyoruz. Bu da başarıyla ilgili görüşlerimizi bulanıklaştırıyor.
Başarı ve depresyon
Başarının geç kapitalist, geç modern dönemde aldığı formlar mesleki anlamda ilgimi çekiyor. Depresyon hastalığının, bu yarışmacı kültürün bir yan ürünü olduğunu düşünüyorum. Yeterince üretemeyen ve yeterince tüketemeyenlerin depresif sayılarak yeniden yarışa katılmaya zorlandığı bir dünya. İnsanlar hep yarışmak ve yarışı önde göğüslemek gibi görünmez bir emir verildiğini telakki ediyorlar. Yapmalısın! Yapabilirsin!
Freud’un zamanında, -meli, -malı cümleleri vardı; ‘şunu yapmalısın, yasaklara uymalısın’ gibi. Şimdi yasak yok, yasaklar bir yüzyıl önceye göre çok azaldı. Şimdi ‘yapabilirsin’ var. Fakat imkânlar çok ve her şey çok fazla doyurulmuş bir halde, neredeyse arzu kalmadı. Arzu söndü. Her şey bu kadar kolay ve zahmetsizce elde edilebiliyorsa, kim uğraşsın, değil mi? İnsana çabalamanın, gayretin zaferlerini vaat etmeyen bir şeye ulaşmak neden değerli olsun? “Yapabilirsin” zorlaması yaygınlaştığı zaman, herkes sanki içinde saklı bir potansiyel var ve onu gerçekleştirmek zorundaymış gibi hissediyor. Başaramayan, koşamayan, mutlu olamayan, ağız dolusu gülemeyen, çelme takamayan suçludur! Madem herkes her şeyi yapabileceğine inandırılmıştır, o halde herkes o kutsal kâseyi, yani başarıyı arayacaktır. Bulamayan da sorunu kendisinde aramalıdır! Modern zamanlarda depresyonun enigmatik bir hastalık olmasına şaşmamalı: Performans yarışında geride kalan kınanmayı, hatta öz kınamayı hak eder.
Hâlbuki başarı dağın zirvesinde değildir, dağa tırmanan yoldadır, o yolun tümseklerinde durup nefeslenirken gözün eriştiği manzara ve ufuktadır. ‘Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır’: Başarı bazen her şeyi doğru yapmakla değil yanlış gidenleri nasıl ele aldığımızla gelir. Yenilgi bizi değişmeye, kendimizi fark etmeye zorlar. ‘Neyi daha iyi yapabilirim?’ sorusunu sormaya başladığımızda öğrenmeye de başlamışız demektir.
İnsanlar “Hangi alanda başarılı olacağım, kendimi nasıl göstereceğim?” diye çırpınıp duruyorlar, o performanstan bu performansa. Saygınlık ve itibar, statüyle ölçülmeye başlandı ve tehlikeli olan bu. Performans toplumu yorgunluk toplumuna dönüşüyor zorunlu olarak. Ne zaman aylaklık edip, Tanrı’nın pencerelerini, gökyüzünü seyrederek güzel ilhamların kalbime dökülesine izin vereceğim, yıldızları seyre duracağım, kâinatı temaşa edeceğim? Daha ne kadar çatlarcasına koşacağım?
Herkesin rüşvet aldığı bir yerde rüşvet almayan bir adam benim kahramanımdır, en başarılı adam odur. Herkesin birbirine tabasbus gösterdiği yerde dik duran, doğruyu söyleyen adam benim kahramanımdır. Ahlaki doğruları olan ve o doğrular nispetinde yaşayan insanlar bu çağın kahramanları olmalı. Başarıyı insanların üzerine faydalanacakları bir ışık düşürmek, dünyayı iyilikle imar etmek gibi daha tinsel tınılarla çeşitlendirebilirsek zannederim dünya daha güzel bir yer olacak.
Hayatta bizden geriye kalan
Hayatta bizden geriye kalan şey mücadeledir. Anlam arayışı anlamın ta kendisidir, tırnaklarımızı geçirerek bir şeyler yapmaya çalışırız, bir çaba gösteririz. Muhammed İkbal’in, Peyam-ı Meşrık’inde anlattığı, karanlık kütüphanede kitapların arasında dolaşmaktan şikâyet eden güveye, yarı yanmış kanatlarıyla pervanenin verdiği tavsiye ne güzeldir, “Çırpınıştır hayatı daha canlı yapan, çırpınıştır hayatı kanatlandıran”. Mücadele etmekten geri durmayalım, çabalamaktan geri durmayalım fakat kendi çabamızı da mutlaklaştırmayalım çünkü kaderin ötesinde bir kader var, ona da teslim olalım. Zorlanamayan kapının eşiğinde beklemeyi de bilelim.
Başarı bazen de acele etmeden beklemeyi bilmektir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 21 Nisan 2021’de yayımlanmıştır.