Koronavirüs ve kardeşleri

Koronavirüs krizi tüm insanlığı etkisi altına alsa da aslında ortalama 20 yılda bir benzer korkuların esiri oluyoruz. Koronafobi yerine neye odaklanmalıyız? Bu krizi aşmak için çaba sarf etmemiz gereken üç alan nedir? Tunus’un eski cumhurbaşkanı, düşünür ve hekim Munsif Merzûkî’nin yazısı…

Koronavirüs salgını uluslararası sistemden devletlere, toplumlardan bireylere kadar dünyayı her düzeyde sarstı. Nisyan ile malul olan hafızalarımız, bize sanki ilk kez insanlığı bir bütün olarak saran bir felaket yaşanıyormuş hissi verse de koronavirüs ne bir ilkti ne de son olacak.

Mevcut krizi daha isabetli bir şekilde analiz edebilmek ve atılması gereken adımlara karar verebilmek için hem tarihi hem siyaseti hem de insan doğasını bilen, hikmetle dünyaya bakabilen düşünürlere daha fazla kulak vermemiz lazım.

Bu bağlamda öne çıkan isimlerden biri, Arap dünyasının önemli mütefekkirlerinden ve eylem adamlarından, Tunus’un devrim sonrası seçilen ilk cumhurbaşkanı (2011-2014) olan Prof. Dr. Munsif Merzûkî. Aslen alanında öncü bir tıp doktoru ve akademisyen olan Merzûkî, aynı zamanda hem dünyaca tanınmış bir insan hakları aktivisti hem de siyaset felsefecisi ve siyasetçi. Tıbbi, siyasi, fikri ve edebi alanda yirmi küsur kitabın yazarı.

Merzûkî’nin 19 Mart’ta el-Cezire’de yayınlanan “Koronavirüs ve Kardeşleri” başlıklı yazısını, özgün bir dil ve üsluba ve orijinal fikirlere sahip olması nedeniyle özetlemek yerine tamamını çevirmeyi tercih ettik.

Merzûkî’nin hayat hikâyesini ve ufuk açıcı fikirlerini öğrenmek isterseniz, el-Cezire’de yayınlanmış makalelerinden derlenen Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri başlıklı kitabı okuyabilirsiniz (der.&çev. Zahide Tuba Kor, Küre Yayınları, 2019).

Her 20 yılda bir yeni korkular

1960’lı yılların başında Fas’ın Tanca şehrindeki Fransız lisesinde öğrenciydim. Bir grup öğrenciyle birlikte, sanki başlarımızın üzerinde bir kuş varmışçasına durduğumuz ve –tüm dersler askıya alındıktan sonra– lisenin avlusunda matematik öğretmeniyle, Ruslar ile Amerikalılar arasında bir nükleer savaş patlak verirse ne beklememiz ve yapmamız gerektiği konusunu tartıştığımız olağanüstü bir günü hatırlıyorum.

Amerika’nın Küba’ya ambargo uygulamasının ve Sovyetlerin de bunu kuvvet kullanarak kırmaya niyetlenmesinin akabinde dünya o dönem en ciddi krizi yaşıyordu ve tıpkı bugün olduğu gibi, çevremizdeki insanlar erzak depolamaya başlamışlardı. Küba’ya giden Rus filosunun geri döndüğünü duyduğumuzda derin bir nefes almıştık; –fiilen uçurumun kenarına gelmiş– dünya, yeniden matematik derslerine döneceğimiz bir yer olacaktı.

1980’lerin korku saplantısı HIV salgını

Bu “fecaat”ten sonra yirmi yıl boyunca –tamamı eli kulağındaki nükleer savaşı ve son cesede kadar savaşarak şehirlerin enkazı arasında nasıl yaşayacağımızı anlatan– sayısız dünyanın sonu filmine katlanmak zorunda kaldık. 1980’lerde ise korku saplantısı HIV salgınına dönüştü.

Bir tıp dergisinde saygın bir meslektaşın salgınla insanlığın sonunun en geç 2000 yılında geleceğini kanıtlarla gösterdiği bir makaleyi hatırlıyorum. O dönem Sûsa şehrindeki Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapıyordum ve hastalıkların gelişimini takip eden Halk Sağlığı Bölümü başkanıydım. Kitlelerin hastalığa ve hastalara yönelik duruşu ve davranışlarını doktora tez konusu olarak verdiğim bir öğrenci, ulaştığı sonuçlarla bana geldiğinde, keşfettikleri karşısında ürkerek ondan bu verileri yayınlamamasını neredeyse talep etmiştim.

Hastalık, aslında sıradan insanların çoğunun zihnindeydi; zira bulaşanlar üzerinde azami tecrit uygulanmasını istiyorlar ve hatta bazıları onların öldürülmesini talep edecek kadar ileri gidiyordu. En garibi ise dönemin yetkililerinin duruşuydu; zira –benim şiddetle karşı çıktığım– herhangi bir tedavimiz olmadığı takdirde hastaların iyileşir hale gelene kadar hapsedilmesine izin veren bir kanunu geçirmişlerdi.

Milenyuma girerken “sistemler çökecek” korkusu

Ardından 2000’li yıllara [yani milenyuma] girme ve 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçişi hesaba katmayan bir programlama hatası yüzünden tüm bilgisayarların nasıl duracağı saplantısı bizi vurdu. Bu hikâyeyle başlarımız nasıl da çatlamıştı. Nasıl da uçaklar ağaçların üzerine düşecek, elektrik santralleri felç olacaktı! 1999’dan 2000 yılına geçiş gecesini nice insanlar, gökyüzünün başlarına yıkılmasını bekleyerek geçirmişlerdi!

Bir de iklim değişikliği korkusu ve bazılarına göre, yeryüzünün karıncalar ve hamamböceklerinden başka kimseye yuva olamaz hale gelmesinden sonra insanlığın altıncı yok oluş aşamasına girmesi gündemi var.

Tarihleri yan yana koyalım: 1962 Küba Füze Krizi, 1980 HIV krizinin başlangıcı, 1999 bilgisayarların duracağı korkusu; son olarak, 2020 mevcut koronavirüs krizi. Yani takriben her yirmi senede bir –etkileri, sadece yerel veya bölgesel değil, insanlığı ve dünyayı bir bütün olarak saran türden– tarihte bilinen tüm krizlerden farklı muazzam bir kriz yaşanıyor.

Şimdi son 20 seneye dikkatlice bakın; küresel sağlığa ilişkin üç büyük tehdidin patlak verdiğini keşfedeceksiniz: 2002’de SARS, 2012’de MERS ve 2013’te Ebola salgını.

Resmi tam olarak berraklığa kavuşturmak için bu siyasi krizi ve sağlık krizini daha geniş bir çerçeveye oturtarak gezegenin içinden geçtiği boğucu krizleri ve esasen devasa yangınları hesaba katmak gerekir: 2017 Portekiz; 2018 İsveç ve Kaliforniya; 2019 Brezilya, Kongo, Rusya; 2020 Avustralya.

Tarihin hızlanması ve risklerin artması

Tüm bu gerçekleri, aralarındaki ortak paydaları araştırarak yan yana koyduğunuzda, kendinizi çift yönlü bir olguyu inceler halde bulacaksınız: “tarihin hızlanması” ve 1986’da yayınlanan (web sitemde de bulunan) Bırakın Vatanım Uyansın başlıklı kitabımda söylediğim gibi “bahse girilen değerin çok yükselmesi”.

Yüz binlerce yıldır yeryüzünde birbiri ardında gelen binlerce nesilden hiçbirinin benim neslimden daha talihli olmadığını söylesem, abartmış veya böbürlenmiş sayılmam. Nasıl olmasın ki? Benim neslim, dakika dakika ilk insanın Ay’ın ve ilk keşif aracının da Mars’ın yüzeyine inişine kendi gözleriyle şahit oldu; bilim, teknoloji, sanayi, ulaşım ve iletişim araçları alanlarında yaşadığımız devrimden hiç bahsetmiyorum bile.

Şu kısacık insan ömründe tıpkı ateşin keşfinde hazır bulunma veya tarım devriminin ve daha sonra sanayi devriminin başlangıcına şahit olma mesabesinde bir talih kuşu konması bu. Neslime nimetlerini daha fazla yağdırmak üzere, ilahi irade ya da tarihin tesadüfü, –siyasal ve toplumsal sistemlerin gelişimini takip eden bir tarihçi perspektifinden– adeta inanılmaz olaylar yaşattı bize.

Yaşadığım şu yetmiş senede nelere şahit olmadım ki: Fransız ve İngiliz sömürge imparatorluklarının çöküşüne, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne ve komünizmin gerilemesine, demokrasinin ilerlemesine ve Batı yıldızının batmasına, ırkçı teorilerin gerilemesine ve Amerika’da ilk siyahi başkanının seçilmesine, kadınların haklarının ekseriyetini kazanmalarına… Tüm insanlığın üzerinde ittifak ettiği ilk belge olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin yayınlanmasından hiç bahsetmiyorum bile.

Modern insanın dehşet verici inşa ve yıkım kabiliyeti

Ateşin keşfine dayanan ilk medeniyetten tarım devrimine dayalı ikinci medeniyete geçiş için adeta yüz binlerce yıl gerekmişken ve üçüncü medeniyeti temsil eden sanayi devrimine geçmek on bin yıl almışken; dördüncü medeniyete, yani tarihin hızlanmasını yaşadığımız bilgi medeniyetine geçiş için sadece birkaç on yıl yetti. Hiç kimse beşinci medeniyetin özelliklerini ve onun temellerini hangi yeni devrimin inşa edeceğini bilmiyor; kesin olan tek şey, onun eşiğinde olduğumuz.

Bu olgunun diğer yönü, kendi deyimimle “bahse girilen değerin [dolayısıyla risklerin] çok yükselmesi”. Geçmiş nesiller neden yeni nesiller gibi yoksulluğun ve hastalığın üstesinden gelemediler? Bizden daha aptal ya da daha az insani falan değillerdi, ama imkânları sınırlıydı. Geçmiş nesiller neden gezegeni bugün bizim yaptığımız gibi tahrip etmediler? Yeni nesillerden daha akıllı ya da daha iyi değillerdi, ama imkânları sınırlıydı.

Kural şu: Son iki yüzyılı insanlık tarihinin yüz binlerce yılından ayıran bilimsel ve teknolojik sıçrama, inşa kabiliyetinde etkinliği azami derecede artırırken aynı yıkım kabiliyetini de dehşet verici seviyelere ulaştırdı.

Kumar oynamakta tecrübesi inanılmaz bir hızda artan bir kumarbaz düşünün; ancak bu kumarbaz, ilk endişesi denge kurmak olan bir dünyayla oynar. Bu dünya sağ eliyle verdiğini sol eliyle çabucak geri alır. Kumarbaz, –art arda– hayal etmeye bile cesaret edemediği kadar muazzam kârlar elde eder. Zafer sarhoşluğu içindeyken ansızın kayıplar geliverir; öyle ki kazandıklarının kahir ekseriyetini tek bir oyunda, üstelik de sağ eliyle beraber kaybeder.

Bu kumarbaz oynamaya her devam ettiğinde önce kâr elde edip biriktirirken ardından aynı büyüklükte kayıplar gelir. Kumarbazın önünde artık iki seçenek vardır: ya oynamayı bırakacak ya da oyunun kuralını kabul edecektir. Bu kural da kayıpların kârlarla aynı büyüklükte olması ve kumarbazın sonunun, yakut ve elmas yığını üzerinde parçalanmış organlarıyla gelebileceğidir.

Her şeyin bir bedeli vardır

Nükleer enerjiyi kontrolün bize nasıl elektrik sağladığına, ardından da kanser taşıyan nükleer radyasyonu ve yeryüzünde hayatı ortadan kaldırabilecek bombaları bize sunduğuna bir bakın. Yine kömür, petrol ve otomotiv sanayiinde milyonlarca işçinin istihdamının nasıl yüz milyonları fakirlikten kurtardığını, ardından da devasa yangınlara yol açan küresel ısınma felaketini beraberinde getirdiğini bir görün.

Daha sonra da antibiyotiklerin keşfinin yüzyıllarca toplumları ve devletleri tekrar tekrar kırıp geçiren mikrobik hastalıkları –son yarım yüzyılda– yenmemizi nasıl sağladığına bir bakın. Ancak aynı ilaçlar, nasıl da tüm bu antibiyotiklere dirençli bakterinin ayıklanmasına yol açtı – ki bu bakteriler, gelecekte bugüne kadar bildiğimizden çok daha tehlikeli salgınlara neden olabilir.

Tropik ormanların derinliklerini parselleyip kerestesinden bütün açgözlülüğünüzle fayda sağlamaya kalkışırsanız, –isteyerek ya da istemeden– oradaki şempanzeler ve yarasalarla temas kurup önce o küçük köye, ardından da dünyaya HIV ve Ebola virüslerini taşımanız kaçınılmaz olur.

İnternet’in –başta elektronik savaş olmak üzere büyüklüğünü öngöremediğimiz felaketvari sonuçları ile hizmetlerinin durması ihtimaline hiç maruz kalmadan– tüm avantajlarından faydalanmak nerede mümkün? Peki, bu virüsün ve diğerlerinin yayılmasına ve söndürülmesi zor yangınlara yol açmadan dünyanın en uzak köşesine kolaylıkla intikal nereden mümkün?

Şu aksiyomatik kuralı [kendiliğinden apaçık kabul edilen temel önermeyi] ya bilmedik ya da bilmezden geldik: Bu dünyada bedava hiçbir şey yoktur… Her şeyin bir bedeli vardır… Menfi tarafı olmayan bir müspet yoktur. Ve müspet tarafı olmayan bir menfi de yoktur; tıpkı tüm makalelerimi Chicago’dan beğenerek dikkatle okuyup inceleyen mühendis İslimo Vild Dellahi’nin bana şu notu düştüğü gibi: Koronavirüs, kirliliği azaltma hususunda insanoğlunun gösterdiği tüm çabaların bir türlü beceremediğini iki hafta içinde başardı.

Koronavirüs krizi ve insanlığın ulaştığı kritik aşama

Özetle, koronavirüs ve kardeşleri, tarihin hızlanması ve bahse girilen değerin [dolayısıyla risklerin] çok yükselmesinin bir sonucu olarak, insanlığın ulaştığı kritik aşamanın bir olgusudur. Ve bu aşamanın durup durmayacağını, durursa bunun ne zaman ve hangi şartlar altında gerçekleşeceğini hiç kimse bilmiyor. Emin olduğumuz tek şey, ister hastanelerde ve laboratuvarlarda üreyen mikroplar ve virüslerden kaynaklı salgınlar, ister küresel ısınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan doğal afetler, ister 2008’deki gibi bankacılık sisteminde bir çöküş, isterse herhangi bir nükleer savaştan çok daha fazla ekonomiyi yıkabilecek internet savaşları olsun, gelecekte başka musibetlerle yüz yüze kalacağımızdır.

Bizi bekleyen büyük meydan okumalarla yüzleşmek için istifade edilmesi gereken tecrübelerden şimdiye kadar ne gibi sonuçlar çıkarılabilir? İnsan tabiatının karanlık yüzünün sürekliliğini, derinliğini ve tehlikesini bize hatırlatan, bu krizlerin davranışlara yansımasının bir neticesi olarak geleceğimize ilişkin hakiki bir korku var.

Bu bağlamda bulaşıcı hastalığı yaymakla suçlanan Asyalılara karşı bazılarının kabadayılık taslamaya dönük o muazzam aptallık ve ırkçılıklarına bakın. İnsanların her yerde –başka hiçbir şeyi umursamadan– yiyecek depolamak için giriştikleri mücadeleyi görün. Ve salgının başından itibaren ABD’yi kasıp savuran silah depolama dalgasının yükselişine bakın; adeta Amerikan ulusu, içeride herkesin herkese karşı savaşına hazırlanıyormuş gibi…

Çok şükür ki bütün meydan okumalarla başa çıkabileceğimiz konusunda gerçek bir umut da var. Geçmişte yaşadığımız bütün sıkıntıların üstesinden tesadüf eseri gelmiş değiliz ve şimdi de Allah’ın yardımıyla bu imtihanı aşacağız. Zira bu krizler aynı zamanda içimizdeki en iyiyi de yansıtır. Sadece dayanışma değerini ortaya çıkarmakla kalmaz, –tıpkı her büyük meydan okumanın yaptığı gibi– aynı zamanda zekâyı ve iradeyi de keskinleştirir ve korkunun temel itici güç olup olmaması bu noktada önemli değildir.

Düşünün ki sinema, 1960’lı ve 1970’li yıllarda –korku filmleri üzerinden– insanları nükleer savaşın tehlikelerine karşı duyarlı hale getirme rolünü oynamamış olsaydı acaba bu halklar, tüm önlemleri almaları ve felaketin gerçekleşmesini önleme mekanizmalarına hakim olmaları için yöneticilerine yeterli baskıyı uygularlar mıydı?

Kuşkusuz HIV virüsünün ortaya çıkmasından sonra dünyayı kasıp kavuran panik dalgası, salgının yayılmasını sınırlandırabilen ve bugün hastalıktan iyileşmeyi konuşmamıza imkan veren fonları ve bilimsel enerjileri harekete geçiren şeydi. Aynısı SARS, MERS ve Ebola salgınlarının hızla kontrol altına alınmasında da geçerli.

İklim değişikliğinin etkisiyle ilgili son on yılda yaşadığımız korku, devletlerin ve sivil toplum kuruluşlarının söz konusu olgunun sonuçlarını sınırlandırmaya ya da en azından buna hazırlanıp uyum sağlamaya dönük tüm çabalarının temel katalizörü olageldi.

Çaba sarf edilmesi gereken üç düzey

Tarihin hızlanmasının ve bahse girilen değerin [dolayısıyla risklerin] çok yükselmesinin –tehlikelerin ve meydan okumaların katlanarak artması ve büyümesi bağlamında– şu üç düzeyde büyük bir çaba sarf etmeyi hepimize dayatacağı kesindir:

  • Psikososyal düzey: Mevcut nesiller –özellikle de gelecek nesiller– acil ve beklenmedik durumlara hızlı uyum sağlama ve istikrar yanılsamasını boşlamaya hazırlanmalıdır; zira kriz, yeni durumdaki tek sabitedir ve gelecek, bir kriz bitti mi bizi bir başkasına havale edecektir.
  • Kültürel-entelektüel düzey: Görülmemiş karmaşıklıktaki eşi benzeri olmayan problemlere, yaratıcı fikirleriyle ve çok farklı metodolojilerle, –miadını doldurmuş reçetelerde değil– tamamı geleceğin rahminde bulunan bir çözüm paketi aramaya çalışan mütefekkirler, münevverler ve basın mensuplarından yeni bir nesil gereklidir.
  • Yerel ve küresel siyasi düzey: Kısa, orta ve uzun vadede koruma planlarına girişmeyen yönetimler sorumluluk sahibi olmaya layık değildir. Özellikle son derece kırılgan durumdaki Arap devletlerimizde gereken şey, katlanarak artacak iklim felaketleriyle ve –tıpkı yaşadığımız pandemi gibi– gelecekte bizi şaşırtacak bilinmedik virüs salgınlarıyla yüzleşmek için stratejik ilaç, gıda ve yakıt rezervi sağlamak amacıyla sıkı planlar benimsemektir.

Stratejik seçenekler şartların gelişimine bağımlı kalır: Tıpkı komünizm gibi liberalizm de büyük bir felaketten önce veya sonra çökecek mi? Son iki yüzyıldır taptığımız (ilerleme, gelişme, büyüme, tabiat üzerinde hâkimiyet gibi) fikrî putları, hangi yeni kavramlarla değiştireceğiz? İlim Allah’ın indinde, amel ise insanın uhdesindedir.

Bu kritik günlerde Allah sizi koronafobiden korusun; virüse gelince çözüm bir şekilde illaki bulunur. Ayrıca Allah sizi iyimserlikten de kötümserlikten de korusun; en iyi duruş Filistinli yazar Emil Habibi’nin tavsiye ettiğidir: “Kötüyimserlik!”

Bu yazı ilk kez 11 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.

Munsif Merzûkî’nin El-Cezire Arapça internet sitesinde yayımlanan “Koronavirüs ve Kardeşleri” başlıklı yazısı Zahide Tuba Kor tarafından Arapçadan Türkçeye çevrilmiştir. Makalenin orijinaline ve tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.aljazeera.net/amp/knowledgegate/opinions/2020/3/19/%D9%83%D9%88%D8%B1%D9%88%D9%86%D8%A7-%D9%88%D8%A3%D8%AE%D9%88%D8%A7%D8%AA%D9%87%D8%A7

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Koronavirüs ve kardeşleri

Koronavirüs krizi tüm insanlığı etkisi altına alsa da aslında ortalama 20 yılda bir benzer korkuların esiri oluyoruz. Koronafobi yerine neye odaklanmalıyız? Bu krizi aşmak için çaba sarf etmemiz gereken üç alan nedir? Tunus’un eski cumhurbaşkanı, düşünür ve hekim Munsif Merzûkî’nin yazısı…

Koronavirüs salgını uluslararası sistemden devletlere, toplumlardan bireylere kadar dünyayı her düzeyde sarstı. Nisyan ile malul olan hafızalarımız, bize sanki ilk kez insanlığı bir bütün olarak saran bir felaket yaşanıyormuş hissi verse de koronavirüs ne bir ilkti ne de son olacak.

Mevcut krizi daha isabetli bir şekilde analiz edebilmek ve atılması gereken adımlara karar verebilmek için hem tarihi hem siyaseti hem de insan doğasını bilen, hikmetle dünyaya bakabilen düşünürlere daha fazla kulak vermemiz lazım.

Bu bağlamda öne çıkan isimlerden biri, Arap dünyasının önemli mütefekkirlerinden ve eylem adamlarından, Tunus’un devrim sonrası seçilen ilk cumhurbaşkanı (2011-2014) olan Prof. Dr. Munsif Merzûkî. Aslen alanında öncü bir tıp doktoru ve akademisyen olan Merzûkî, aynı zamanda hem dünyaca tanınmış bir insan hakları aktivisti hem de siyaset felsefecisi ve siyasetçi. Tıbbi, siyasi, fikri ve edebi alanda yirmi küsur kitabın yazarı.

Merzûkî’nin 19 Mart’ta el-Cezire’de yayınlanan “Koronavirüs ve Kardeşleri” başlıklı yazısını, özgün bir dil ve üsluba ve orijinal fikirlere sahip olması nedeniyle özetlemek yerine tamamını çevirmeyi tercih ettik.

Merzûkî’nin hayat hikâyesini ve ufuk açıcı fikirlerini öğrenmek isterseniz, el-Cezire’de yayınlanmış makalelerinden derlenen Diktatörlük ile Devrim Arasında Arap Dünyasının Krizleri başlıklı kitabı okuyabilirsiniz (der.&çev. Zahide Tuba Kor, Küre Yayınları, 2019).

Her 20 yılda bir yeni korkular

1960’lı yılların başında Fas’ın Tanca şehrindeki Fransız lisesinde öğrenciydim. Bir grup öğrenciyle birlikte, sanki başlarımızın üzerinde bir kuş varmışçasına durduğumuz ve –tüm dersler askıya alındıktan sonra– lisenin avlusunda matematik öğretmeniyle, Ruslar ile Amerikalılar arasında bir nükleer savaş patlak verirse ne beklememiz ve yapmamız gerektiği konusunu tartıştığımız olağanüstü bir günü hatırlıyorum.

Amerika’nın Küba’ya ambargo uygulamasının ve Sovyetlerin de bunu kuvvet kullanarak kırmaya niyetlenmesinin akabinde dünya o dönem en ciddi krizi yaşıyordu ve tıpkı bugün olduğu gibi, çevremizdeki insanlar erzak depolamaya başlamışlardı. Küba’ya giden Rus filosunun geri döndüğünü duyduğumuzda derin bir nefes almıştık; –fiilen uçurumun kenarına gelmiş– dünya, yeniden matematik derslerine döneceğimiz bir yer olacaktı.

1980’lerin korku saplantısı HIV salgını

Bu “fecaat”ten sonra yirmi yıl boyunca –tamamı eli kulağındaki nükleer savaşı ve son cesede kadar savaşarak şehirlerin enkazı arasında nasıl yaşayacağımızı anlatan– sayısız dünyanın sonu filmine katlanmak zorunda kaldık. 1980’lerde ise korku saplantısı HIV salgınına dönüştü.

Bir tıp dergisinde saygın bir meslektaşın salgınla insanlığın sonunun en geç 2000 yılında geleceğini kanıtlarla gösterdiği bir makaleyi hatırlıyorum. O dönem Sûsa şehrindeki Tıp Fakültesi’nde öğretim üyeliği yapıyordum ve hastalıkların gelişimini takip eden Halk Sağlığı Bölümü başkanıydım. Kitlelerin hastalığa ve hastalara yönelik duruşu ve davranışlarını doktora tez konusu olarak verdiğim bir öğrenci, ulaştığı sonuçlarla bana geldiğinde, keşfettikleri karşısında ürkerek ondan bu verileri yayınlamamasını neredeyse talep etmiştim.

Hastalık, aslında sıradan insanların çoğunun zihnindeydi; zira bulaşanlar üzerinde azami tecrit uygulanmasını istiyorlar ve hatta bazıları onların öldürülmesini talep edecek kadar ileri gidiyordu. En garibi ise dönemin yetkililerinin duruşuydu; zira –benim şiddetle karşı çıktığım– herhangi bir tedavimiz olmadığı takdirde hastaların iyileşir hale gelene kadar hapsedilmesine izin veren bir kanunu geçirmişlerdi.

Milenyuma girerken “sistemler çökecek” korkusu

Ardından 2000’li yıllara [yani milenyuma] girme ve 20. yüzyıldan 21. yüzyıla geçişi hesaba katmayan bir programlama hatası yüzünden tüm bilgisayarların nasıl duracağı saplantısı bizi vurdu. Bu hikâyeyle başlarımız nasıl da çatlamıştı. Nasıl da uçaklar ağaçların üzerine düşecek, elektrik santralleri felç olacaktı! 1999’dan 2000 yılına geçiş gecesini nice insanlar, gökyüzünün başlarına yıkılmasını bekleyerek geçirmişlerdi!

Bir de iklim değişikliği korkusu ve bazılarına göre, yeryüzünün karıncalar ve hamamböceklerinden başka kimseye yuva olamaz hale gelmesinden sonra insanlığın altıncı yok oluş aşamasına girmesi gündemi var.

Tarihleri yan yana koyalım: 1962 Küba Füze Krizi, 1980 HIV krizinin başlangıcı, 1999 bilgisayarların duracağı korkusu; son olarak, 2020 mevcut koronavirüs krizi. Yani takriben her yirmi senede bir –etkileri, sadece yerel veya bölgesel değil, insanlığı ve dünyayı bir bütün olarak saran türden– tarihte bilinen tüm krizlerden farklı muazzam bir kriz yaşanıyor.

Şimdi son 20 seneye dikkatlice bakın; küresel sağlığa ilişkin üç büyük tehdidin patlak verdiğini keşfedeceksiniz: 2002’de SARS, 2012’de MERS ve 2013’te Ebola salgını.

Resmi tam olarak berraklığa kavuşturmak için bu siyasi krizi ve sağlık krizini daha geniş bir çerçeveye oturtarak gezegenin içinden geçtiği boğucu krizleri ve esasen devasa yangınları hesaba katmak gerekir: 2017 Portekiz; 2018 İsveç ve Kaliforniya; 2019 Brezilya, Kongo, Rusya; 2020 Avustralya.

Tarihin hızlanması ve risklerin artması

Tüm bu gerçekleri, aralarındaki ortak paydaları araştırarak yan yana koyduğunuzda, kendinizi çift yönlü bir olguyu inceler halde bulacaksınız: “tarihin hızlanması” ve 1986’da yayınlanan (web sitemde de bulunan) Bırakın Vatanım Uyansın başlıklı kitabımda söylediğim gibi “bahse girilen değerin çok yükselmesi”.

Yüz binlerce yıldır yeryüzünde birbiri ardında gelen binlerce nesilden hiçbirinin benim neslimden daha talihli olmadığını söylesem, abartmış veya böbürlenmiş sayılmam. Nasıl olmasın ki? Benim neslim, dakika dakika ilk insanın Ay’ın ve ilk keşif aracının da Mars’ın yüzeyine inişine kendi gözleriyle şahit oldu; bilim, teknoloji, sanayi, ulaşım ve iletişim araçları alanlarında yaşadığımız devrimden hiç bahsetmiyorum bile.

Şu kısacık insan ömründe tıpkı ateşin keşfinde hazır bulunma veya tarım devriminin ve daha sonra sanayi devriminin başlangıcına şahit olma mesabesinde bir talih kuşu konması bu. Neslime nimetlerini daha fazla yağdırmak üzere, ilahi irade ya da tarihin tesadüfü, –siyasal ve toplumsal sistemlerin gelişimini takip eden bir tarihçi perspektifinden– adeta inanılmaz olaylar yaşattı bize.

Yaşadığım şu yetmiş senede nelere şahit olmadım ki: Fransız ve İngiliz sömürge imparatorluklarının çöküşüne, Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne ve komünizmin gerilemesine, demokrasinin ilerlemesine ve Batı yıldızının batmasına, ırkçı teorilerin gerilemesine ve Amerika’da ilk siyahi başkanının seçilmesine, kadınların haklarının ekseriyetini kazanmalarına… Tüm insanlığın üzerinde ittifak ettiği ilk belge olan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin yayınlanmasından hiç bahsetmiyorum bile.

Modern insanın dehşet verici inşa ve yıkım kabiliyeti

Ateşin keşfine dayanan ilk medeniyetten tarım devrimine dayalı ikinci medeniyete geçiş için adeta yüz binlerce yıl gerekmişken ve üçüncü medeniyeti temsil eden sanayi devrimine geçmek on bin yıl almışken; dördüncü medeniyete, yani tarihin hızlanmasını yaşadığımız bilgi medeniyetine geçiş için sadece birkaç on yıl yetti. Hiç kimse beşinci medeniyetin özelliklerini ve onun temellerini hangi yeni devrimin inşa edeceğini bilmiyor; kesin olan tek şey, onun eşiğinde olduğumuz.

Bu olgunun diğer yönü, kendi deyimimle “bahse girilen değerin [dolayısıyla risklerin] çok yükselmesi”. Geçmiş nesiller neden yeni nesiller gibi yoksulluğun ve hastalığın üstesinden gelemediler? Bizden daha aptal ya da daha az insani falan değillerdi, ama imkânları sınırlıydı. Geçmiş nesiller neden gezegeni bugün bizim yaptığımız gibi tahrip etmediler? Yeni nesillerden daha akıllı ya da daha iyi değillerdi, ama imkânları sınırlıydı.

Kural şu: Son iki yüzyılı insanlık tarihinin yüz binlerce yılından ayıran bilimsel ve teknolojik sıçrama, inşa kabiliyetinde etkinliği azami derecede artırırken aynı yıkım kabiliyetini de dehşet verici seviyelere ulaştırdı.

Kumar oynamakta tecrübesi inanılmaz bir hızda artan bir kumarbaz düşünün; ancak bu kumarbaz, ilk endişesi denge kurmak olan bir dünyayla oynar. Bu dünya sağ eliyle verdiğini sol eliyle çabucak geri alır. Kumarbaz, –art arda– hayal etmeye bile cesaret edemediği kadar muazzam kârlar elde eder. Zafer sarhoşluğu içindeyken ansızın kayıplar geliverir; öyle ki kazandıklarının kahir ekseriyetini tek bir oyunda, üstelik de sağ eliyle beraber kaybeder.

Bu kumarbaz oynamaya her devam ettiğinde önce kâr elde edip biriktirirken ardından aynı büyüklükte kayıplar gelir. Kumarbazın önünde artık iki seçenek vardır: ya oynamayı bırakacak ya da oyunun kuralını kabul edecektir. Bu kural da kayıpların kârlarla aynı büyüklükte olması ve kumarbazın sonunun, yakut ve elmas yığını üzerinde parçalanmış organlarıyla gelebileceğidir.

Her şeyin bir bedeli vardır

Nükleer enerjiyi kontrolün bize nasıl elektrik sağladığına, ardından da kanser taşıyan nükleer radyasyonu ve yeryüzünde hayatı ortadan kaldırabilecek bombaları bize sunduğuna bir bakın. Yine kömür, petrol ve otomotiv sanayiinde milyonlarca işçinin istihdamının nasıl yüz milyonları fakirlikten kurtardığını, ardından da devasa yangınlara yol açan küresel ısınma felaketini beraberinde getirdiğini bir görün.

Daha sonra da antibiyotiklerin keşfinin yüzyıllarca toplumları ve devletleri tekrar tekrar kırıp geçiren mikrobik hastalıkları –son yarım yüzyılda– yenmemizi nasıl sağladığına bir bakın. Ancak aynı ilaçlar, nasıl da tüm bu antibiyotiklere dirençli bakterinin ayıklanmasına yol açtı – ki bu bakteriler, gelecekte bugüne kadar bildiğimizden çok daha tehlikeli salgınlara neden olabilir.

Tropik ormanların derinliklerini parselleyip kerestesinden bütün açgözlülüğünüzle fayda sağlamaya kalkışırsanız, –isteyerek ya da istemeden– oradaki şempanzeler ve yarasalarla temas kurup önce o küçük köye, ardından da dünyaya HIV ve Ebola virüslerini taşımanız kaçınılmaz olur.

İnternet’in –başta elektronik savaş olmak üzere büyüklüğünü öngöremediğimiz felaketvari sonuçları ile hizmetlerinin durması ihtimaline hiç maruz kalmadan– tüm avantajlarından faydalanmak nerede mümkün? Peki, bu virüsün ve diğerlerinin yayılmasına ve söndürülmesi zor yangınlara yol açmadan dünyanın en uzak köşesine kolaylıkla intikal nereden mümkün?

Şu aksiyomatik kuralı [kendiliğinden apaçık kabul edilen temel önermeyi] ya bilmedik ya da bilmezden geldik: Bu dünyada bedava hiçbir şey yoktur… Her şeyin bir bedeli vardır… Menfi tarafı olmayan bir müspet yoktur. Ve müspet tarafı olmayan bir menfi de yoktur; tıpkı tüm makalelerimi Chicago’dan beğenerek dikkatle okuyup inceleyen mühendis İslimo Vild Dellahi’nin bana şu notu düştüğü gibi: Koronavirüs, kirliliği azaltma hususunda insanoğlunun gösterdiği tüm çabaların bir türlü beceremediğini iki hafta içinde başardı.

Koronavirüs krizi ve insanlığın ulaştığı kritik aşama

Özetle, koronavirüs ve kardeşleri, tarihin hızlanması ve bahse girilen değerin [dolayısıyla risklerin] çok yükselmesinin bir sonucu olarak, insanlığın ulaştığı kritik aşamanın bir olgusudur. Ve bu aşamanın durup durmayacağını, durursa bunun ne zaman ve hangi şartlar altında gerçekleşeceğini hiç kimse bilmiyor. Emin olduğumuz tek şey, ister hastanelerde ve laboratuvarlarda üreyen mikroplar ve virüslerden kaynaklı salgınlar, ister küresel ısınmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan doğal afetler, ister 2008’deki gibi bankacılık sisteminde bir çöküş, isterse herhangi bir nükleer savaştan çok daha fazla ekonomiyi yıkabilecek internet savaşları olsun, gelecekte başka musibetlerle yüz yüze kalacağımızdır.

Bizi bekleyen büyük meydan okumalarla yüzleşmek için istifade edilmesi gereken tecrübelerden şimdiye kadar ne gibi sonuçlar çıkarılabilir? İnsan tabiatının karanlık yüzünün sürekliliğini, derinliğini ve tehlikesini bize hatırlatan, bu krizlerin davranışlara yansımasının bir neticesi olarak geleceğimize ilişkin hakiki bir korku var.

Bu bağlamda bulaşıcı hastalığı yaymakla suçlanan Asyalılara karşı bazılarının kabadayılık taslamaya dönük o muazzam aptallık ve ırkçılıklarına bakın. İnsanların her yerde –başka hiçbir şeyi umursamadan– yiyecek depolamak için giriştikleri mücadeleyi görün. Ve salgının başından itibaren ABD’yi kasıp savuran silah depolama dalgasının yükselişine bakın; adeta Amerikan ulusu, içeride herkesin herkese karşı savaşına hazırlanıyormuş gibi…

Çok şükür ki bütün meydan okumalarla başa çıkabileceğimiz konusunda gerçek bir umut da var. Geçmişte yaşadığımız bütün sıkıntıların üstesinden tesadüf eseri gelmiş değiliz ve şimdi de Allah’ın yardımıyla bu imtihanı aşacağız. Zira bu krizler aynı zamanda içimizdeki en iyiyi de yansıtır. Sadece dayanışma değerini ortaya çıkarmakla kalmaz, –tıpkı her büyük meydan okumanın yaptığı gibi– aynı zamanda zekâyı ve iradeyi de keskinleştirir ve korkunun temel itici güç olup olmaması bu noktada önemli değildir.

Düşünün ki sinema, 1960’lı ve 1970’li yıllarda –korku filmleri üzerinden– insanları nükleer savaşın tehlikelerine karşı duyarlı hale getirme rolünü oynamamış olsaydı acaba bu halklar, tüm önlemleri almaları ve felaketin gerçekleşmesini önleme mekanizmalarına hakim olmaları için yöneticilerine yeterli baskıyı uygularlar mıydı?

Kuşkusuz HIV virüsünün ortaya çıkmasından sonra dünyayı kasıp kavuran panik dalgası, salgının yayılmasını sınırlandırabilen ve bugün hastalıktan iyileşmeyi konuşmamıza imkan veren fonları ve bilimsel enerjileri harekete geçiren şeydi. Aynısı SARS, MERS ve Ebola salgınlarının hızla kontrol altına alınmasında da geçerli.

İklim değişikliğinin etkisiyle ilgili son on yılda yaşadığımız korku, devletlerin ve sivil toplum kuruluşlarının söz konusu olgunun sonuçlarını sınırlandırmaya ya da en azından buna hazırlanıp uyum sağlamaya dönük tüm çabalarının temel katalizörü olageldi.

Çaba sarf edilmesi gereken üç düzey

Tarihin hızlanmasının ve bahse girilen değerin [dolayısıyla risklerin] çok yükselmesinin –tehlikelerin ve meydan okumaların katlanarak artması ve büyümesi bağlamında– şu üç düzeyde büyük bir çaba sarf etmeyi hepimize dayatacağı kesindir:

  • Psikososyal düzey: Mevcut nesiller –özellikle de gelecek nesiller– acil ve beklenmedik durumlara hızlı uyum sağlama ve istikrar yanılsamasını boşlamaya hazırlanmalıdır; zira kriz, yeni durumdaki tek sabitedir ve gelecek, bir kriz bitti mi bizi bir başkasına havale edecektir.
  • Kültürel-entelektüel düzey: Görülmemiş karmaşıklıktaki eşi benzeri olmayan problemlere, yaratıcı fikirleriyle ve çok farklı metodolojilerle, –miadını doldurmuş reçetelerde değil– tamamı geleceğin rahminde bulunan bir çözüm paketi aramaya çalışan mütefekkirler, münevverler ve basın mensuplarından yeni bir nesil gereklidir.
  • Yerel ve küresel siyasi düzey: Kısa, orta ve uzun vadede koruma planlarına girişmeyen yönetimler sorumluluk sahibi olmaya layık değildir. Özellikle son derece kırılgan durumdaki Arap devletlerimizde gereken şey, katlanarak artacak iklim felaketleriyle ve –tıpkı yaşadığımız pandemi gibi– gelecekte bizi şaşırtacak bilinmedik virüs salgınlarıyla yüzleşmek için stratejik ilaç, gıda ve yakıt rezervi sağlamak amacıyla sıkı planlar benimsemektir.

Stratejik seçenekler şartların gelişimine bağımlı kalır: Tıpkı komünizm gibi liberalizm de büyük bir felaketten önce veya sonra çökecek mi? Son iki yüzyıldır taptığımız (ilerleme, gelişme, büyüme, tabiat üzerinde hâkimiyet gibi) fikrî putları, hangi yeni kavramlarla değiştireceğiz? İlim Allah’ın indinde, amel ise insanın uhdesindedir.

Bu kritik günlerde Allah sizi koronafobiden korusun; virüse gelince çözüm bir şekilde illaki bulunur. Ayrıca Allah sizi iyimserlikten de kötümserlikten de korusun; en iyi duruş Filistinli yazar Emil Habibi’nin tavsiye ettiğidir: “Kötüyimserlik!”

Bu yazı ilk kez 11 Mayıs 2020’de yayımlanmıştır.

Munsif Merzûkî’nin El-Cezire Arapça internet sitesinde yayımlanan “Koronavirüs ve Kardeşleri” başlıklı yazısı Zahide Tuba Kor tarafından Arapçadan Türkçeye çevrilmiştir. Makalenin orijinaline ve tamamına şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.aljazeera.net/amp/knowledgegate/opinions/2020/3/19/%D9%83%D9%88%D8%B1%D9%88%D9%86%D8%A7-%D9%88%D8%A3%D8%AE%D9%88%D8%A7%D8%AA%D9%87%D8%A7

Fikir Turu
Fikir Turuhttps://fikirturu.com/
Fikir Turu, yalnızca Türkiye’deki düşünce hayatını değil, dünyanın da ne düşündüğünü, tartıştığını okurlarına aktarmaya çalışıyor. Bu amaçla, İngilizce, Arapça, Rusça, Almanca ve Çince yazılmış önemli makalelerin belli başlı bölümlerini çevirerek, editoryal katkılarla okuruna sunmaya çalışıyor. Her makalenin orijinal metnine ve değerli çevirmen arkadaşlarımızın bilgilerine makalenin alt kısmındaki notlardan ulaşabilirsiniz.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x