Kriz anında hangi toplumlar niye ayakta kalır?

Dünya tarihsel değişimlerin ortasında, krizler yeni normalin ayrılmaz bir parçası. Kriz zamanlarında hayatta kalma yeteneğini güçlendiren ne? Dayanıklılık mı esneklik mi? Bütün bunlar için toplumsal sözleşme neden önemli? Doç. Dr. Songül Demir yazdı.

En önemli insani yetkinliklerden biri de değişen yaşam koşullarına uyum sağlamak ve değişim zamanlarında daha da gelişebilmek. Bu yalnızca bireyler için değil, toplumlar için de geçerli.

Toplumlar da aslında öğrenebilen sosyal sistemler. Tarih boyunca doğal afetler, savaşlar ve demokratik olmayan sistemler tarafından kesintiye uğrasalar da geliştiler ve ilerlediler.

Ama artık günümüzde oluşan koşullar nedeniyle, bugüne kadar hep yüceltilmiş ilerleme ve gelişme kavramı yerini değişen yaşam koşulları karşısında varlığını sürdürmek adına ‘dirençli olmaya’ bırakıyor.

İlerlemeye olan inanç niçin kırıldı?

Birçok yönden tarihsel değişimlerin ortasında olan bir dünyada, ‘kriz’ yeni normalin ayrılmaz bir parçası haline geldi.

Dünya her zamankinden daha karmaşık, daha dinamik ve daha öngörülemez ve bu nedenle daha karmaşık sorunlar ve yeni tehlike boyutları ortaya çıkıyor.

Zaten, Korona krizinden çok önce, yüksek düzeyde ağlarla bağlı, küreselleşmiş dünya, benzeri görülmemiş çeşitlilikte karmaşık krizlere ve zorluklara sahne olmuştu ve olmaya da devam ediyor. Bu zorluklar yelpazesi, ekonomik, finansal ve göç krizleri, savaşlar, (siber) terörizm ve sosyal ayaklanmalardan teknolojik aksamalara, artan sosyal eşitsizlik veya demografik değişimin etkilerinden doğal afetler ve zamanımızın devasa ekolojik sorunlarına kadar uzanıyor. Bu ekolojik sorunlar; türlerin yok oluşu, kaynakların kıtlığı ve bir tür kronik süper kriz şeklinde devam eden iklim değişikliği hiç olmadığı kadar etkili oluyor.

Aynı zamanda günümüz toplumlarında ihtiyaçların oldukça karmaşık yapısı da sosyal ve psikolojik kriz riskini artırıyor.

2020’nin başından bu yana ise bu kriz yığını, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük küresel kriz olan korona pandemisi ile daha da derinleşti. 24 Şubat 2022`de Rusya`nın Ukrayna`yı işgali durumu çok daha zorlaştırdı. Artık insanlık tarihinde bir “kriz dönemi”nden bahsetmek meşru.

Bir dönüm noktası olarak kriz

Korona krizi, karmaşık bir ağa bağlı dünyadaki küresel yol bağımlılıklarının, yani üretim ve tedarik zincirlerinin aksamasıyla, dolaşım imkânının neredeyse tamamen durmasıyla, nasıl bir anda normal hayatımızı alt üst edebileceğini büyük ölçüde gösterdi.

Pandemi, insanlar, toplum, ekonomi ve doğa arasında sürdürülebilir bir etkileşim sorusunu gündeme getirdi. Hayatın tüm alanlarını etkileyen, norm ve değerlerimizi sorgulayan bu kadar derin bir krizi tüm insanlık ilk kez yaşadı.

Ancak bu noktada krizlerin yapıcı potansiyeline de dikkat çekmek gerekir. Çünkü gerçek krizler bizi kökten ve kalıcı olarak değiştirir. Dönüm noktası olacak bir karara zorlar. Ya eskiye bağlı kalınacaktır veya yeni yeniden icat edilecektir.

Pandemiden önce bile, sürekli büyüme mitinin yeryüzü sınırlarını zorladığı ve toplumsal bölünmelere yol açtığı giderek daha açık hale gelmekteydi. Korona krizi artık göz ardı edilemeyecek bir uyandırma çağrısı ve toplumun geleceğinin nasıl güvence altına alınabileceği sorusuna odaklanmayı gerektiriyor.

Kısacası, pandemi dönemi, toplumun her alanında köklü bir rota değişikliğini zorunlu kılıyor.

Çoklu kriz dönemi

Çoklu kriz eşiğindeyiz; sağlık hizmetlerini, tarımı optimize etmek ve aynı zamanda doğayı korumak, enerji yönetimini güvence altına almak için hedef odaklı düzenlemeler yapmak zorunlu.

İçinde bulunduğumuz geniş ağlarla birbirine bağlı toplumlar artık uzun vadeli istikrarlı veya güvenilir bir şekilde hesaplanabilir yapılar sunmuyor.  Maalesef 20. yüzyılın sonlarına kadar geçerli olan netlik ve kontrol edilebilirlik kavramlarının modası geçti.

Yaşadığımız çağ, tahmin edilemez ve güvenilmez olanın baskın olduğu bir çağ. Bu da yeni, daha bütüncül ve sistematik bir güvenlik anlayışını gerekli kılıyor.  Tehdit ve risk ne kadar çok değişiyorsa, güvenlik de o kadar dinamik olmalı. Korona krizi, bu geçici güvenliğe kalıcı bir yaklaşım sağlayan stratejiler arayışında yardımcı olabilir.

Pandemi döneminde oldukça aktif rol alan, psikolog ve risk araştırmacısı Gerd Gigerenzer, bunu “belirsizlikle yaşama pratiği yapmak için bir ders” olarak tanımlıyor. Aslında, kolektif savunmasızlık deneyimi şunu açıkça ortaya koyuyor: Şimdi adaptasyona geçme ve sistemik koruyucu faktörleri genişletme zamanı.

Dayanıklılığın yılı

Bu doğrultuda sorulması gereken soru şu: Kriz zamanlarında hayatta kalma yeteneğini güçlendiren nedir?

Bu soruya cevap ararken 2020’ler dayanıklılığın on yılı olarak anmak yanlış olmaz.

Dayanıklılığı artırma adına kriz durumunu aşmak için ise, psikoloji alanında özellikle gelişim psikolojisinde kullanılan “Direnç” (Resilience) kavramı öne sürülüyor.

Aslında bu kavram, son zamanlarda sık duyulmasına rağmen çok da yeni değil. Gelişim psikolojisinden sonra en çok dile getirildiği alan sosyo-ekolojik alandır. Çünkü insan doğayı yeniden üretilebileceğinden daha hızlı kullanıyor ve sömürüyor. İnsanlığın biyosferi kullanımının sürdürülebilir olmadığı artık yaygın olarak görülüyor. İnsan kaynaklı iklim değişikliği, en iyi bilinen çevresel tehdit. Kurak alan ekosistemlerinin yaklaşık yüzde 10 ila 20’si bozulmuş durumda ve buralarda yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılayamıyor; çoğu deniz balıkçılığı ya aşırı avlanmanın eşiğinde ya da çoktan çökmüş durumda. Milyarlarca insan su kıtlığı ve düşük su kalitesi sorunlarıyla karşı karşıya ve dünyanın ekosistem hizmetlerinin yarısından fazlası bozuldu. Bu sorunlarla baş edebilmek adına 1991 yılında, Dirençlilik İttifakı (The Resilience Alliance) adı altında, sosyal-ekolojik sistemlerin dinamiklerini araştıran uluslararası, çok disiplinli bir araştırma merkezi kuruldu.

Direnç kavramı hayatımıza böylece girerken, pandemi ile birlikte derinleşen çoklu kriz durumu bu kavramının bireysel, sosyal, ekonomik ve global düzlemde tartışılmasının yolunu açtı.

Bu kelimenin anlamına baktığımız zaman niçin bu kavramın seçildiği kolayca anlaşılabilir.

Direnç nedir?

Direnç terimi, ‘geri sıçrama’ veya ‘geri fırlama’ olarak çevrilebilen Latince “resilire” kelimesinden gelir. Terim, insanların, kuruluşların veya sistemlerin rahatsızlıklara tepki verme şeklini açıklamak için kullanılır. Esneklik, stresli durumlarla başa çıkma yeteneğini tanımlar. Terim esneklik veya dayanıklılık olarak da tercüme edilebilir (Wustmann, 2004, s. 18).

Direnç genellikle bir sistemi işlevsel kılarken, hızlı bir şekilde toparlanıp daha da gelişirken önemli ölçüde değişen dış koşullara uyum sağlama yeteneğini tanımlar. Buna göre dirençli bir kamu yönetiminin özelliği, kalıcı ve öngörülemeyen krizlerin yeni normalinde hareket edebilmesi, yeni, dinamik durumlara esnek bir şekilde uyum sağlaması ve geçmiş krizlerden ders almasıdır.

Hiçbir yönetim, korona krizinden öğrendiklerini öylece unutmayı göze alamaz. Zira değişen koşullara hızlı ve esnek bir şekilde uyum sağlamalarının tek yolu, pasif tepki verme mantığından proaktif bir dayanıklılık, dirençlilik mantığına geçmeleridir.

Dayanıklılık mı, esneklik mi?

Princeton Üniversitesi`nde ekonomi Profesörü Markus Brunnermeier 2021 yılında yayınladığı Dirençli Toplum (The Resilient Society) adlı eserinde, dirençli olmayı sağlamlıktan çok esneklikle ilişkilendiriyor ve   örnek olarak meşe ağacı ve kamış arasındaki farkı veriyor: Herhangi bir fırtınaya karşı meşe ağacı sağlam kalmaya çalışır, belirli bir noktaya kadar meydan okur ama fırtınanın şiddetine göre sonunda devrilir.  Ancak karşılaştırılma yapıldığında, kamış fırtınaya dayanmak için daha donanımlıdır. Fırtına nedeniyle eğildiğinde, ilk başlarda pes ettiği düşünülür. Fakat, fırtına geçtiğinde hiç zarar görmeden tekrar eski haline geri döner, ayağa kalkar.

Dolayısıyla önemli olan, krizleri toplumun esnekliğini artırmak için dönüştürebilme kabiliyetidir. Bu nedenle dirençli yaklaşım riskten kaçınmaz aksine risk alır ve bu sayede krizlerle baş edebilmeyi öğrenir. Bu çerçevede Brunnermeier, statik risk yönetimi yerine dinamik esneklik yönetimini öne sürer.

Dayanıklılık, bireylere olduğu kadar sistemlere ve toplumlara da uygulanabilir. Dayanıklılık, şiddetli bir darbeden sonra bile kendini toparlayabilme yeteneğidir. Dirençli bir toplum, şiddetli şoklardan sonra yeniden güç kazanmayı başarır. Doğal olarak her şeyden önce krizlerinde gelişir.

Bu nedenle toplumu her riskten uzak tutmak veya daha kalın koruyucu duvarlarla koruma altına almaya çalışmak yerine, geri dönüş yeteneklerini güçlendirmek için çözüm aramak gerekir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, bir kasırga karşısında ayakta kalan, tüm sağlamlığına rağmen kırılan meşe ağacı değil, sallanan kamıştır.

Dirençlilik ve dayanıklılık için toplumsal sözleşme neden şart?

Ancak burada şu iki noktayı vurgulamak gerekir; birincisi, kimi riskler geri döndürülemez hasarlara neden olabilir. Bu nedenle iyi bir risk analizi yaparak, verebileceği zararı ön görmek yerinde olacaktır. Bir diğer nokta ise, tecrübe edilen bir şok sonrası her şeyin eskiye dönme zorunluluğunun olmadığıdır. Örneğin, korona krizi bize yeni bir normal getirdi ve evden çalışma güncellendi. Direnç, daha önce az gelişmiş alanlarda bize yeni bir büyüme de sağlayabilir.

Direnç sadece şoklara karşı değil, aynı zamanda dışsal etkilere örneğin üretim ve tedarik zincirlerindeki aksaklık nedeniyle ortaya çıkan sorunlarla başa çıkmaya da yardımcı olur. Bunun iyi bir örneği, kıtlık korkusunun bu kıtlığa daha hızlı neden olan Hamster (Dağ Faresi) örneğindeki gibi istifleme amacıyla alışveriş yapmaktır.

Hamster, istifleme için Almanca konuşma dilinde kullanılan bir terimdir. Bu terimin ilk kullanımı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı dönemine denk gelir. Kriz durumunda insanlar yiyecek ve diğer malları, normal kişisel gereksinimlerinin üzerinde depolayabilirler. Ancak bu tutum toplumsal yardımlaşma ve dayanışmaya zarar verir ve toplumsal direnci en baştan zedeler. Bu nedenle bu tür zararları ve şokları kontrol altına almak için karşılıklı yardımlaşmayı sağlayan bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır.

Brunnermeier’in vurguladığı gibi, esnek bir toplumsal sözleşmenin uygulanması için ise hükümet ve piyasalara ek olarak toplumsal normlar da çok önemlidir.

Özellikle toplumsal normların referans kaynağı olan kültürel ve hatta dini değerler hiç olmadığı kadar çok öne çıkar. Bu nedenle değerlerin yozlaşması, bazı bireylerin veya belirli zümrelerin çıkarları uğruna kuralların hiçe sayılması, toplumsal adaletsizlik, kriz durumlarının aşılmasına engel olmakla kalmaz, aynı zamanda krizin derinleşmesine de neden olur.

Geleceğe nasıl hazırlanırız?

Gelecek artık eskisi gibi değil: Gelecek terimi eskiden daha iyi zamanların vaadi anlamına gelirken, şimdi daha çok bir toplum olarak, kurumlar olarak ve bireyler olarak pek çok öngörülemeyen durumla en iyi nasıl başa çıkabileceğimizle ilgili görünüyor.

Gelecekte yine krizler olabilir. Bu ise, direnç kavramını geleceğe yönelik sosyal planların merkezine yerleştirmeyi zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle geriye sıçrayabildiğimiz ölçüde, neleri yanlış yaptığımızı, neleri düzeltmemiz gerektiğini kavrayabiliriz. Böylece hızlı bir şekilde toparlanıp daha da gelişirken önemli ölçüde değişen dış koşullara uyum sağlama yeteneği kazanabiliriz. Bu ise sadece acil durum planları veya güçlü bir teknik altyapıya sahip olma çabasıyla ilgili değildir. Aynı zamanda yönetimin sahip olduğu organizasyonları, personeli ve kültürünün temel ve geniş kapsamlı bir şekilde yeniden yönlendirilmesi ile ilgilidir.

Sonuç olarak; büyük şoklara hazırlanarak, küçük krizlerden ders alarak, müdahale modellerimizi geliştirerek, acil durum planları yaparak ve birbirimize yardım ederek dayanıklılığı geliştirebiliriz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 3 Şubat 2023’te yayımlanmıştır.

Songül Demir
Songül Demir
Doç. Dr. Songül Demir - Berlin`de Freie Üniversitesi`nde doktorasını 2010 yılında zihin felsefesi alanında özellikle “irade özgürlüğü”, “bilinç”, “öz bilinç” kavramları çerçevesinde tamamladı. Sonrasında Augsburg Üniversitesi`nde “kültür antropolojisi” alanında çalışmalar yaptı ve seminerler verdi. Eş zamanlı olarak 2012 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü`nde Felsefe Programı`nda öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı ve halen Yıldız Teknik Üniversitesi`nde çalışıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Kriz anında hangi toplumlar niye ayakta kalır?

Dünya tarihsel değişimlerin ortasında, krizler yeni normalin ayrılmaz bir parçası. Kriz zamanlarında hayatta kalma yeteneğini güçlendiren ne? Dayanıklılık mı esneklik mi? Bütün bunlar için toplumsal sözleşme neden önemli? Doç. Dr. Songül Demir yazdı.

En önemli insani yetkinliklerden biri de değişen yaşam koşullarına uyum sağlamak ve değişim zamanlarında daha da gelişebilmek. Bu yalnızca bireyler için değil, toplumlar için de geçerli.

Toplumlar da aslında öğrenebilen sosyal sistemler. Tarih boyunca doğal afetler, savaşlar ve demokratik olmayan sistemler tarafından kesintiye uğrasalar da geliştiler ve ilerlediler.

Ama artık günümüzde oluşan koşullar nedeniyle, bugüne kadar hep yüceltilmiş ilerleme ve gelişme kavramı yerini değişen yaşam koşulları karşısında varlığını sürdürmek adına ‘dirençli olmaya’ bırakıyor.

İlerlemeye olan inanç niçin kırıldı?

Birçok yönden tarihsel değişimlerin ortasında olan bir dünyada, ‘kriz’ yeni normalin ayrılmaz bir parçası haline geldi.

Dünya her zamankinden daha karmaşık, daha dinamik ve daha öngörülemez ve bu nedenle daha karmaşık sorunlar ve yeni tehlike boyutları ortaya çıkıyor.

Zaten, Korona krizinden çok önce, yüksek düzeyde ağlarla bağlı, küreselleşmiş dünya, benzeri görülmemiş çeşitlilikte karmaşık krizlere ve zorluklara sahne olmuştu ve olmaya da devam ediyor. Bu zorluklar yelpazesi, ekonomik, finansal ve göç krizleri, savaşlar, (siber) terörizm ve sosyal ayaklanmalardan teknolojik aksamalara, artan sosyal eşitsizlik veya demografik değişimin etkilerinden doğal afetler ve zamanımızın devasa ekolojik sorunlarına kadar uzanıyor. Bu ekolojik sorunlar; türlerin yok oluşu, kaynakların kıtlığı ve bir tür kronik süper kriz şeklinde devam eden iklim değişikliği hiç olmadığı kadar etkili oluyor.

Aynı zamanda günümüz toplumlarında ihtiyaçların oldukça karmaşık yapısı da sosyal ve psikolojik kriz riskini artırıyor.

2020’nin başından bu yana ise bu kriz yığını, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük küresel kriz olan korona pandemisi ile daha da derinleşti. 24 Şubat 2022`de Rusya`nın Ukrayna`yı işgali durumu çok daha zorlaştırdı. Artık insanlık tarihinde bir “kriz dönemi”nden bahsetmek meşru.

Bir dönüm noktası olarak kriz

Korona krizi, karmaşık bir ağa bağlı dünyadaki küresel yol bağımlılıklarının, yani üretim ve tedarik zincirlerinin aksamasıyla, dolaşım imkânının neredeyse tamamen durmasıyla, nasıl bir anda normal hayatımızı alt üst edebileceğini büyük ölçüde gösterdi.

Pandemi, insanlar, toplum, ekonomi ve doğa arasında sürdürülebilir bir etkileşim sorusunu gündeme getirdi. Hayatın tüm alanlarını etkileyen, norm ve değerlerimizi sorgulayan bu kadar derin bir krizi tüm insanlık ilk kez yaşadı.

Ancak bu noktada krizlerin yapıcı potansiyeline de dikkat çekmek gerekir. Çünkü gerçek krizler bizi kökten ve kalıcı olarak değiştirir. Dönüm noktası olacak bir karara zorlar. Ya eskiye bağlı kalınacaktır veya yeni yeniden icat edilecektir.

Pandemiden önce bile, sürekli büyüme mitinin yeryüzü sınırlarını zorladığı ve toplumsal bölünmelere yol açtığı giderek daha açık hale gelmekteydi. Korona krizi artık göz ardı edilemeyecek bir uyandırma çağrısı ve toplumun geleceğinin nasıl güvence altına alınabileceği sorusuna odaklanmayı gerektiriyor.

Kısacası, pandemi dönemi, toplumun her alanında köklü bir rota değişikliğini zorunlu kılıyor.

Çoklu kriz dönemi

Çoklu kriz eşiğindeyiz; sağlık hizmetlerini, tarımı optimize etmek ve aynı zamanda doğayı korumak, enerji yönetimini güvence altına almak için hedef odaklı düzenlemeler yapmak zorunlu.

İçinde bulunduğumuz geniş ağlarla birbirine bağlı toplumlar artık uzun vadeli istikrarlı veya güvenilir bir şekilde hesaplanabilir yapılar sunmuyor.  Maalesef 20. yüzyılın sonlarına kadar geçerli olan netlik ve kontrol edilebilirlik kavramlarının modası geçti.

Yaşadığımız çağ, tahmin edilemez ve güvenilmez olanın baskın olduğu bir çağ. Bu da yeni, daha bütüncül ve sistematik bir güvenlik anlayışını gerekli kılıyor.  Tehdit ve risk ne kadar çok değişiyorsa, güvenlik de o kadar dinamik olmalı. Korona krizi, bu geçici güvenliğe kalıcı bir yaklaşım sağlayan stratejiler arayışında yardımcı olabilir.

Pandemi döneminde oldukça aktif rol alan, psikolog ve risk araştırmacısı Gerd Gigerenzer, bunu “belirsizlikle yaşama pratiği yapmak için bir ders” olarak tanımlıyor. Aslında, kolektif savunmasızlık deneyimi şunu açıkça ortaya koyuyor: Şimdi adaptasyona geçme ve sistemik koruyucu faktörleri genişletme zamanı.

Dayanıklılığın yılı

Bu doğrultuda sorulması gereken soru şu: Kriz zamanlarında hayatta kalma yeteneğini güçlendiren nedir?

Bu soruya cevap ararken 2020’ler dayanıklılığın on yılı olarak anmak yanlış olmaz.

Dayanıklılığı artırma adına kriz durumunu aşmak için ise, psikoloji alanında özellikle gelişim psikolojisinde kullanılan “Direnç” (Resilience) kavramı öne sürülüyor.

Aslında bu kavram, son zamanlarda sık duyulmasına rağmen çok da yeni değil. Gelişim psikolojisinden sonra en çok dile getirildiği alan sosyo-ekolojik alandır. Çünkü insan doğayı yeniden üretilebileceğinden daha hızlı kullanıyor ve sömürüyor. İnsanlığın biyosferi kullanımının sürdürülebilir olmadığı artık yaygın olarak görülüyor. İnsan kaynaklı iklim değişikliği, en iyi bilinen çevresel tehdit. Kurak alan ekosistemlerinin yaklaşık yüzde 10 ila 20’si bozulmuş durumda ve buralarda yaşayan insanların ihtiyaçlarını karşılayamıyor; çoğu deniz balıkçılığı ya aşırı avlanmanın eşiğinde ya da çoktan çökmüş durumda. Milyarlarca insan su kıtlığı ve düşük su kalitesi sorunlarıyla karşı karşıya ve dünyanın ekosistem hizmetlerinin yarısından fazlası bozuldu. Bu sorunlarla baş edebilmek adına 1991 yılında, Dirençlilik İttifakı (The Resilience Alliance) adı altında, sosyal-ekolojik sistemlerin dinamiklerini araştıran uluslararası, çok disiplinli bir araştırma merkezi kuruldu.

Direnç kavramı hayatımıza böylece girerken, pandemi ile birlikte derinleşen çoklu kriz durumu bu kavramının bireysel, sosyal, ekonomik ve global düzlemde tartışılmasının yolunu açtı.

Bu kelimenin anlamına baktığımız zaman niçin bu kavramın seçildiği kolayca anlaşılabilir.

Direnç nedir?

Direnç terimi, ‘geri sıçrama’ veya ‘geri fırlama’ olarak çevrilebilen Latince “resilire” kelimesinden gelir. Terim, insanların, kuruluşların veya sistemlerin rahatsızlıklara tepki verme şeklini açıklamak için kullanılır. Esneklik, stresli durumlarla başa çıkma yeteneğini tanımlar. Terim esneklik veya dayanıklılık olarak da tercüme edilebilir (Wustmann, 2004, s. 18).

Direnç genellikle bir sistemi işlevsel kılarken, hızlı bir şekilde toparlanıp daha da gelişirken önemli ölçüde değişen dış koşullara uyum sağlama yeteneğini tanımlar. Buna göre dirençli bir kamu yönetiminin özelliği, kalıcı ve öngörülemeyen krizlerin yeni normalinde hareket edebilmesi, yeni, dinamik durumlara esnek bir şekilde uyum sağlaması ve geçmiş krizlerden ders almasıdır.

Hiçbir yönetim, korona krizinden öğrendiklerini öylece unutmayı göze alamaz. Zira değişen koşullara hızlı ve esnek bir şekilde uyum sağlamalarının tek yolu, pasif tepki verme mantığından proaktif bir dayanıklılık, dirençlilik mantığına geçmeleridir.

Dayanıklılık mı, esneklik mi?

Princeton Üniversitesi`nde ekonomi Profesörü Markus Brunnermeier 2021 yılında yayınladığı Dirençli Toplum (The Resilient Society) adlı eserinde, dirençli olmayı sağlamlıktan çok esneklikle ilişkilendiriyor ve   örnek olarak meşe ağacı ve kamış arasındaki farkı veriyor: Herhangi bir fırtınaya karşı meşe ağacı sağlam kalmaya çalışır, belirli bir noktaya kadar meydan okur ama fırtınanın şiddetine göre sonunda devrilir.  Ancak karşılaştırılma yapıldığında, kamış fırtınaya dayanmak için daha donanımlıdır. Fırtına nedeniyle eğildiğinde, ilk başlarda pes ettiği düşünülür. Fakat, fırtına geçtiğinde hiç zarar görmeden tekrar eski haline geri döner, ayağa kalkar.

Dolayısıyla önemli olan, krizleri toplumun esnekliğini artırmak için dönüştürebilme kabiliyetidir. Bu nedenle dirençli yaklaşım riskten kaçınmaz aksine risk alır ve bu sayede krizlerle baş edebilmeyi öğrenir. Bu çerçevede Brunnermeier, statik risk yönetimi yerine dinamik esneklik yönetimini öne sürer.

Dayanıklılık, bireylere olduğu kadar sistemlere ve toplumlara da uygulanabilir. Dayanıklılık, şiddetli bir darbeden sonra bile kendini toparlayabilme yeteneğidir. Dirençli bir toplum, şiddetli şoklardan sonra yeniden güç kazanmayı başarır. Doğal olarak her şeyden önce krizlerinde gelişir.

Bu nedenle toplumu her riskten uzak tutmak veya daha kalın koruyucu duvarlarla koruma altına almaya çalışmak yerine, geri dönüş yeteneklerini güçlendirmek için çözüm aramak gerekir. Yukarıda verilen örnekte olduğu gibi, bir kasırga karşısında ayakta kalan, tüm sağlamlığına rağmen kırılan meşe ağacı değil, sallanan kamıştır.

Dirençlilik ve dayanıklılık için toplumsal sözleşme neden şart?

Ancak burada şu iki noktayı vurgulamak gerekir; birincisi, kimi riskler geri döndürülemez hasarlara neden olabilir. Bu nedenle iyi bir risk analizi yaparak, verebileceği zararı ön görmek yerinde olacaktır. Bir diğer nokta ise, tecrübe edilen bir şok sonrası her şeyin eskiye dönme zorunluluğunun olmadığıdır. Örneğin, korona krizi bize yeni bir normal getirdi ve evden çalışma güncellendi. Direnç, daha önce az gelişmiş alanlarda bize yeni bir büyüme de sağlayabilir.

Direnç sadece şoklara karşı değil, aynı zamanda dışsal etkilere örneğin üretim ve tedarik zincirlerindeki aksaklık nedeniyle ortaya çıkan sorunlarla başa çıkmaya da yardımcı olur. Bunun iyi bir örneği, kıtlık korkusunun bu kıtlığa daha hızlı neden olan Hamster (Dağ Faresi) örneğindeki gibi istifleme amacıyla alışveriş yapmaktır.

Hamster, istifleme için Almanca konuşma dilinde kullanılan bir terimdir. Bu terimin ilk kullanımı Birinci ve İkinci Dünya Savaşı dönemine denk gelir. Kriz durumunda insanlar yiyecek ve diğer malları, normal kişisel gereksinimlerinin üzerinde depolayabilirler. Ancak bu tutum toplumsal yardımlaşma ve dayanışmaya zarar verir ve toplumsal direnci en baştan zedeler. Bu nedenle bu tür zararları ve şokları kontrol altına almak için karşılıklı yardımlaşmayı sağlayan bir toplumsal sözleşmeye ihtiyaç vardır.

Brunnermeier’in vurguladığı gibi, esnek bir toplumsal sözleşmenin uygulanması için ise hükümet ve piyasalara ek olarak toplumsal normlar da çok önemlidir.

Özellikle toplumsal normların referans kaynağı olan kültürel ve hatta dini değerler hiç olmadığı kadar çok öne çıkar. Bu nedenle değerlerin yozlaşması, bazı bireylerin veya belirli zümrelerin çıkarları uğruna kuralların hiçe sayılması, toplumsal adaletsizlik, kriz durumlarının aşılmasına engel olmakla kalmaz, aynı zamanda krizin derinleşmesine de neden olur.

Geleceğe nasıl hazırlanırız?

Gelecek artık eskisi gibi değil: Gelecek terimi eskiden daha iyi zamanların vaadi anlamına gelirken, şimdi daha çok bir toplum olarak, kurumlar olarak ve bireyler olarak pek çok öngörülemeyen durumla en iyi nasıl başa çıkabileceğimizle ilgili görünüyor.

Gelecekte yine krizler olabilir. Bu ise, direnç kavramını geleceğe yönelik sosyal planların merkezine yerleştirmeyi zorunlu kılıyor. Bir başka deyişle geriye sıçrayabildiğimiz ölçüde, neleri yanlış yaptığımızı, neleri düzeltmemiz gerektiğini kavrayabiliriz. Böylece hızlı bir şekilde toparlanıp daha da gelişirken önemli ölçüde değişen dış koşullara uyum sağlama yeteneği kazanabiliriz. Bu ise sadece acil durum planları veya güçlü bir teknik altyapıya sahip olma çabasıyla ilgili değildir. Aynı zamanda yönetimin sahip olduğu organizasyonları, personeli ve kültürünün temel ve geniş kapsamlı bir şekilde yeniden yönlendirilmesi ile ilgilidir.

Sonuç olarak; büyük şoklara hazırlanarak, küçük krizlerden ders alarak, müdahale modellerimizi geliştirerek, acil durum planları yaparak ve birbirimize yardım ederek dayanıklılığı geliştirebiliriz.

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 3 Şubat 2023’te yayımlanmıştır.

Songül Demir
Songül Demir
Doç. Dr. Songül Demir - Berlin`de Freie Üniversitesi`nde doktorasını 2010 yılında zihin felsefesi alanında özellikle “irade özgürlüğü”, “bilinç”, “öz bilinç” kavramları çerçevesinde tamamladı. Sonrasında Augsburg Üniversitesi`nde “kültür antropolojisi” alanında çalışmalar yaptı ve seminerler verdi. Eş zamanlı olarak 2012 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü`nde Felsefe Programı`nda öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı ve halen Yıldız Teknik Üniversitesi`nde çalışıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x