“ABD’de bir toplumsal patlama yaşanıyor. 6 Haziran’da, ABD Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza Bürosu Los Angeles’ta, ülkede bulunmak için yasal belgeleri bulunmayanları hedef alan ve kaba kuvvetin kullanıldığı baskınlarda 121 kişiyi gözaltına aldı. Baskınlara tepki olarak kitlesel gösteriler başladı. Bu gösterileri bastırmak için genellikle bir isyan ya da doğal afet durumlarında görevlendirilen ABD Kara Kuvvetleri birlikleri, Los Angeles’e sevk edildi. Şehir merkezi “yasadışı toplanma alanı” ilan edildi. Bu durum protestoların ülke geneline yayılmasına yol açtı.
Peki, neler oluyor? Filistin kökenli Amerikalı hukuk öğrencisi Ahmad Ibsais, Al Jazeera için kaleme aldığı yazıda olayların nedenlerini analiz etti. Yazıdan bazı bölümleri aktarıyoruz…
“Los Angeles’ta yaşananlar, anayasal yönetime değer veren her Amerikalıyı alarma geçirmelidir. Bu olaylar, ABD’nin demokratik sisteminin temellerini tehdit eden tehlikeli bir tırmanışı temsil ediyor.
Baskınlar, adeta provokasyon amacı taşıyan, planlı bir cesaretle ve güpegündüz gerçekleştirildi.
Toplumun tepkisi ise gecikmedi. Öğleden sonra şehir merkezinde toplanan protestocular, isyancı değil; yas tutan bir topluluktu. Pankartlar taşıyor, “Onları serbest bırakın!” sloganları atıyorlardı.
Bu, kamuoyuna duyurulan bir yas ifadesi, dile getirilen bir öfkeydi. Ancak günümüz Amerika’sında, iktidarın söylemine aykırıysa, yas da öfke de barışçıl biçimde dile getirilemiyor.
Polis güç kullanarak müdahale etti. Göz yaşartıcı gaz ve ses bombaları atıldı. Protestocular şiddete başvurmadığı halde, hükümetin uyguladığı şiddet nedeniyle barışçıl bir gösteri savaş alanına dönüştü.
ABD Başkanı Donald Trump ise durumu yatıştırmak yerine daha da tırmandırmayı seçti. Los Angeles’a 2.000 Ulusal Muhafız askerinin gönderilmesini öngören bir kararname imzaladı. Savunma Bakanı Pete Hegseth de protestoların devam etmesi halinde aktif görevdeki deniz piyadelerini seferber etmekle tehdit etti.
Hukuk rafa mı kaldırılıyor?
ABD Yönetiminin bu kararlarının yasallığı, en iyimser yorumla bile tartışmalıdır. İsyan Yasası’na göre, ABD ordusuna bağlı birlikler ancak halka dağılma çağrısı yapan resmi bir bildiri yayımlandıktan sonra görevlendirilebilir. Ancak böyle bir bildiri yayımlanmadı ve Trump bu yasayı resmen devreye sokmadı. Kaliforniya eyaletinin güvenlikten sorumlu yetkilisi olan Vali Gavin Newsom’a da danışılmadı; sadece bilgilendirildi.
ABD’nin merkezi otoritesini tehdit eden yaygın bir isyan yok. Los Angeles’ta düşman savaşçılar değil, yalnızca öfkeli, yas tutan ve toplulukları adına onur talep eden insanlar var. Tanık olduğumuz şey, federal devlet erkinin hukuki sınırlar içinde işletilmesi değil; hukuk kisvesi altında yapılan münferit müdahalelerle anayasal düzenin yavaş yavaş aşınmasıdır.
Askeri güce başvurma kararı yargıya taşınırsa, büyük olasılıkla yasadışı ilan edilecektir. Ancak bu sonucu değiştirmeyebilir. Asıl ürpertici olan da budur: Yasadışılığın öneminin kalmadığı, yetki olup olmamasının fark etmediği, kas gücünün hukuk düzeninin yerine geçtiği ve hukukun yalnızca bir vitrin işlevi gördüğü bir döneme hızla yaklaşıyoruz.
Yurtdışındaki taktikler içeriye yönelince
Bu analiz tek başına ele alındığında anlaşılmaz kalır. Akademisyen Aimé Césaire’in sömürgecilik çözümlemesinde işaret ettiği gibi[1], “Dışarıda filizlenen şiddet, nihayetinde kendi toplumunu da yutmaya başlar”. Yurtdışında geliştirilen baskı araçları, er ya da geç yolunu içeriye, eve kadar bulur.
ABD’de bu süreç on yıllardır gözlemlenebilir. 1996’da Ulusal Savunma Yetki Yasası‘na[2] eklenen bir hüküm, Pentagon’un fazla askeri teçhizatı yerel polis departmanlarına aktarmasına izin verdi. Sonraki otuz yıl boyunca, yurtdışındaki emperyal şiddetin aracı olan bu silahlar, ülke içinde yoksul ve marjinal toplulukların kontrolünde kullanıldı.
“Teröre Karşı Savaş”ın başlamasıyla birlikte, yabancı halkları hedef alan ve boyun eğdirmek için kullanılan taktikler, bu kez içerideki savunmasız topluluklara yöneldi. Kongre, ABD Vatanseverlik Yasası[3] ve Yabancı İstihbarat Gözetim Yasası’nda[4] yapılan değişiklikler gibi kapsamlı düzenlemelerle, ABD topraklarında kitlesel gözetim ve istihbarat toplama faaliyetlerinin önünü açtı.
2001 tarihli Teröristlere Karşı Askeri Güç Kullanma Yetkisi (AUMF), ABD vatandaşlarının süresiz askeri gözaltına alınmasına olanak tanırken, Yüksek Mahkeme, “maddi destek” doktrinini genişleterek, yasaklı gruplarla barışçıl ilişkileri bile suç kapsamına aldı. Şiddetli Aşırılıkla Mücadele (CVE)[5] gibi programlar, okulları ve camileri Müslüman, Arap ve Güney Asyalı toplulukların gözetlendiği merkezlere dönüştürdü.
ABD hükümeti, Guantanamo Körfezi’nde işkence ve yasadışı gözaltı kampanyaları yürütürken, aynı anda içeride “şüpheli” topluluklara karşı hukuki bir savaş sürdürüyordu. 2008’de ABD ceza mahkemelerinde ilk kez “gizli delil” kullanımını meşrulaştırdı. Bu davada anonim bir İsrail istihbarat subayı, sanıklarda “Hamas’ın kokusunu alabildiğini” iddia etmişti. Bazı durumlarda protestocularının “terör” suçlamasıyla yargılanması veya barışçıl protestoları bastırmak için polis yetkilerini genişleten yasa düzenlemeleri de bu yaklaşımın doğrudan yansımalarıydı.
Ekim 2023’ten sonra ABD hükümeti, Gazze’deki soykırıma doğrudan ortak olmak için kendi yasalarını çiğneyerek İsrail’e silah ve istihbarat sağladı. Filistinlilerin ABD destekli sömürgeci şiddet altında maruz kaldığı kitlesel baskı, bu kez Amerikan topraklarına taşındı.
Hükümet, ifade ve akademik özgürlüğe yönelik eşi görülmemiş bir saldırı başlattı; soykırımı protesto eden öğrencilere baskı uyguladı, Filistin yanlısı sesleri susturmak için misillemeleri teşvik etti. Kürsülerin iptal edildiğini, protestocuların takip edildiğini ve muhalefetin suç haline getirildiğini gördük. Filistinliler ve destekçileri, taciz, kimlik ifşaları ve işten çıkarmalarda dört kat artış yaşadı; aynı zamanda fiziksel saldırılar ve cinayetlerle karşı karşıya kaldı.
Tüm bunlar Trump döneminde değil, ondan önce gelen “Demokrat” Başkan Joe Biden döneminde başladı. Biden, polis teşkilatlarının bütçesini 13 milyar dolar artırdı ve Göçmenlik ve Gümrük Muhafaza biriminin yetkilerini genişletti.
Önce göçmenlere ve yabancılara yönelen baskı politikaları, şimdi de toplumun genelinde muhalefeti bastırmak için devreye sokuluyor.
Yumuşak darbe mi?
Los Angeles ve diğer şehirlerde yaşananlar, hukukun uygulanmasından çok bir güç gösterisine dönüşmüş durumda. Verilmek istenen mesaj açık: Direniş ezici bir güçle bastırılacaktır.
Bu süreçte yasal çerçeve giderek ikinci planda kalıyor. Federal ajanlar protestoculara ses bombaları attığında, belediye başkanları göstericileri “kaos ve kanunsuzlukla” suçladığında ya da FBI, sosyal medya hesaplarını tarayıp taş atanları tespit edeceğini duyurduğunda; aslında devlet şiddetini meşrulaştıran bir söylemin nasıl kurulduğunu görüyoruz.
Yumuşak darbeler böyle işler: Tanklar sokaklarda dolaşmadan, sessizce ilerler. Yürütme emirleriyle, basın açıklamalarıyla ve “kamu güvenliği” bahanesiyle askeri lojistik devreye sokulur. İsyan Yasası, yürürlükten kaldırılarak değil, işlevsizleştirilerek etkisiz hale getirilir.
Eğer bu örnek uygulama kabul görürse, federal birliklerin şehir sokaklarına inmesi olağan hale gelir. Başkan’a oy vermeyen kentler fiilen işgal edilir. Barışçıl protestolar, “isyan” olarak yaftalanır. Bir dahaki sefer insanlar adalet talebiyle sokağa çıktığında, karşılarında polis değil, askerler olacaktır.
Bir başkan yasaları hiçe sayarak asker gönderdiğinde ve buna kimse dur demediğinde, hukukun gücü ortadan kalkar. Hukuk, sadece göstermelik bir vitrine dönüşür; ilkelerinden kopmuş bir sistemin dekoru olur.
Bugün yalnızca hukuki mücadeleye değil, aynı zamanda ahlaki bir netliğe ihtiyacımız var. Los Angeles’ta yaşananlar yasa uygulaması değil, açık bir işgaldir. “İsyan” olarak etiketlenen şey, aslında adaletsizliğe karşı verilen bir direniştir. “Kamu güvenliği” adı altında yürütülen ise, siyasi sindirme operasyonudur.
Amerikan emperyalizmi, tam da bugünkü ortam için altyapısını uzun zaman önce kurdu. Gelişmekte olan ülkelerde denenmiş baskı yöntemleri, şimdi Amerikan şehirlerine karşı uygulanıyor. Eğer bunu anayasal düzene yönelik bir saldırı olarak görmezsek, gözümüzü açtığımızda, siyasetin dili olarak askeri gücün normalleştiği bir ülkeye uyanmış olacağız.
ABD Anayasası, halk tarafından sahiplenildiği sürece güçlüdür. Bugün Los Angeles’ta bu sahiplenmenin ilk adımları atılıyor.”
Bu yazı ilk kez 12 Haziran 2025’te yayımlanmıştır.

[1] Aimé Césaire, Martinikli şair ve politikacı, “Sömürgeleştirme ve Uygarlık” (1950) kitabının yazarı.
[2] 1996 tarihli Ulusal Savunma Yetki Yasası’nın 1033. Fıkrası askeri teçhizatın polise transferini düzenliyor.
[3] ABD Vatanseverlik Yasası (USA PATRIOT Act, 2001) – ABD’de 11 Eylül terör saldırılarının ardından yürürlüğe giren ve terörle mücadele adına vatandaş gözetimini artıran tartışmalı yasa.
[4] Yabancı İstihbarat Gözetim Yasası (Foreign Intelligence Surveillance Act – FISA), ABD’de 1978 yılında yürürlüğe girmiş ve istihbarat birimlerinin yabancı güçleri veya onların ajanlarının özellikle elektronik olarak gözetlemesi için çıkarılan yasa. Yasanın 11 Eylül saldırıları sonrası genişletilmesi mahremiyet ihlali tartışmalarına yol açtı.
[5] Şiddetli Aşırılıkla Mücadele (CVE, 2011) – Müslüman toplulukları hedef alan gözetim programı.