Yaz aylarında TÜİK’in Türkiye’de, kadın başına çocuk sayısını ifade eden doğurganlık oranının 1,5’a düştüğünü açıklaması büyük yankı uyandırmıştı. Tahminlere göre 2100’de Türkiye’nin nüfusu 50 milyonun altına gerileyebilirdi. Ama bu durum Türkiye’ye özgü değil. American Enterprise Institute’ten Nicholas Eberstadt, Foreign Affaires için kaleme aldığı makalede bunun küresel bir sorun olduğunu ve derin sonuçlara yol açtığını yazıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
“Henüz çok az kişi bunun geldiğini görse de, insanlar tarihin yeni bir dönemine girmek üzereler. Buna “nüfus azalması çağı” diyebiliriz. 1300’lerdeki Veba Salgını’ndan bu yana ilk kez gezegen nüfusu azalacak. Ancak son çöküşe pireler tarafından taşınan ölümcül bir hastalık neden olmuşken, yaklaşan çöküş tamamen insanların yaptığı seçimlerden kaynaklanacak.
Önümüzde küçülen ve yaşlanan toplumlardan oluşan bir dünya var. Doğurganlıktaki amansız çöküşün etkisiyle, daha önce sadece bilimkurgu romanlarında tasavvur edilen aile yapıları ve yaşam düzenlemeleri, günlük yaşamın sıradan, dikkat çekici olmayan özellikleri haline gelecek.
Bambaşka bir üreme dönemi
İnsanoğlunun nüfus azalmasına dair kolektif bir hafızası yok. Küresel nüfus en son yaklaşık 700 yıl önce, Avrasya’nın büyük bölümünü kasıp kavuran hıyarcıklı veba salgınının ardından azalmıştı. Takip eden 7 yüzyılda dünya nüfusu neredeyse 20 kat arttı ve sadece geçtiğimiz yüzyılda insan nüfusu dört katına çıktı.
Son küresel nüfus azalması, Veba Salgını’nın sona ermesinin ardından üreme gücü tarafından tersine çevrildi. Bu kez tarihte ilk kez, insanlığın sayısının azalmasının nedeni üreme arzusunun yetersizliğidir.
Şimdiye kadar, hükümetlerin çocuk doğurmayı teşvik etme girişimleri doğurganlık oranlarını ikame seviyelerine geri getirmekte başarısız oldu. Gelecekteki hükümet politikaları, ne kadar iddialı olursa olsun, nüfus azalmasını engelleyemeyecektir. Dünya nüfusunun azalması neredeyse kaçınılmaz.
Toplumlar daha az işçiye, girişimciye ve yenilikçiye, ama daha çok bakıma ve yardıma muhtaç insana sahip olacaklar. Ancak bu dinamiğin ortaya çıkardığı sorunlar ille de bir felaket olmayacak. Nüfus azalması vahim bir durum değil, aksine, ülkelerin hâlâ gelişmenin yollarını bulabileceği yeni ve zor bir fenomendir.
Düşünürler ve politikacılar bu yeni demografik düzene hazır değiller. Çoğu insan yaklaşan değişiklikleri kavrayamıyor ya da uzun süreli nüfus azalmasının toplumları, ekonomileri ve güç siyasetini nasıl yeniden şekillendireceğini hayal edemiyor. Ancak liderlerin nüfus azalmasının durdurulamaz görünen gücünü hesaba katmaları ve ülkelerinin griye dönüşen bir dünyada başarılı olmalarına yardımcı olmaları için henüz çok geç değil.
Baş döndüren bir düşüş
Küresel nüfus yenilenebilirlik düzeyi (genel bir kural olarak, kadın başına 2,1 doğurganlık oranı) 1960’lardaki nüfus patlamasından bu yana düşüşte. BM Nüfus Bölümü’ne göre, gezegendeki toplam doğurganlık oranı 2015 yılında tüm ülkelerde 1965 yılındakinin yarısına düşmüştü. Bugün dünya nüfusunun büyük çoğunluğu, uzun vadeli nüfus istikrarını sürdürmeye elverişli olmayan doğurganlık seviyelerinin altında olan ülkelerde yaşıyor.
Son yıllarda doğumlardaki düşüş sadece devam etmekle kalmadı, aynı zamanda görünüşe göre hızlandı. UNPD’ye göre, 2019’da, yani COVID-19 pandemisinin arifesinde, dünya nüfusunun en az üçte ikisi yenileme düzeyinin altındaki doğurganlığın olduğu ülkelerde yaşıyordu. Ekonomist Jesús Fernández-Villaverde, o zamandan bu yana genel küresel doğurganlık oranının yenileme seviyesinin altına düşmüş olabileceğini iddia etti. Hem zengin hem de yoksul ülkeler doğurganlıkta dudak uçuklatan düşüşlere tanık oldu.
Dünyanın en kalabalık ülkesi Hindistan’da kentsel doğurganlık seviyeleri belirgin bir şekilde düştü. Uzak Doğu, Güney Asya, Latin Amerika ve Karayipler’de de dramatik düşüşler yaşanıyor. UNPD, 2024 yılında bölge için genel doğurganlığı kadın başına 1,8 doğum olarak hesapladı. Küba 2023 doğurganlık oranını 1,1’in biraz üzerinde, yani ikame oranının yarısı olarak bildirdi; ülkede 2019’dan bu yana ölümler doğumları aştı.
İstanbul’da üreme oranı Berlin’den düşük
İkame altı doğurganlık, demografların uzun süredir İslam inancının hızlı doğurganlık düşüşlerine karşı bir siper görevi gördüğünü varsaydığı Kuzey Afrika ve Orta Doğu’ya bile geldi. Teokratik yöneticilerinin doğum yanlısı felsefesine rağmen İran yaklaşık çeyrek asırdır doğurganlık oranının altında bir toplum. İkame altı Türkiye’de, İstanbul’un 2023 doğum oranı kadın başına sadece 1,2 bebek ile Berlin’den daha düşük…
Yarım yüzyıl boyunca Avrupa’nın genel doğurganlık oranları sürekli olarak ikame oranının altında kalmıştır. Avrupa Birliği’nin 27 ülkesi de bugün ikame oranının yaklaşık yüzde 30 altında. AB’de, 1964’te 6,8 milyon olan doğum sayısı 2023’te 3,7 milyonun biraz altına düştü. AB, 2012’den bu yana net ölümlü bir bölge ve 2022’de her üç doğuma karşılık dört ölüm kaydedildi.
Afrika nüfusu hızla büyümeye devam ediyor
Çocuk doğurma seviyelerinin küresel dalgasına karşı geriye kalan tek büyük kale Sahra-altı Afrika’dır. Yaklaşık 1,2 milyar nüfusu ve UNPD’nin öngördüğü kadın başına 4,3 ortalama doğurganlık oranıyla bu bölge, yirminci yüzyılın ortalarındaki nüfus patlaması sırasında düşük gelirli ülkeleri karakterize eden doğurganlık modellerinin gezegendeki son kalesidir.
Ancak orada bile oranlar düşüyor. UNPD, Sahra-altı Afrika’daki doğurganlık seviyelerinin, alt kıtanın genel seviyesinin kadın başına 6,8 doğum gibi şaşırtıcı bir seviyede olduğu 1970’lerin sonlarından bu yana yüzde 35’in üzerinde düştüğünü tahmin ediyor. Güney Afrika’da doğum seviyeleri çok az bir farkla replasman seviyesinin üzerinde seyrediyor.
Ancak kesin olan şu ki, dünyanın dörtte biri için nüfus azalması halihazırda devam ediyor ve dünyanın geri kalanı da bu öncüleri takip ederek önümüzdeki nüfus azalmasına doğru yol alıyor.
Refah artışı açıklama için yeterli mi?
Doğurganlık seviyelerindeki dünya çapındaki düşüş hala birçok yönden gizemini koruyor. Genellikle ekonomik büyüme ve maddi ilerlemenin (bilim insanları bunları sıklıkla “kalkınma” veya “modernleşme” olarak adlandırıyor) dünyanın süper düşük doğum oranlarına ve ulusal nüfus düşüşüne kaymasını açıkladığına inanılıyor. Doğum oranlarındaki düşüş, Batı’nın sosyoekonomik yükselişiyle birlikte başladığından ve gezegen giderek daha zengin, daha sağlıklı, daha eğitimli ve daha kentli hale geldiğinden, birçok gözlemci düşük doğum oranlarının sadece maddi ilerlemelerin doğrudan sonucu olduğu varsayılıyor.
Ancak gerçek şu ki, yenileme düzeyinin altındaki doğurganlık için gelişimsel eşikler zaman içinde düşmektedir. Günümüzde ülkeler düşük gelir, sınırlı eğitim düzeyi, az kentleşme ve aşırı yoksullukla yenileme düzeyinin altındaki doğurganlığa yönelmiş görünüyor. Örneğin Myanmar ve Nepal yoksul ülkelerdir, ancak artık onların nüfusu da yenileme düzeyinin altında.
Savaş sonrası dönemde, yirminci yüzyılda hız kazanan doğurganlıktaki düşüşü açıklayabilecek faktörler bir kütüphaneyi doldurabilir. Bebek ölüm oranlarındaki düşüşler, modern doğum kontrol yöntemlerine daha fazla erişim, daha yüksek eğitim ve okuryazarlık oranları, kadınların işgücüne katılımındaki ve statüsündeki artış… Ancak istisnalar, doğurganlıktaki düşüş hakkında herhangi bir sağlam sosyoekonomik genelleme yapılmasını engelliyor.
Kadınların tercihi belirleyici
Ekonomist Lant Pritchett, 1994’te şimdiye kadar tespit edilen en güçlü ulusal doğurganlık tahmincisini keşfetti. Bu belirleyici faktörün basit olduğu ortaya çıktı: Kadınların isteği. Anket verileri geleneksel olarak eşlerin ya da partnerlerin değil, kadınların doğurganlık tercihlerine odaklandığından, akademisyenler kadınların çocuk istekleri hakkında erkeklerden çok daha fazla şey biliyor. Pritchett, dünya genelinde ulusal doğurganlık seviyeleri ile kadınların sahip olmak istediklerini söyledikleri bebek sayısı arasında neredeyse bire bir örtüşme olduğunu tespit etti. Bu bulgu, doğurganlık modellerinde iradenin (insan eylemliliğinin) merkezi rolünün altını çiziyor.
Evlilikten kaçış dönemi
Ancak eğer doğum oranlarını irade belirliyorsa, dünya genelinde birdenbire ikame oranının altına düşülmesini nasıl açıklıyor? Dünyanın dört bir yanındaki toplumlarda ailede, sadece çocuk doğurmada değil, aile oluşumunda da bir devrim yaşandığı açıktır. Bu hem zengin hem de yoksul ülkelerde, kültürel gelenekler ve değer sistemleri arasında geçerlidir. Bu devrimin temel özellikleri arasında araştırmacıların “evlilikten kaçış” olarak adlandırdıkları, insanların daha geç yaşlarda evlenmeleri ya da hiç evlenmemeleri; evlilik dışı birlikte yaşama ve geçici birlikteliklerin yaygınlaşması ve bir kişinin bağımsız, yani tek başına yaşadığı evlerin artması yer alıyor.
Dünyanın dört bir yanındaki insanlar artık ebeveynlerini sınırlayanlardan çok farklı yaşam biçimlerinin mümkün olduğunun farkındalar. Kuşkusuz, genellikle evliliği teşvik eden ve çocuk yetiştirmeyi kutsayan dini inanç, doğum oranlarının düştüğü birçok bölgede azalıyor gibi görünüyor. Geniş ailelerin giderek seyrekleşmesi, insanların çocuk sahibi olmaya geri dönmeyi seçmelerini zorlaştırabilir. Bilim insanları buna “sosyal öğrenme” kaybı diyor.
Buna karşılık, insanlar özerklik, kişisel gelişimi gerçekleştirme ve rahatlığa giderek daha fazla değer veriyor. Çocuk sahibi olmak, iyi yanlarına rağmen, bunlarla ters düşüyor. Sekiz milyardan fazla insanın yaşadığı, giderek daha sağlıklı ve müreffeh hale gelen bir dünyada bile her aile soyunun tükenmesinin sadece bir nesil uzakta olmasının nedeni iradedir.
Net ölümlü dünya!
Bugün demograflar, küresel nüfusun bu yüzyılın sonlarında zirveye ulaşacağı ve ardından azalmaya başlayacağı konusunda hemfikir. Bazı tahminler bunun 2053 gibi yakın bir tarihte, bazıları ise 2070’ler ya da 2080’ler gibi geç bir tarihte gerçekleşebileceğini öne sürüyor.
Bu dönüş ne zaman başlarsa başlasın, nüfusu azalmış bir gelecek günümüzden keskin bir şekilde farklı olacaktır. Düşük doğurganlık oranları, önümüzdeki nesil boyunca daha fazla ülkede net ölümlülük oranı görüleceği, yani her yıl ölenlerin sayısının doğanların sayısını aşacağı anlamına geliyor. Bazı tahminlere göre, 2050 yılına gelindiğinde gezegen nüfusunun yaklaşık sekizde beşini barındıran 130’dan fazla ülkede net ölümlülük görülecek.
Süper yaşlıların sayısı çocuk sayısını aşacak
Gelecekteki işgücü, bugün yenileme düzeyi altında doğurganlık oranlarının yaygınlaşması nedeniyle dünya genelinde küçülecek. Nüfusu azalan bir dünya yaşlanan bir dünya olacaktır. Dünya genelinde düşük doğurganlığa ve şimdi de süper düşük doğum oranlarına doğru ilerleme, yaşlıların gençlerden sayıca fazla olmaya başladığı üst-ağır nüfus piramitleri yaratıyor. Önümüzdeki nesillerde yaşlı toplumlar norm haline gelecektir.
2040 yılına kadar yine Sahra-altı Afrika hariç 50 yaşın altındaki insan sayısı azalacak. UNPD’nin çeşitli projeksiyonlarına göre, 2050 yılına gelindiğinde 60 yaşın altındaki insan sayısı bugünkünden yüz milyonlarca daha az olacak (yaklaşık yüzde 13 daha az). Aynı zamanda, 65 yaş ve üzeri insanların sayısında da patlama yaşanacak.
Genel nüfus artışı düşerken, yaşlıların sayısı (burada 65 yaş ve üzeri kişiler olarak tanımlanmaktadır) her yerde katlanarak artacak, 2050 yılına kadar iki katına çıkarak 1,4 milyara ulaşacak. “Süper yaşlı” olarak adlandırılan 80 yaş üstü nüfustaki artış daha da hızlı olacak, 2050 yılına kadar yaklaşık üç kat artışla 425 milyona ulaşacak. Yirmi yıldan biraz daha uzun bir süre önce, gezegende 425 milyondan daha az insan 65. yaş gününe ulaşmıştı.
Nüfusun yaygın bir şekilde yaşlanması ve azalması, zengin ülkelerdeki ekonomik büyümeyi engelleyecek ve sosyal refah sistemlerini felce uğratarak, bu ülkelerin refahlarının devam etme olasılığını tehdit edecektir. Tedbir alınmaz ve kalıplar değiştirilmezse azalan onları işgücü, azalan tasarruf ve yatırım, sürdürülemez sosyal harcamalar ve bütçe açıkları bekliyor.
Bu yüzyıla kadar sadece Batı’daki ve Doğu Asya’daki varlıklı toplumlar yaşlanmıştı. Ancak öngörülebilir gelecekte pek çok yoksul ülke, çalışanları daha zengin ülkelerdekilerden çok daha az üretken olsa bile yaşlı bir toplumun ihtiyaçlarıyla mücadele etmek zorunda kalacaktır.
Hem zengin hem de yoksul ülkelerde, yaklaşmakta olan yaşlılık dalgası pek çok topluma hiç de alışık olmadıkları yükler getirecektir. Her ne kadar 60’lı ve 70’li yaşlardaki insanlar öngörülebilir bir gelecekte ekonomik olarak aktif ve mali açıdan kendi ayakları üzerinde durabilen bir yaşam sürebilecek olsalar da aynı durum 80’li yaşlar ve üzeri için geçerli değil. Süper yaşlılar dünyanın en hızlı büyüyen gruptur. Bazı ülkelerde 2050 yılına kadar çocuk sayısından daha fazla süper yaşlı olacak. Yaşlanan ve küçülen bir dünyada demanslı insanlara bakmanın yükü, insani, sosyal ve ekonomik olmak üzere giderek artan maliyetlere yol açacak.
Çocuk yoksa süper yaşlıya kim bakacak?
Aileler zayıfladıkça bu yük daha da ağırlaşacaktır. Aileler toplumun en temel birimidir ve hâlâ insanlığın en vazgeçilmez kurumudur. Hem hızlı yaşlanma hem de doğurganlığın hızla düşmesi, aile yapısında süregelen devrimle ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Aile birimleri küçüldükçe ve atomize hale geldikçe, daha az insan evlenmekte ve her ülkede yüksek seviyelerde gönüllü çocuksuzluk yaygınlaşmaktadır. Sonuç olarak, aileler ve onların dalları, üzerlerine yüklenebilecek talepler istikrarlı bir şekilde artarken bile, daha az yük taşıyabilir hale gelmektedir.
Devletler bu boşluğu doldurmaya çalışabilir, ancak bir buçuk asırlık sosyal politika deneyimi, devletin aile için korkunç derecede pahalı bir ikame olduğunu ve pek de iyi bir ikame olmadığını göstermektedir. Teknolojik gelişmelerle robot bakıcılar bir katkı sağlayabilir. Ancak şimdilik bu olasılık bilim kurgu dünyasına ait ve orada bile distopya, ütopyaya yaklaşan herhangi bir şeyden çok daha olası.
Yaşlı nüfuslu ekonomiler nasıl büyüyecek?
Eski nüfus piramidi tersine döndükçe ve toplumlar uzun vadeli nüfus düşüşü altında yeni yapılara büründükçe, insanların yeni zihin alışkanlıkları, gelenekler ve işbirliği hedefleri geliştirmeleri gerekecektir. Nüfusun azaldığı bir ortamda kalkınma için yeni kurallar belirlemek zorunda kalacağız. Günümüzün yaşa özel işgücü ve harcama kalıpları devam ederse, yaşlanan ve nüfusu azalan ülkeler büyüme için yatırım yapacak, hatta eski altyapı ve ekipmanı yenileyecek tasarruflardan yoksun kalacaktır.
Nüfusu azalan bir dünyaya başarılı bir şekilde uyum sağlamak için devletlerin, işletmelerin ve bireylerin sorumluluk ve tasarrufa önem vermesi gerekecektir. İster kamu ister özel sektör olsun, yatırım projeleri için daha az hata payı olacak ve büyüyen bir tüketici veya vergi mükellefi havuzundan gelecek talep dalgasına güvenilmeyecektir.
İnsanlar daha uzun yaşadıkça ve ileri yaşlarına kadar sağlıklı kaldıkça, daha geç emekli olacaklardır. Fakat yapay zekâ gibi yeni teknolojiler, yaşlanan nüfusun vasıflarını kadük hale getirebilir ve bu da yaşlı işsizliğini artırabilir. Yüksek işsizlik, küçülen, işgücü kıtlığı çeken toplumlarda da bir soruna dönüşebilir. Devletler ve toplumlar, azalan işgücünün verimliliğini artırmanın aciliyeti göz önüne alındığında, işgücü piyasalarının esnek olmasını sağlamak zorunda kalacaktır. Ekonomik büyümeyi teşvik etmek için ülkelerin daha da büyük bilimsel ilerlemelere ve teknolojik yeniliklere ihtiyacı olacaktır.
Göçmenler için rekabet edilecek
Ancak tüm yaşlı toplumlar genç göçmenleri asimile edemeyecek ya da onları sadık ve üretken vatandaşlara dönüştüremeyecektir. Ve özellikle de bugün dünyanın hızla büyüyen nüfuslarının çoğunu karakterize eden temel becerilerden yoksunluk göz önüne alındığında, tüm göçmenler göç alan ekonomilere etkin bir şekilde katkıda bulunamayacaktır.
Nüfusların azalmasıyla birlikte, hükümetler göçmenler için rekabet etmek zorunda kalacak ve yurt dışından yetenekleri çekmeye daha da fazla önem vereceklerdir. Rekabetçi göç politikalarını doğru uygulamak ve bu politikalar için kamuoyu desteği sağlamak, gelecekteki hükümetler için büyük bir görev olacak, ancak bu çabaya değecektir.
Jeo-politika da değişecek
Nüfus azalması sadece hükümetlerin vatandaşlarıyla olan ilişkilerini değil, birbirleriyle olan ilişkilerini de dönüştürecektir. İnsanlığın küçülmesi, mevcut küresel güç dengesini kaçınılmaz olarak değiştirecek ve mevcut dünya düzenini zorlayacaktır.
Bunu yapmanın bazı yollarını bugünden öngörmek nispeten kolaydır. Önümüzdeki kuşakla ilgili demografik kesinliklerden biri, nüfus artışındaki farklılıkların dünyanın belli başlı bölgelerinin göreli büyüklüklerinde hızlı değişimlere yol açacak olmasıdır. Yarının dünyası çok daha Afrikalı olacak. Bugün dünya nüfusunun yaklaşık yedide biri Sahra-altı Afrika’da yaşıyor olsa da bu bölge tüm doğumların neredeyse üçte birini gerçekleştiriyor; dolayısıyla dünya işgücü ve nüfusundaki payı önümüzdeki nesil boyunca muazzam ölçüde artacak.
Ancak bu, önümüzde bir “Afrika yüzyılı” olduğu anlamına gelmiyor. Kişi başına düşen üretimin ülkeler arasında 100 kata kadar farklılık gösterdiği bir dünyada, ulusal güç için sadece nüfus toplamları değil, beşeri sermaye de büyük önem taşıyor ve Sahra altı Afrika’da beşeri sermayenin görünümü hayal kırıklığı yaratmaya devam ediyor. Standart testler bölgedeki gençlerin yüzde 94’ünün temel becerilerden bile yoksun olduğunu gösteriyor.
Hindistan şu anda dünyanın en kalabalık ülkesi ve en azından birkaç on yıl daha büyümeye devam etme yolunda ilerliyor. Demografik özellikleri, ülkenin 2050 yılında lider bir güç olacağını neredeyse garanti ediyor. Ancak Hindistan’ın yükselişi insan kaynaklarındaki zayıflıklar nedeniyle tehlikeye giriyor. Hindistan dünya standartlarında bir bilim insanı, teknisyen ve seçkin mezun kadrosuna sahip. Ancak sıradan Hintliler yetersiz eğitim alıyor. Bugün Hindistan’daki her sekiz gençten yedisi temel becerilerden bile yoksun.
Çin’in gençlerinin beceri profili Hindistan’ın bugünkü gençlerinden onlarca, belki de nesiller boyu ileride. Hindistan’ın kişi başına düşen üretimde ve hatta toplam GSYH’de nüfusu azalan Çin’i çok uzun bir süre geçmesi olası değildir.
Çin’de bir doğum krizi yaşanıyor: Bir sonraki nesil bir öncekinin sadece yarısı kadar olacak. Kaçınılmaz olarak işgücünü azaltacak ve nüfusun yaşlanmasını hızlandıracak, hatta eskiden beri ülkenin ana sosyal güvenlik ağı olan Çin geniş ailesi körelecek ve parçalanacak. Yaklaşmakta olan bu gerçekler, artık göz kamaştırıcı olmayan Çin ekonomisi için hayal bile edilemeyecek yeni sosyal refah yüklerinin habercisidir ve Pekin’in uluslararası hırslarının finansmanını engelleyebilir.
Çin gibi Rusya da daralan iş gücü ve azalan nüfusları ile uzun süredir düşük yenileme oranlı bir nüfusa sahip. Rusya’nın azalan nüfusu ve halk sağlığı ve bilgi üretimi ile ilgili çözülemez gibi görünen zorlukları, on yıllardır ülkenin göreceli ekonomik gücünü azaltıyor ve görünürde bir geri dönüş yok. İran’ın nüfusu da aynı şekilde ikame seviyelerinin çok altında.
ABD’nin demografik temeller ise, en azından rakipleriyle kıyaslandığında oldukça sağlam görünüyor. Demografik eğilimler önümüzdeki on yıllar boyunca Amerikan gücünü artıracak ve ABD’nin küresel üstünlüğünün devamını destekleyecektir. Amerikalıların bugün yaşadığı iç gerilimler ve sosyal sıkıntılar göz önüne alındığında, Amerika’nın bu uzun vadeli avantajları sürpriz olabilir.
Büyük ölçüde göç sayesinde ABD, zengin dünyanın işgücü, gençlik ve yüksek eğitimli yeteneklerinin artan bir payını oluşturma yolunda ilerliyor. Nitelikli göçmen akınının devam etmesi de ülkeye büyük bir avantaj sağlıyor. Gezegendeki başka hiçbir nüfus, nüfus potansiyelini ulusal güce dönüştürmek için daha iyi bir konumda değil. ABD, en az 2050 yılına kadar demografik üstünlüğe sahip olacak gibi görünüyor.
Rusya ve Ukrayna daha sert çarpışmaktan neden kaçınıyor?
Ulusal güvenlikle ilgili sonuçlar da çok önemli olabilir. Nüfusu azalan ve yaşlanan bir dünyada ülkelerin savunma kayıplarına toleransı daha düşük olabilir. Rusya’nın Ukrayna’yı işgali bu konuda bir sınav oldu. İşgalin arifesinde her iki ülkede de doğum oranları çok düşüktü. Ve hem otoriter saldırgan hem de demokratik savunucu, üçüncü yılını dolduran savaşta ağır kayıpları göze almaya istekli olduklarını kanıtladılar.
Nüfus azalması ve savaşma isteği söz konusu olduğunda Çin belki de en büyük soru işaretini oluşturuyor. Hem on yıllar boyunca acımasızca uygulanan tek çocuk politikası hem de programın yaklaşık on yıl önce askıya alınmasından bu yana yaşanan beklenmedik bebek patlaması sayesinde, Çin ordusu büyük ölçüde kardeşsiz büyüyen gençlerden oluşacak. Kitlesel bir ölüm olayı, ülke genelindeki aileler için yıkıcı sonuçlar doğuracak ve tüm soyların sona ermesine neden olacaktır.
Çin’in yabancı bir istilaya karşı vahşice savaşacağını tahmin etmek mantıklıdır. Ancak bu kayıp toleransı, ters giden denizaşırı maceralar ve keşif yolculukları için geçerli olmayabilir. Örneğin Çin, Tayvan’a karşı maliyetli bir harekâta girişmeye karar verir ve bunu sürdürmeyi başarırsa, dünya nüfusunun azaldığı çağın nelere gebe olabileceğine dair korkunç bir şey öğrenmiş olacak.“
Bu yazı ilk kez 24 Aralık 2024’te yayımlanmıştır.
https://www.foreignaffairs.com/world/age-depopulation-surviving-world-gone-gray-nicholas-eberstadt