Avrupa, 1970’li yıllara, siyaset bilimci Maurizio Ferrera’nın değişiyle, “Yurtta Keynes, cihanda Adam Smith” anlayışıyla girmişti. Daha açık ifade etmek gerekirse, “Yurtta refah devleti, cihanda kapitalist yayılma” uzlaşısıyla… Ancak 1970’lerde peş peşe gelen iki petrol krizi ve uluslararası para anlaşması Bretton Woods sisteminin çöküşü bu uzlaşıyı sona erdirdi.
Birleşik Krallık’ta en uzun süre başbakanlık yapan Margeret Thatcher’ın izlediği liberal politikaların başarı kazanması, buna mukabil Fransa’da Mitterrand sosyalizminin başarısızlığı, 1980’li yıllarda Avrupa’nın ekonomi politikalarını belirledi, diyebiliriz.
2014 yılında yapılan seçimlerde, aşırı sağ, adeta oy patlamasıyla Avrupa Parlamentosu’na girdikten sonra, kökleşmiş bir siyasi harekete dönüşüyor.
Şimdi gelinen noktada ise Avrupa ülkelerinin birçoğunda aşırı yahut radikal sağ görüşe sahip siyasal partiler ve hareketler yükselişte. Aşırı sağ, bilindiği üzre, ırk, etnik köken, din gibi kişisel özelliklere dayalı otoriter bir sistemin savunuculuğunu yapan, siyasi amaçlarına ulaşmak için şiddeti araç olarak kabul eden bir görüş.
Peki, aşırı sağ partilerin yükselişi, bir anlamda merkezin sönüşüne mi işaret ediyor? Solda bir temsil boşluğu mu var? Demokrasiye yönelik bir hayal kırıklığı mı yaşanıyor?
Avrupa sosyal demokrasisi ve diktatörlüklerin gelişimi üzerine bilimsel kitap ve makaleler yazan Columbia Üniversitesi Siyaset Bilimi profesörü Sheri E. Berman’ın, Avrupa’nın saygın düşünce platformu IPG Journal’da yayınlanan makalesi bu sorulara yanıt arıyor.
Yazıdan öne çıkan bölümleri aktarıyoruz:
Yukarıdan aşağıya
“Sol partilerin piyasaya ve burjuvaziye adaptasyonu nedeniyle birçok insan artık siyasi olarak temsil edilmediklerini düşünüyor.
Son yıllarda, demokrasiye yönelik hayal kırıklığı çarpıcı bir şekilde arttı. En son Demokrasiden Küresel Memnuniyet Raporu’na göre, ‘1990’ların ortalarında, vatandaşların çoğunluğu demokrasilerinin yaptıklarından memnundu. O günden bu yana demokrasiden memnun olmadığını söyleyenlerin oranı yüzde 47,9’dan yüzde 57,5’e yükseldi. Bu, 1995 yılından bu yana kaydedilen en yüksek değer.’
Belki de demokrasinin büyüsünün bozulmasının en yaygın açıklaması, insanların ekonomik ve/veya sosyo-kültürel şikâyetlerine bakış açısı “aşağıdan yukarıya” siyasi yönetim modelidir. Ancak, demokratik kurumların doğası veya işleyişi ile ilgili olan “yukarıdan aşağıya” yönetim modelinin nedenlerini de incelemeye ihtiyaç var.
Bu perspektifin neredeyse hiçbir formülasyonu, Samuel Huntington’ın “Değişen Toplumlarda Siyasi Düzen” adlı çalışması kadar büyük bir etkiye sahip olamamıştır. Bu çalışmasında Huntington, siyasi düzenlerin dağılmasının, vatandaşların talepleri ile siyasi kurumların bu taleplere cevap verme istekliliği veya kabiliyeti arasındaki bir uyuşmazlığın sonucu olduğunu savunur. Huntington’ın çalışması, savaş sonrası dönemde gelişmekte olan ülkelerdeki siyasi düzene odaklanmış olmasına rağmen, onun analitik çerçevesi bugün Avrupa’da demokrasinin büyüsünün bozulduğunu anlamamıza açıkça yardımcı oluyor.
Sol sınıf fikrini artık daha az önemsiyor
Son yıllarda, Avrupa’da bir temsil boşluğu oluştuğu ve seçmen öncelikleri ile ana akım partilerin siyasi profilleri arasında bir kopukluk olduğu aşikâr. Huntington’ın öngörülerine göre şayet vatandaşlar siyasi kurumları isteksiz veya cevap veremeyecek olarak algılarlarsa, bu durumun memnuniyetsizliğe ve sonuç olarak siyasi düzenin parçalanmasına yol açması çok muhtemel.
Bununla birlikte, merkez sol partiler sadece ekonomik politika pozisyonlarını sulandırmakla kalmamış, aynı zamanda temyizlerinde sınıf yönünü giderek daha az önemser hale gelmişlerdir.
Avrupa’daki ana akım partiler, son yıllarda siyasi profillerini ve mesajlarını değiştirerek birçok seçmenin tercihlerinden genel anlamda tamamen uzaklaştılar. Savaş sonrası dönemde, Avrupa’nın merkez sol partileri nispeten net ekonomik politika profillerine sahip olduklarını gösteren bir duruş sergiliyorlardı. Demokratik hükümetler, vatandaşları kapitalizmin kötü etkilerinden korumakla yükümlü olduğundan bu konuda temel anlamda inatçı bir tutum benimsiyorlardı. Somut olarak bu partilerin profilleri genel anlamda refah devleti, piyasa düzenlemesi, tam istihdam politikaları vb. gibi durumlar incelenerek belirleniyordu. Merkez sol partiler ise geleneksel işçi sınıfının dışında da oy kazanmaya çalışırken, kimlikleri ve mesajları sınıf odaklı kaldı.
Liderler işçi sınıfından değil
Merkez sol partilerin, ekonomi politikasında merkeze doğru ilerledikçe, sadece merkez sağ rakipleri tarafından pazarlanan politikalarda yanlış ya da daha yumuşatılmış ve koruyucu bir versiyonla karşılaşmaları, 20’inci yüzyılın sonlarına doğru giderek değişim göstermelerine neden oldu. 1990’ların sonlarında, yapılan bir araştırmanın ortaya koyduğu “sosyal demokrasinin ana rakipleriyle, yaklaşık 30 yıl önce aldığı tavırlardan daha fazla ortak yanı var” görüşü, bu konuda ne kadar haklı olduklarını açıkça gösteriyor.
Bununla birlikte, merkez sol partiler sadece ekonomik politika pozisyonlarını ayrıştırmakla kalmadılar, aynı zamanda verdikleri mesajlarda sınıfsal yönü giderek daha fazla küçümsediler. Buna ek olarak, liderlerin işçi sınıfından değil de, giderek daha çok yüksek eğitimli bir elit kesimden gelmesini de gözden kaçırmamak gerekir.
Aynı dönemde, ikinci bir değişim süreci gerçekleşti, ancak bu o kadar belirgin ve yaygın değildi: Merkez sol partiler, ekonomi politikasında merkeze taşınırken, birçok merkez sağ parti, “geleneksel” değerler, göç ve ulusal kimlikle ilgili sosyal ve kültürel konularda giderek daha ılımlı pozisyonlar benimsedi.
Sonuç olarak, merkez sol ve merkez sağ partilerin profilindeki bu kaymalar, pek çok seçmenin çıkarlarının artık herhangi bir parti tarafından gözetilmediği hususunda bir algı oluşturarak, güven kaybına neden oldu.
Ulusal kimlik meselesi
O zamana kadar merkez sağ partiler bu konularda genel olarak muhafazakâr bir duruş sergilemiş, örneğin Hıristiyan demokrat partiler, dinî değerleri ve geleneksel cinsiyetçi fikirleri, kimliklerinin özü olarak görmüş ve bunu benimsemişlerdir. Ayrıca, bu partilerin çoğu ulusal kimliği kültürel ve hatta etnik olarak tanımlamış, göç ve çok kültürlülük konusunda fazlasıyla temkinli davranmışlardır. Bununla birlikte, 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarında, bu partilerin çoğu, daha önceki toplumsal çağrılarını azaltarak veya bırakarak, ulusal kimlik meselelerinde merkeze doğru kaymışlardır.
Genel olarak, merkez sol ve merkez sağ partilerin profilindeki bu değişimler, birçok seçmenin -özellikle ekonomi politikasında göç ve benzeri konularda ılımlı muhafazakâr görüşlere sahip soldaki seçmenlerin- çıkarlarının artık herhangi bir parti tarafından temsil edilmediğini görmeleri ve bunu idrak etmeleri anlamına gelmektedir. Bu, Avrupa’daki (ve ayrıca ABD’deki) seçmenlerin yaklaşık yüzde 20 ila 25’ini oluşturan daha az eğitimli sınıflardan ve işçi sınıfından seçmenlerde de büyük ölçüde etkili olmuştur.
Popülist partilere oy verme
Albert Hirschman’ın ‘çıkış sesi modeli’nden yola çıkarak, bir temsil boşluğu açılırsa ve seçmenler kendilerine yapılan siyasi tekliflerden memnun kalmazlarsa, bu seçmenlerin eylem için iki seçeneği olduğu söylenebilir: geri dönebilirler (çıkış) veya çelişkilerini dile getirebilirler (ses).
Son on yılda olan da zaten tam olarak budur. Daha az eğitimli sınıflardan ve işçi sınıfından seçmenler, artık sandık başına gitmeyerek, diğer siyasi katılım biçimlerinden geri çekilerek veya sağcı popülist partilere oy vererek muhalefetlerini dile getirdikleri için giderek diğer gruplara daha fazla sırtlarını çevirdiler.
Özetle, sağcı popülist partiler de profillerini değiştirdiler; refah şovenizmi ile muhafazakâr sosyal ve kültürel politikaların bir karışımını sundular. Söz konusu gruplara çekici gelmek adına seçmen “dilsizler”in sesi olma sözünü verdiler.
Fransız yazar Édouard Louis, ana akım partilerden ve özellikle geleneksel soldan duyulan memnuniyetsizliğin, vasıfsız bir işçi olan babasını bu yola nasıl sürüklediğini şu şekilde anlatır:
“Seçimler babam için görünmezlik duygusuyla savaşması için bir fırsat olmuştu. […] Babam, 1980’lerden beri siyasi sol tarafından terk edildiğini hissetmişti – sol, serbest piyasanın dilini ve düşüncesini benimsemeye başladığından bu yana [ki artık bu durum böyle değil] sürekli olarak sosyal sınıf, adaletsizlik ve yoksulluk, acı, ağrı ve yorgunluktan bahsetmiştir. Babam ‘Fark etmez – sol veya sağ, şimdi hepsi aynı,’ diye şikâyet etmiştir hep. Bu, ‘önemsiz’ dediği durum, aslında ayağa kalkması gereken, ama bunu yapmayanlara karşı yaşadığı yoğun hayal kırıklığının dışavurumuydu. Ulusal Cephe, kötü çalışma koşulları ve işsizlik konusunda öfkeli göçmenleri veya Avrupa Birliği’ni suçlamaktaydı. Sol, acısını gidermek için hiçbir girişimde bulunmuyordu. Babam aşırı sağın sunduğu yanlış açıklamalara sarıldı. Egemen sınıfın aksine, siyasi bir programa oy verme ayrıcalığına sahip değildi. Ona göre oy vermek, başkaları tarafından var olarak algılanmak için umutsuz bir girişimdi.”
Ancak, mevcut demokratik kurumların neden birçok vatandaşın endişelerine cevap vermediği sorusu da bir o kadar önem teşkil etmekte.
Kısacası; şayet demokrasinin şu anda mücadele ettiği sorunları anlamak istiyorsanız, değişen ekonomik, sosyal ve teknolojik çerçeveye ve bunun yol açtığı mağduriyetlere elbette yakından bakmanız gerekiyor. Ancak, mevcut demokratik kurumların neden birçok vatandaşın endişelerine cevap vermediği sorusu da bir o kadar önemli. Ne de olsa demokrasinin temel özelliklerinden biri, hükümetin vatandaşların endişelerine duyarlı olmasıdır. Bu, seçmenlerin iradesi ile politikacıların ve partilerin gerçek eylemleri arasında belirli bir yazışma anlamına gelir.
Tam olarak temsilde bir boşluk olduğunda, -yani nüfusun büyük bir kısmı çıkarlarının artık geleneksel politikacılar ve partiler tarafından temsil edilmediği izlenimine sahip olduğunda- memnuniyetsizliğin ve dolayısıyla muhalefet eden politikacıların ve partilerin artmasını beklememiz gayet doğaldır. Bu ancak temsil boşluğunu kapatarak önlenebilir ve şu anlama gelir; geleneksel partiler ya seçmenlerine dönmelidir ya da seçmenlerini kendilerine dönmeye ikna etmelidir.
Bu yazı ilk kez 1 Haziran 2022’de yayımlanmıştır.