Hiç dikkatinizi çekti mi bilmiyorum, son zamanlarda çok fazla felaket filmi ve dizisi var. Hepsinin ortak noktası da şu; dünyanın başına küresel bir kriz geliyor; ya uzaylılar işgal ediyor ya zombiler bütün dünyayı ele geçiriyor. Bu dizilerdeki kahramanlar da hayatta kalabilmek için yeni koşullara ayak uydurmak, yani dirençlerini geliştirmek zorunda kalıyorlar. Bunu başarmalarının ilk koşulu da, bildikleri hayattan vazgeçmek zorunda kalmaları oluyor, yani hayatlarını sürdürülebilir kılmak için vazgeçmek zorunda kalıyorlar.
Son yıllarda karşı karşıya kaldığımız küresel krizler, bize bazen kendimizi işte bu felaket filmlerinin ilk sahnelerindeki kahramanlarmışız gibi hissettiriyor. Yani hayat, geçen yazımda da anlatmaya çalıştığım dirençli olma kavramını biz istesek de istemesek de dayatıyor.
Şimdi bir adım daha ileri gidelim ve birlikte düşünelim. Dirençli olmak nasıl sağlanabilir?
Dirençlilik, sürdürebilirliği şart koşar; sürdürebilirlik ise ihtiyacımızdan fazlasından vazgeçmeyi, yani tutumlu olmayı.
Örneğin, deprem dirençli kentler ve yaşam alanları istiyorsak, sürdürülebilir çözümler bulmak zorundayız, bunun için de mesela arazi rantından vazgeçmek zorundayız ya da kentlerimizi yeniden dizayn ederken, belki de evimizin şimdikinden daha küçük olmasına razı olmak zorundayız.
Dirençlilik için sürdürülebilirlik
Daha derine doğru felsefi bir yolculuğa çıkmadan önce hatırlayalım: Geniş anlamda dirençlilik, bir sistemin temel yapısını ve işlevlerini korurken rahatsızlıkları ve diğer stres faktörlerini absorbe etme veya bunlara dayanma yeteneğini tanımlıyor. Dirençli sistemler pes etmeden değişebilirler zira hayatta kalabilmek için değişmek zorundadırlar. Gelişimleri doğrusal değildir; daha ziyade öngörülemeyen, muhtemelen dramatik dönüşler beklenebilir. Dayanıklılık bu nedenle bir sistemin kendini düzenleme, öğrenme ve uyarlama becerisinin bir göstergesi.
Dirençlilik kavramı bugün artık çok çeşitli siyasi, askerî, ekonomik, ekolojik, teknik, tıbbi, psikolojik ve eğitimsel uygulama alanları için işlevsel. Bütün bu alanlardaki dirençlilik kavramının ortak yanıysa şu: dirençli olmanın ön koşulu sürdürebilir olmaktan geçiyor.
Sürdürülebilirlik için ise; her şeyden önce gerek temel ihtiyaçlarımızı giderirken, yani kullandığımız sudan içtiğimiz kahveye, oturduğumuz eve kadar her şeyde yapısal bir değişikliğe gitmek zorunluluğu ile karşı karşıyayız. Moda tabirle minimal yaşam hemen herkesin en temel yaşama biçimi olmak zorunda. Aksi takdirde geç kalmak kaçınılmaz.
Çünkü sürdürebilirlik açısından artık sadece ağaç dikmenin değil aynı zamanda ağaç kesmemenin çözüm olduğu zamanlardayız.
Sürdürülebilirlik neden önemli?
Sürdürülebilirliğin hem kısa vadeli hem de uzun vadeli birçok faydası var.
Olduğumuz gibi devam edersek ve daha sürdürülebilir seçimler yapmazsak gezegenimizin ekosistemlerini koruyamayacağız. Zararlı süreçlere dokunulmazsa, muhtemelen fosil yakıtlarımız tükenecek, çok sayıda hayvan türü yok olacak ve atmosfer onarılamaz bir şekilde zarar görecek. Havanın, suyun ve atmosferin temizliği ile önemli kaynakların gelecekte mevcudiyeti sürdürülebilirliğe bağlı.
“İklim günahkârı biz değiliz başkaları”
Birçok insan, iklimin korunmasına ilişkin alınması gereken tedbirlere sempati duysa bile kendisi doğrudan müdahale edebileceği, yani alabileceği tedbirleri görmezden gelir. Çünkü davranış araştırmalarından biliyoruz ki olgusal bilgi ve değerler insan davranışını çok sınırlı bir ölçüde etkiliyor.
Şehirlerdeki büyük apartmanlar, her türlü tüketim iştahını kabartan alışveriş merkezleri, rahat, keyifli günlük araba gezileri, alışkanlıklar, kısacası sözüm ona konforlu bir yaşam için bencil arzular genellikle daha güçlü. Bunlar aynı zamanda bilinçsiz normallik fikrimizi de ifade ediyor. Dahası, bizim ya da hükümetimizin iklimi tek başımıza kurtaramayacağımız fikrine odaklanıyoruz çoğu zaman.
Alman hukukçu, felsefeci ve sosyolog Felix Ekardt`ın da belirttiği gibi; en geçerli tavrımız, günah keçilerini işaret ederek dikkatimizi kendimizden uzaklaştırma eğiliminde olmamız. Politikacılar, yöneticiler, diğer aptal tüketiciler, uçakla yolculuğu tercih eden diğer yolcular, büyük şirketler, hatta Çinliler…
Bununla birlikte, “En çok emisyondan X zengin kişisi sorumlu” gibi ifadeler de net ve görünüşte çok somut olsa da oldukça yanıltıcı. Örneğin, elektrik dağıtım şirketinin sahibi zengin adam, 10-15 milyon orta sınıf aileye elektrik sağlayan linyit kömürle elektrik santrali işletiyorsa; o zaman çevreye verilen zarardan, emisyondan kim sorumlu olacak? Zengin X kişisi mi? Elektriği kullanan aileler mi? Yoksa santralin çevre izinleriyle her şeyi onaylayan yetkililer mi? İlgili yasaları yapan politikacılar mı? Veya bu siyasetçileri göreve getiren seçmenler mi?
Unutmamak gerekir ki; politikacılar ve şirketler, oylama ve satın alma gibi kararlarımız sayesinde tarafımızca seçilir ve görevde tutulur.
İklimi korumanın başarısız olmasının nedeninin tüketiciler mi, kötü şirketler mi yoksa politikacıların irade eksikliği mi olduğu tartışması bu nedenle sonu gelmeyen, kısır döngüde hapsolan bir tavuk-yumurta sorunu. Oysa, iklim suçlularını avlamak yerine bizim birey olarak neler yapabileceğimize odaklanmak atılacak en önemli adım.
Ancak bu konuda daha farklı bir düşünce ve davranış modeline geçiş birdenbire gökten zembille inmez, politik olarak çoğunluk için savaşmamız ve ayrıca günlük tüketimde kendimizi daha bilinçli hale getirerek, yaşama biçimlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekir.
Toplumsal değişimin tek bir ana unsuru olmadığı için, kapitalizm veya iktidar, bireyin ötesinde soyut kategoriler değildir. Yapısal değişiklikler, ancak birçok insan bunları siyasi olarak talep ederse ve kişisel olarak farklı yaşamaya başlarsa gerçekleşir, aksi takdirde farklı bir politikanın gerçekleşmesini taşıyacak çoğunluk olmayacaktır.
Nelerden vazgeçmeliyiz?
Buna örnek teşkil edebilecek farklı yaşamlara gelince; her ne kadar kendi ülkemizde gündelik yaşam içinde önemli bir değişiklik ve örnek gösterebileceğimizi adımlar çok az olsa da Avrupa`da atılan oldukça bilinçli adımlardan söz etmek mümkün.
Niçin nelerden vazgeçmeliyim?
Bir pipetin binlerce yıl yok olmayan mirası
Plastiğin çevre ve biz de dahil olmak üzere tüm canlılar için zararlı olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Buna rağmen olmasa hiç yokluğunu hissetmeyeceğimiz plastik ürünler var. Mesela pipet böyle ve üstelik komik bir icat. Belli bir yaştan sonra hepimiz bardaktan su içebiliriz. Peki, buna gerçekten ihtiyaç var mı yoksa bu sadece bir alışkanlık meselesi mi?
Tek kullanımlık plastik bardaklar, tabaklar, çatal kaşıklar elbette hayatımızdan çıkabilirler. Nasıl bez torbaları naylon poşetlerle değiştirebildiysek, birçok plastik ürünü de hayatımızdan çıkarabiliriz.
Mis kokunun ardında gizlenen kimyasallar
Yeni yıkanmış, hoş kokulu çamaşırlar hemen hemen herkesin hoşuna gider.
Ama bunun sonuçları olduğunu düşünmek gerekir: Çünkü paketlerin üzerindeki küçük yazıları neredeyse hiç kimse fark etmez. Oysa açıkça çevre için tehlikeli olduğu yazar. Bu kimyasalların uzun vadeli etkileri suda yaşayan organizmalar için zararlıdır. Mikroplastikleri parçalamak neredeyse imkansızdır. Bu zararı önlemek adına normal yıkama tozu kullanmak yeterli olacaktır.
Bir parça çikolata için kesilen ağaçlar
Hurma ağacından (Elaeis guineensis) elde edilen palm yağı dünyada en fazla kullanılan bitkisel yağ. Bazılarında oldukça yüksek oranlarda olmak üzere pek çok üründe kullanılıyor.
Maalesef bu yağı elde etmek için inanılmaz miktarda yağmur ormanı kesiliyor. Çikolatadan tamamen vazgeçmek her ne kadar zor olsa da; şimdilerde bu yağın olmadığı alternatif ürünlerin üretimi ve tüketimi mümkün.
Bir fincan kahve için 140 lt su tüketmek
Kahve ile ilgili ikili bir durum söz konusu. Öncelikle artık birçok ülkede “Al git” (To go) kahveler tek kullanımlık plastik veya kağıt bardaklarda verilmiyor (elbette bazı istisnalar var). Onun yerine ya hatırı sayılır bir depozito karşılığı birçok defa kullanılabilir kahve kupaları veya kişinin kendi yanında taşıdığı termos bardaklar tercih ediliyor.
Bir diğer önemli vazgeçiş ise kahve tüketiminin azaltılması. Örneğin, Almanya`da yapılan kaba bir hesaba göre, bir fincan kahvenin çekirdek halinden bizim önümüze gelene kadar geçen süreçte 140 litre su tüketiliyor. Yerine koymakta zorlandığımız ve en çok ihtiyaç duyduğumuz temel tüketim kaynağı su için daha az kahve içmek kimsenin itiraz edemeyeceği bir seçenek.
Arıları kurtarın
Geçtiğimiz yıl kaç tane arı gördünüz? Yazın kırsala gittiğinizde arılar ve yaban arıları kulaklarınızın etrafında uçuştuğu için dışarıda zar zor yemek yiyebildiğiniz gerçeğine alışmışsanız, son yıllardaki değişimi yavaş yavaş fark etmişsinizdir. Arılar ve böcekler ölüyor ve bu büyük bir problem.
Bu gidişatı değiştirmek için küçük ölçekte de olsa bir şeyler yapabiliriz – örneğin, bahçelerimizin daha vahşi büyümesine izin verip, istenmeyen çiçekleri oldukları gibi bırakabiliriz, böylece arılar yiyecek bulabilirler.
Plastik tüketimi gibi konuları sıkça duymaya alışkınız ama çok hassas bir husus olan mekânın bölüşümü hakkında sesler oldukça cılız çıkıyor.
Oysa sürdürülebilir kalkınma yalnızca ekolojik bir sorun değil, toplumsal bir meydan okuma aynı zamanda. Bu nedenle, daha iyi, güvenli ve sürdürülebilir bir yaşam için yaşam alanlarımızı yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Üstelik buna en son yaşamak zorunda olduğumuz deprem ve acı kayıplarımızı da eklersek çok daha köktenci bir yapı inşaat ve mekân anlayışına ihtiyacımız olduğu apaçık ortada.
Yaşam alanlarımızı yeniden düşünmek
Almanya`da İkinci Dünya Savaşı sonrasında, özellikle bir milyondan fazla bombanın atılması sonucu taş taş üstünde kalmayan Berlin`de, insanlar daha dar mekânlarda yaşamaya başladılar. Yaşadıkları tecrübe, mekânları paylaşmayı, daha az yer kaplayarak, işlevsel yaşamayı öğretti.
Aynı şey şimdi bizim için de geçerli, artık iki kişilik bilemediniz üç kişilik bir ailenin yaşadığı üç veya dört odalı, geniş ama malzemesinden çalınmış, lüks binalara değil, sağlam ama daha işlevsel, daha küçük mekanlara ihtiyacımız var.
Esaslı olarak şehirlerin dirençliliğinden söz etmek ve bunun nasıl mümkün olacağını konuşmak zorundayız.
Dirençlilik kavramı şehirler söz konusu olduğunda, ortaya çıkabilecek iklim değişikliği, sel, deprem v.b. doğal afetler gibi durumların orada yaşayanlara ve altyapılarına kalıcı zarar vermemesi ve kentsel işlevlerin sürdürülebilmesi anlamına gelir. Hatta kalıcı bozulma olmadan şehirlerin hızlı bir şekilde restore edilebilir olmaları da mümkün olur.
Yeşil altyapıyı güçlendirmek
Bununla birlikte, yeşil altyapının özelliği, çok işlevli olmasıdır. Yeşil altyapı bir yandan iyi yalıtım, verimli gölgeleme ile enerji verimliliğine yönelik yaklaşımı içerirken diğer yandan iklim dostu üretim ve doğal yalıtım özellikleri olan yapı malzemelerini kapsar.
Örneğin Alman Federal Ekonomi ve İklim Koruma Bakanlığı “Pasif Evler” (Passivhaus) adı altında geleceğe yönelik enerji tüketimini azaltan ve bu nedenle sürdürülebilir mimari için önemli bir kilometre taşı olan uygulamayı başlattı. Pasif evlerin ısı ihtiyacının büyük çoğunluğu, güneş enerjisi ve teknik cihazlardan çıkan atık ısı gibi ‘pasif’ kaynaklardan karşılanıyor. Buna elektrikli cihazlardan çıkan atık ısı, konut sakinlerinin vücut ısısı ve geniş pencere alanlarından toplanan güneş ısısı dahil. Ayrıca etkili ısı yalıtımı açısından dış duvarlarda, çatıda ve zemin döşemesinde ısı kayıpları en aza indiriliyor. Böylece enerji tüketimi neredeyse tamamen kendiliğinden azalıyor. Öte yandan yeşil alt yapı sadece enerji tüketimini azaltmayı veya yalnızca soğutma, su depolama ve havanın temizlenmesi için kullanılmaz, aynı zamanda hayvanlar ve bitkiler için de yaşam alanı sağlar.
Bu nedenle ekili dikili alanları veya ormanları imara açarak, yaşam alanı genişletme hevesi yerine diğer canlılarla bir arada yaşanabilecek dirençli, sürdürülebilir şehirlere ihtiyaç var.
Yeniden köy yaşamına mı dönmeli?
Üstelik pandemi barınma ihtiyacımızı oldukça değiştirdi. Artık insanlar evlerini daha farklı düzenlemeye çalışıyorlar. Şirketler büyük katlı plazaları terk ederken, bireyler çalışmak gibi birçok şeyi evden yapabileceklerini biliyorlar.
Bunun için İtalyan mimar Mario Cucinella, iki şeye dikkat çekiyor: Birincisi, yapı malzemelerinin kaynaklarının tükenmek üzere olduğuna ve yeni yapı malzemeleri üretmekten başka çaremiz kalmadığına. İkinci olarak da, farklı bir kentsel yapı konseptine ihtiyaç duyulduğuna. Hatta bunun için önerdiği model ise büyük, kendine yeten mahalleler oluşturmak, bu da 15 dakikalık şehirler fikrine tekabül ediyor. Kent sakinlerinin günlük işlerini evden yürüyerek ya da bisikletle 15 dakika içinde yapılabileceği bir kentsel yaşam konsepti. Cucinella’nın önerdiği aslında bir tür köy yaşamına geri dönmek. Ona göre bunu yaparken, her binanın çevreye, doğaya, sosyal, ekonomik ve kentsel dönüşüm üzerinde uzun vadeli olumlu etkisi olmalı ve yapılacak binalar ait oldukları yerel kültür ile şekillenmeli.
Gelecek her zaman önümüzde değil. Bazen geriye dönüp bakmamız gerekir. Binlerce yıl enerji olmadan yaşadık. O halde, diyor Mario Cucinella, geleceği bugünden daha iyi hale getirmek için neden geçmişi incelemiyoruz?
Ebedi mazeret üretme eğilimimiz sadece iklim için değil, aynı zamanda demokrasi için de ölümcül. Çünkü sadece bireyleri işaret etmek, günah keçisi düşüncesini uyandırmaktan başka işe yaramıyor. Ayrıca ürettiğimiz mazeretlere bakınca sanki potansiyel olarak tüm tüketicilerin ve çalışanların reşit olmadığını ilan ediyoruz, çünkü yaşadıkları şekilde yaşamaları açıkça onların suçu değil. Görünüşe göre X hava yolları şirketi veya x tatil beldesi beni tatile gitmeye, X firması beni her gün sınırsız kahve içmeye, çikolata yemeye zorluyor. Israrla başkalarını suçlayan ve insanın kendisini aciz bir özne olarak gösteren bu tür gerçek dışı düşünceler, liberal demokrasinin geleceği için iklim krizinin ötesinde yıkıcı olma potansiyeline sahip. Kendi irademize sahip çıkabiliriz.
Uzun zamandır biliyoruz ki; Hükümetler arası İklim Değişikliği Paneli’nin verilerine göre, Paris Anlaşması’nda kararlaştırılan 1,5 ila 1,8 derecelik küresel ısınma sınırına ancak dünya çapındaki tüm emisyonları 10 ila 20 yıl içinde sıfıra indirmemiz halinde ulaşılabilir. Aynı zamanda, küresel biyoçeşitlilik sözleşmesinin gerektirdiği şekilde türlerin kaybını durdurmalı ve tersine çevirmeliyiz.
Ancak kendimizi nasıl sınırlandırabileceğimizi tartışmak veya nihayet siyasi eyleme geçmek yerine, oyalanıp durduk. Tutumluluk olmadan, yani vazgeçmeden, hayatımızda köklü değişiklikler yapmadan sürdürülebilir tüketim başarısız olacak.
Global düşünmek, yerel olarak hareket etmek ve bireysel olarak da çözüm için mücadele etmek zorundayız.
Kaynaklar:
Elke Mertens (2021), Resilient City: Landscape Architecture for Climate Change, Birkhäuser Verlag.
Felix Ekardt, (020) Sustainability, Transformation, Governance, Ethics, Law, Springer.
Hans Joachim, Schellnhuber, (2015)Selbstverbrennung. Die fatale Dreiecksbeziehung zwischen Klima, Mensch und Kohlenstoff, München .
Harald Welzer (2008) Klimakriege. Wofür im 21. Jahrhundert getötet wird, Frankfurt a.M.
Mario Cucinella Architects (2016), Creative Empathy, Publisher Skira.
Frauenhofer Forschungs (2021), Resiliente Werschöpfung in der produzierenden Industrie-inovatif, erfolgreich, kriesenfest.
Oliver Stengel, (22011)Suffizienz. Die Konsumgesellschaft in der ökologischen Krise, München.
Oliver Stengel, (2016), Jenseits der Marktwirschaft, Ökonomäe im 21. Jahrhundert, Springer.
Passivhaus:https://www.bmwi energiewende.de/EWD/Redaktion/Newsletter/2016/22/Meldung/direkt-erklaert.html (24.03.2023).
Richard, Sennett, (2006)Der flexible Mensch. Die Kultur des neuen Kapitalismus, Berlin.
Max, Weber, (2010), Protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus, München.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 27 Mart 2023’te yayımlanmıştır.