Teknoloji ve dijitalleşen medya, tanımlarımız başta olmak üzere zihinlerimizi, gerçekliği algılamamızı, hayat tarzı ve ritimlerimizi belirliyor. Bunu biliyoruz ama dilimizin sınırları nedeniyle açıklamakta zorlanıyoruz.
Fakat bu yenidünyayı anlamak ve aydınlatmak için başvurabileceğimiz bir fenerimiz de var: Jean Baudrillard (1929-2007).
Büyük düşünür, özellikle Oğuz Adanır Hoca’nın dilimize kazandırdığı çeviri ve söyleşileriyle ülkemizde de tanınıyor ama kabul etmek gerekir ki pek özgün kavramsallaştırmaları, yöntemi ve üslubuyla anlaşılması hayli zor. Baudrillard’ın söyledikleri bize aşikâr hâle geldikçe, teknomedyatik dünyanın resmi gözümüzün önüne daha net olarak serilecek diye düşünüyorum.
Batı toplumuna yeni bir bakış
Gençliğinde Marksist olan ve üretimin aynasından dünyaya bakmaya çalışan düşünür, daha sonra bu bakışın Batı toplumunun günümüzdeki işleyişini anlamada pek bir işe yaramadığını görüyor ve şöyle düşünüyor:
1929 büyük ekonomik bunalımı ve özellikle 2. Dünya Savaşı sonrasında işçi sınıfının emeğinin sömürülmesi ve ürettiği mala yabancılaşması esasına dayalı analizler, işçilerin de kapitalizmin sadık bir tüketicisine dönüşmesiyle birlikte anlamını yitirmiştir. Kapitalizm, mutasyona uğrayarak artık yepyeni bir evreye girmiştir. “Üretime dayalı kapitalist bir toplumdan, bu kez her şeyi (yaşamın tüm alanlarını) denetlemek isteyen, sibernetik özellikler gösteren neo-kapitalist bir düzene geçilmiştir…”
Simülasyon teorisi
Baudrillard, bu yeni düzene “simülasyon” adını verir. Bununla kast edilen sadece, kapitalizmin tüm hayatımıza hâkim olması, dijital medya sayesinde insanın 7/24 tüm rutinlerinin tüketimle bütünleştirilmesi değildir; “simülasyon düzeni”nin çok daha derin bir anlamı vardır.
Simülasyon teorisiyle Baudrillard[1], Marksizm’le ve post-modern düşünce akımlarıyla uzaktan yakından ilgisi olmayan bambaşka bir durumu anlatmaya çalışıyor. “Simülasyon” kelimesini tıpta hekimler de kullanıyor. “Hastalık numarası” yapan sahtekârlara bu adı veriyorlar. (Buraya birazdan tekrar geleceğim.) “Simulasyon”u, Türkçe’ye benzetme, taklit, muvazaa gibi şekillerde tercüme edebiliriz ama bunların, asla hakiki manayı tam olarak karşılamadığını bilelim. Zaten düşünürümüz de bu kavramı orijinalinden farklı bir anlama dönüştürdüğünden, düz tercüme etmektense tarif etmeye çalışmak daha uygun. Çalışalım…
Simülasyon düzeni olarak ileri kapitalizm
Baudrillard da birçok başka düşünür gibi, Rönesans’tan sonra nasıl olup da Batı toplumunun böylesine büyük bir dönüşüm geçirdiğini anlamanın derdinde. Bu nokta çok önemli. Evet, onun odaklandığı tüm dünyadaki toplumsal değişim değil sadece Batı toplumunun dönüşümü. Dünyanın geri kalanıyla Batı arasında bir ayrım yapar ve Batı’nın gittiği modern uygarlık yolunu hiç ama hiç sevmez Baudrillard. Diğer toplumların bu yolu izlemesinin sakıncalı olduğunu görür ve onları uyarmaya çalışır.
Öncelikle bir kavram icat eder, daha doğrusu uydurur: Simülakr.
“Gerçeklik olarak algılanmak isteyen” görünümdür simülakr. Baudrillard’ın simulakr kavramını anlayabilmek için, öncelikle kültürü, “insanın tabiata ilave ettikleri” olarak tanımlamayı, ardından da insan tekinin zihni ile insanın hiçbir ilave yapmadığı hâliyle tabiat arasındaki etkileşimi hayal etmeyi öneriyorum. Zira simülakr’lar, kültür inşası sırasında insanın tabiata ve gerçeklik düzenine nasıl ilave yaptığıyla bağlantılı.
Üç çeşit simülakr
Ona göre, Rönesans’tan bu yana üç çeşit simülakr düzeni var olmuştur.
Birincisi, Sanayi Devrimi’ne kadar olan dönemdeki kopyalama; ikincisi sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan seri üretim dönemi ve tüketimin belirleyici hâle geçmesiyle yapay ve sanal olanın teknolojinin imkânlarıyla gerçek olarak sunulduğu son evre, yani “simülasyon düzeni”…
“Ayna”, ilk; “fotoğraf makinesi”, ikinci, “sinema, televizyon ve dijital medya” aracılığıyla üretilen görünümler ise simülasyon düzeni denilen son evredeki simülakr’lara örnek olarak verilebilir.
Günümüzün gerçeği taklide dayalı
Simülasyon, tam olarak taklit demek olmasa da taklitle ilgilidir; bir kökenin ya da gerçeklikten yoksun gerçeğin modeller aracılığı ile türetilmesine denir. Günümüzde gerçek, artık minyatürleşmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretiliyor, yani tamamen taklide dayalı. Bu sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün oluyor ve simülakr’lar her yeri kaplıyor. “Sanal” dediğimiz dünya, baştan aşağı simülakr’larla kaplı ve orada adeta hayat tamamen taklit ediliyor adeta klonlanıyor.
“Simülasyon düzeni” denilen günümüzde gerçeklik, tabii bir oluş değil de ondan modeller aracılığıyla türetildiğinden ve üzerinde istendiği gibi oynamalar yapıldığından artık bambaşka bir şeydir. Onun bu özelliklerini tanımlayabilmek, aşırılığını vurgulayabilmek için Baudrillard, “hiper-gerçeklik” (dilimize “artırılmış gerçeklik” diye tercüme edenler var) der ve “simülasyon düzeni”nde önceki zamanlardan farklı olarak gerçeğin yerini artık tamamen simülakr’ların aldığını belirtir. Teknoloji ve medya, daha doğrusu ikisinden müteşekkil teknomedyatik dünya, insanın, tabiatın, hayatın hakiki yapısından, yani ontolojisinden apayrı görünümler üreterek bizi içine çeker. Böylece Batı, tekno-kültüre teslim olur, tamamen simüle edilmiş bir tüketim toplumu olur çıkar. Sanıldığı gibi ilerlemez, yerinde sayar, patinaj yapar. Artık önemli olan ihtiyaçlar değil, teknolojinin ve onu elinde bulunduranların insanlara sahip olmaları gerektiğine inandırdıkları nesnelerdir. Nesnelerin hayatımızdaki anlamı değişmiş, fiziksel işlevden çok psikolojik işlev öne çıkmış, ihtiyacın yerini gösteriş ve itibar almıştır. Medya, reklam, moda, yeni kapitalizmin işleyişinin doğal sonuçlarıdır. Reklamlarda sunulan ürünler birer fetiş halini alacak, insana aynı zamanda bir yaşam modeli de dayatacaklardır. Tükettikçe mutlu, mesut ve ayrıcalıklı olacağına inanacaktır “simülasyon düzeni”nin ağına düşen insan. Sadece maddi ihtiyaçlarımız değil, giderek zihinsel, kültürel ve manevi dünyamız da kapitalist maddi üretimin bir parçası hâline gelecektir. Kitle iletişim araçları, sanat, hatta dinî yaşantı kaçınılmaz biçimde bu sürecin birer parçası olurlar.
Sanal, sahte demek değil!
“Simülasyon düzeni”nde gerçek, tabiat, orada öylece durur aslında ama yaşam ortamı, teknolojinin önüne koyduğu tüketim nesneleri ile kitle iletişim araçları ve dijitalleşen medya ürünleri yani simülakr’lar tarafından çevrelendiği için insan, artık gerçeği olanca hakikatiyle görme şansına sahip değildir. Gerçeği sadece sanal hâliyle algılamaktadır. Sanallığın kendisini gerçek sanmaktadır. Ki haklıdır da zira sanal, sahte, taklit demek değildir; gerçeğin, tabii gerçek olmayan formudur.
Şimdi tekrar tıpta hekimlerin “simülasyon” dediği, hastalığın taklit edildiği duruma dönelim… Baudrillard’ın simülasyon teorisini biz psikiyatri hekimleri nispeten daha iyi anlayabiliriz. Psikiyatride, hastalığı komik şekilde taklit etmeye çalışan, düpedüz hasta taklidi (temaruz) yapan sahtekârlardan farklı olarak bir de “kurmaca (factitious) bozukluk” dediğimiz tablolar vardır. Bu ikisi arasındaki farkı ayırt etmek, psikiyatri hekiminden beklenen bir görevdir. Zira temaruz, suç; kurmaca bozukluk ise, psikolojik bir sorundan kaynaklanan hastalık hâlidir. Kurmaca bozukluk hastalığında sorun, hastanın o hastalık rolüne olan ihtiyacıdır. Bu nedenle o hastalığın kendisinde bulunduğunu ispat için ne gerekiyorsa yapar. Önemli olan, onun bir biçimde, hasta rolünün gereğini aynen yerine getirmesi, bunu yaşamasıdır. Kurmaca bozukluk hastası, rolüyle tıpatıp özdeşleşen oyuncu gibidir.
Hekim, hasta numarası yapan sahtekârı kolayca anlayabildiği hâlde, kurmaca bozukluk tanısı koyabilmek için çoğu zaman hastayı kliniğe yatırarak gözlem altında tutmak zorunda kalır. Baudrillard’ın simülasyonla anlatmaya çalıştığı tablo, sahtekârın değil, hastalığı sahiden varmış gibi yaşayan kurmaca bozukluk hastasının dünyasına benzer. “Kurmaca bozukluk” tablosu, bize hastalık numarası yapmakla, hasta rolüne girmenin yani sahtekârlık ile rol yapmanın aynı olmadığını öğretir.
Bizim simülasyon evreninde yaşadığımız sanallığı gerçek sanmamız, tıpkı kurmaca bozukluk hastasının kendisini hasta rolüne kaptırmasında olduğu gibidir. Reklamların, markaların, sosyal ağların dünyasında tükettikçe daha mutlu olacağımızı sanarak yaşayıp gitmemiz bu nedenledir. Sadece teknolojinin, tüketimin ve sosyal medyanın ağında yaşadıklarımızı gerçek sanmak değildir bahtsızlığımız, kitle iletişim araçlarıyla yaptığımız haberleşmeyi de “iletişim”, bu aygıtlardan algı dünyamıza giren her veriyi “bilgi” sanmamızdır.
Yabancılaşma ve cinsel kimlik
Baudrillard’a göre yabancılaşma, şeytanla anlaşmadır; para ekonomisine dayalı kapitalist toplum yapısının ta kendisidir. Tüketim, kültürel sistemimizin üstüne temellendiği sistematik bir etkinlik biçimi; sadece eşyalarla değil, aynı zamanda toplum ve dünya ile ilişkimizde de etkin bir biçimdir. Eşyanın birincil konumu, eşyanın kullanım değerleriyle değil, sembolik değişim değerleriyle ilgilidir.
Emeğimiz, işimiz ve eylemlerimiz yapıldıkları andan itibaren nesneleşiyor, bizim dışımıza çıkıyor; denetimimizden kurtuluyor ve bir bakıma şeytanın eline düşüyor. “Tüketimin öznesi göstergeler düzeni” olduğundan ve her yapıp etmemizin bir meta mantığı genellemesi içinde tüketilebilir bir göstergeye dönüşmesinden ötürü de şeytanla anlaşmak zorunda kalıyoruz. Çünkü kendi varoluşumuzu, kendimizin dışına attığımız bizden türeme bu göstergelerin konumuna göre, yani toplumsal aynadaki imgelerimize bakarak anlamlandırabiliriz. Artık tüketim toplumunda cinsellikten fantazmalarımıza kadar tüm insan etkinliklerinde ve ilişkilerde yabancılaşmadan kurtulma imkânımız yok. Bu nedenle Baudrillard, daha 1987’de şöyle der: “Biz hepimiz simgesel olarak transseksüeliz… Herkes kendine bir ‘görüntü’ (look) arıyor. Kendi varlığımızı öne sürmek mümkün olmadığına göre (artık bakışmak yok, baştan çıkarma sona erdi!) geriye ne var olmak ne de hatta bakılmak kaygısından uzakta görüntü olarak davranmak kalıyor.”
Onun cinsel kimlik ve yabancılaşma hakkındaki bu tespitleri, akla hemen 2012’de oldukça yankı uyandıran, internet aşklarını ele alan “Sazan” (Catfish) dizisini getiriyor. Bu diziden sonra “sazan avcılığı” (catfishing) kavramı, birisinin çevrimiçi olarak yeni bir kimlik oluşturmak için (genellikle diğer insanların sosyal medya hesaplarından alınan) görüntüleri ve bilgileri kullanmasına verilen isim olarak yaygınlık kazandı. Gerçekten de sosyal medya ortamında bir bireyin tüm kimliğini kendi kimliği gibi kullananlar bile söz konusu olabiliyordu. Yeni oluşturulan sosyal medya hesapları daha sonra kimliğin gerçek sahibinin itibarını zedelemek için kullanılabiliyor veya alternatif olarak diğer kişilerin görüntüleri ve bilgileri kullanılarak oluşturulan kurgusal kimlikler çevrimiçi olarak dürüst olmayan ilişkiler kurmak için alet edilebiliyordu.
“Sazan avcılığı” olgusu aslında teknomedyatik dünyada cinsiyetlerin de birer görüntü hâline dönüşebileceğinin, yani Baudrillard’ın tezinin ispatı niteliğinde. Baudrillard’ın günümüzde cinsel kimliğin aldığı hâllere ilişkin saptamaları, toplumsal cinsiyete itiraz etme adına cinsiyetlenmeye karşı çıkan, biyolojik cins ayrımını bile reddeden, internet oyunu ile gerçek yaşamı eş tutan “insan-sonrası” taraftarlarına, hele hele insanın kendisinin bile simülakr haline geldiği yapay zekâ tartışmalarına bakınca daha da anlam kazanıyor.
Öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bırakın eleştirmeyi, anlayabilecek kavramlar bile üretebilmiş değiliz. Baudrillard, günümüzün teknomedyatik dünyasını anlayabilmek, değerlendirebilmek için çok önemli bir bakış açısı sunuyor. Bizim önceki yazılarımızda dile getirdiğimiz, artık teknolojiye bir çekidüzen verme, “ontoloji versus teknoloji” gerilimini bir noktada dengede tutma vazifemizi hatırlatıp duruyor.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 23 Temmuz 2024’te yayımlanmıştır.
[1] Jean Baudrillard, Simulakrlar ve Simulasyon, çev. Oğuz Adanır, Doğu Batı Yayınları, Ankara, 2014.