“Değişmeyen nedenlerden değişebilen sonuçlar çıkmaz.”
Cornelius Castoriadis
Uzun süredir “yeni bir Anayasa girişimi” sözü Türkiye’nin gündeminde dolaşıyor. Fakat, bu girişimin hangi anlamda “yeni” ve içeriğinin ne ölçüde demokratik ethos’a (demokrasinin kültürel, kurumsal, etik ve davranışsal unsurlarına) dayanacağı konusunda kamu oyuna yansıtılmış herhangi bir ipucu yok. Bu yazıda yapılması düşünülen “yeni” anayasanın toplum tahayyülünde karşılığı üzerinden hem demokratik ethos’u hangi açılardan, niçin öncelemesi gerektiğinin, dolayısıyla o anayasayı neden “yeni” saymamız gerektiği meselesine açıklık getirmeye çalışılacaktır.
Anayasanın bir semantiğinin Latincede constitutio (inşa etmek,kurmak) olduğu hatırlanırsa; bir anayasa, her şeyden önce, bizatihi toplumsal gerçekliği kuran bir metin olarak nitelenebilir. O toplumsal gerçeklik ise esasında politik bir zeminde ve politik olanın vücut vermesiyle kurumlandırılmış (instituted) ve kurumlandıran (instituting) olarak ortaya çıkmış ve toplumsal tahayyülü yansıtan bir gölge olgudur. Bu, aynı zamanda, yazımızın ana çerçevesini de belirlememin kalkış noktası olacaktır:
Anayasalar, politik bir iktidarın, varsayılan toplumsal tahayyül doğrultusunda kurumlandırdığı (klasik “kurucu iktidar” kavramını özellikle kast etmeyeceğim) bir toplumsal gerçekliğin, dönüp politik iktidarı kurumlandırılmış hale getiren bir döngüsel süreci simgeler. Dolayısıyla, bir anayasa, ilk ve her şeyden önce, politik bir metindir ve bu metin toplumsal gerçeklik içinde vuku bulan toplumsal tahayyülde de içerilen politik çekişmelerden vücut bulmuştur.
“Toplumsal tahayyül”den kastım ise, siyaset bilimci Charles Taylor’u izleyerek, “…insanların kendi toplumsal varoluşlarını tahayyül etme biçimleri, diğerleriyle nasıl uyum sağladıkları, kendi çevresindekilerle ilişkilerinin nasıl yürüdüğü, normalde karşılanan beklentilerin altında yatan normatif nosyonlar ve imgeler…”dir.
Yazımız, Taylorgil anlamda, toplumun kendisini tahayyülünde kuruş tarzına ve bunu ne şekilde kurumlandırdığına tekabül ettiği tezine dayanmaktadır. Bunun için, önce, bir kurumsal olgunun ne olduğuna ve nasıl yaratıldığına kısaca değineceğim; daha sonra da kurumlandırmanın “tahayyül kudreti” denen toplumsal gerçekliğin ontolojisini tahayyulî bir boyutta formüle etme işlemi olduğu üzerinde duracağım. Bunu yaparken, olmayan bir şeyi oldurmaktan değil; bir şeyin olduruluşunu başka türlü gösterme; veya olmuş olan (toplumsal gerçeklik) ile oldurulan arasındaki açığı ve/ya paradoksu tahayyülî olarak kapatma boyutunu ele alacağım.
Tahayyül kudreti
Bu noktada şu hususu baştan belirtmem uygun olacaktır. Bir anayasa metnine bağlılılık ve bu bağlılığın kurumlandırılması ile toplumsal tahayyüldeki normlar ve yükümlülükler arasında oluşması muhtemel açık, bir tahayyül kudreti sayesinde en aza indirilebilir; böylece anayasanın politik sosyolojik analizine temel teşkil eden “hangi sosyal faktörler, politik iktidarın meşru yasal formunun kabul edilmesine sebep olmaktadır?” sorusuna ilişkin bir cevabın da “tahayyül kudreti” olabileceğinin ipucunu verir. Toplumsal gerçekliğin tahayyülî algılanışı, içinde gömülü olduğumuz verili gerçeği ideal olana dönüştürerek, bu ideali ikame gerçek haline getirmemizin de yolunu açtığı söylenebilir. Bunu sağlayıcı faktöre tahayyül kudreti diyoruz. Tahayyül kudreti, toplumsal gerçekliği oluşturucuların olanı başkalaştırma veya olmayanı oldurma kapasitesidir Bu kapasite, dilde tezahür eder; dilde tezahür etmesi ise tahayyülî olanın sembolik olandan ayrı düşünülemeyeceğini veya sembolik olanın mutlaka tahayyülî boyuta sahip olduğuna işaret eder.
Tahayyül kudreti, bize toplumsal gerçekliğin birçok alanında (din, politika, ekonomi, kültür, vs.) Cornelius Castoriadis’in deyimiyle gizlenmiş olan “çehreleri” aşikâr kıldığı gibi; o çehreleri süsleyen anlam ögelerini saptamamıza da olanak tanır. Dolayısıyla, verili toplumsal gerçekliğin dışına çıkma veya onu dönüştürme, bir yandan sembolik düzeyde toplumsal temsil ile öbür yandan toplumsal pratik arasındaki açığın kapanmasına paralel olarak vuku bulur. Castoriadis, bu süreç sonucu beliren olguyu toplumsal tahayyül mahsulü “anlamlandırmalar magması” olarak adlandırıyor: Yurttaştan ulusa, devletten partiye, sermayeden cinsel kimliğe…kadar toplumun, tahayyülî anlandırmalar bütünü olan bir oluşum .
Nitekim, anayasa dendiğinde, en azından Batı’da 18.yy’dan bu yana kabul gören genel standart tanım; devletin yönetici kurumlarının iktidarını halk adına kurma ve kontrol etme amacıyla tasarlanmış bir kontraktır. Bu tanım, asgaride anayasanın tanımladığımız anlamda magma olduğunun ilk izlerini taşısa bile, buradaki meramımızı anlatmaya yetmez. Bu itibarla, Türkiye’de anayasanın semantiğine başvurarak, kuramsal çerçevemizi somutlaştırmak daha uygun olur.
Politik olanın hukukileştirilmesi
Osmanlıca semantiğine baktığımızda bugün kullandığımız “anayasa”ya karşılık gelen iki terim vardı: “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” ve “Kanun-î Esasî”. Bu her iki terim de devletin örgütlenmesini ve işleyişini ifade eden “temel” (esas) bir resmî metne göndermede bulunurdu. Dolayısıyla, anayasa ve anayasacılık Osmanlı’da öncelikle devlet maslahatı olarak telakki edildiği gibi; devletin farklı toplumsal kesimler karşısındaki ve üstündeki genelliği de devlet maslahatına ilişkin hemen her şeyi kanun konusu yapan bir anlayışa dayanırdı.
Böyle bir anlayışın kalbinde yatan temel bir çelişki ise politik olanın hukukîleştirilmesi şeklinde tezahür eden bir tutumdu: Ontolojik olarak politik addedeceğimiz devlet gibi bir varlığın, bu niteliğinden arındırılarak, sadece hukukî bir imgeymiş gibi topluma sunulması veya politik olanın hukuk vasıtasıyla apolitik şekilde toplumsal tahayyüle yerleştirilmesi.
Bu çok kısa hatırlatmalardan muradım, anayasanın ve anayasacılığın, özünde hukukî bir mesele değil, politik bir mesele olarak dikkate alınmasıdır. Bu yüzden, bir halkın yeni bir anayasa yapma niyeti, aslında o halkın içinde bulunduğu ulusal ve uluslararası politik/kültürel ortamın telkinleri doğrultusunda toplumu yeniden inşa etme arzusudur. Toplumu yeniden inşa ediş ise her yerde ve zamanda politik mahiyette olmuştur ve politik iktidarın etrafındaki tartışmalara paralel vuku bulmuştur.
Bu doğrultuda, Milattan sonra ikinci yüzyıldaki Roma’ya kadar geri gidersek; “constitutio”, yani anayasa teriminin esasen imparatorun yasama yetkisine ve o yetkiler bağlamındaki tasarruflarına atıfta bulunan teknik bir başka semantiği olduğunu görürüz. O dönemde imparator yetkisini sadece res publica (kamu/cumhuriyet) yararına kullanabilir olsa da kendisini, herhangi bir sınırlamaya tâbi görmezdi; dolayısıyla egemendi.
Tarihsel olarak imparatorun res publica’nın başındaki kişiliği simgelemesine paralel olarak, onun egemenliğinin anlamını ifade eden constitutio da doğal olarak diğer tüm yasaların üstünde yer almakta ve onların “anası” sayılmaktaydı. Bu anlamda, egemen res publica’yı kuran (constitute) rakipsiz güç olduğundan, anayasa da diğer tüm hukukî unsurları kuran bir üstünlüğe sahipti.
Epey zaman sonra, 17.-18. yüzyıllara gelindiğinde ise anayasanın anlamında bir değişim oluştu; artık “anayasa”, dendiğinde genel olarak hükümetin iktidar kullanımının hukuken sınırlandırılması ve bu sınırlar dahilinde otorite kullanımı anlaşılır oldu. Anayasacılık da bu doğrultuda bir anlam kazandı ve daha çok John Locke’un ve Amerika’nın cumhuriyetçi kurucu babalarının düşüncelerinin formülasyonu haline geldi.
Eğer, hukuk iktidar (egemen) ile ilintili; iktidar, bir toplum kesiminin diğer(ler)i üzerinde uygulanan bir kontrol mekanizması; anayasa da iktidarın (egemenin) yasası ise; halkın iktidarı (egemenliği) kimin üzerinde uygulanacaktır?
Demokrasi teorisyeni Giovanni Sartori’nin belirttiği gibi; “Halk egemenliğinin nesneleri, yöneldiği kimseler kimlerdir ?” diye sorduğumuzda, formül tamamlandığı zaman, ondan şöyle bir anlam çıkar: “….Halkın halk üzerindeki iktidarı. Ama o zaman sorun tamamen farklı, ters bir yöne döner; çünkü bu formül iktidarın yalnızca yukarıya doğru çıkışını değil, aşağıya doğru inişini de içine almaktadır. Eğer, bu iki-yönlü süreç içinde, halk, denetimini yitirecek olursa, o vakit halk üzerindeki egemenliğin halkın egemenliği ile hiçbir ilgisinin kalmaması tehlikesi belirir.”
Bu bir döngüsel durumdur. Sözkonusu döngüsel durumun, egemenliğe dair biraz önce bahsedilen paradokstan kurtulması, ancak eşitlik mekanizmasını devreye sokan bir anlayışla mümkündür. Çünkü, başta belirttiğimiz gibi, Constitutio’nun semantiği aynı zamanda beraber kurmaya, kurumlandırmaya işaret eder. Bu beraberliği ise halk sembolize eder. Bu ise bir toplumsal düzeni beraber kurmanın (constitutio) ve son tahlilde halkın halk üzerindeki egemenliği gibi bir paradoksu gidermenin de politik formülasyonudur. Bu formülasyonu hayata geçirecek olan bir halkın yukarıda tanımladığım anlamda tahayyül kudretidir. Tahayyül etmek, esasında bir duygulanım meselesidir. Eğer, eşitliği sadece devletle sağlanacak, rasyonel olarak temellendirilmiş kurumlarla gerçekleştirilebilecek bir olgu değil; ilk ve her şeyden önce, halkın duygu ve yaşantısını dikkate alarak tesis edileceği anlaşıldığında, tahayyül kudreti işlerlik kazanır; teşkilat-ı esasiye de demokratik ethos’un en önemli unsuru olarak somut görünümü haline gelir.
Anayasa yapma/anayasacılık, bunun için politik bir meseledir; çünkü, yukarıda tanımlanan anlamda dayanmak zorunda olduğu bir demokratik ethos, gücünü ve meşruluğunu halktan alan politik bir iradeyi hem kaçınılmaz kılar, hem o irade tarafından hayata geçirilmesi mümkün hale gelir. Hukukî olan ise bu durumun sadece uygun teknik bir dildeki ifadesidir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 15 Mayıs 2024’te yayımlanmıştır.