Dünyada periyodik olarak vuku bulan ve çoğunlukla bireysel inisiyatife dayanan sağ görüş menşeili silâhlı eylemlerin – kamuoyunda pek bahsedilmese de – kavramsal bir karşılığı var: Sağ-hızlandırmacılık.
2019 yılında Yeni Zelanda’da Brenton Tarrant’ın Christchurch Camii’ne düzenlediği saldırı, aynı yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Teksas-El Paso mevkiinde Patrick W. Crusius’ün eylemi, 2022 yılında yine ABD’nin New York-Buffalo mevkiinde Payton S. Gendron’un ve Slovakya’nın başkenti Bratislava’da Jural Krajcik’in giriştiği eylemler sağ-hızlandırmacılık çerçevesinde ele alınabilecek güncel bazı örnekler.
Yakın döneme nispetle, 2011 yılında Norveç’in başkenti Oslo’da Anders Behring Breivik’in – dolaylı olarak – başlattığı silsile muhtelif dinamikler ve “ân”larla günümüze değin geldi.
ABD’de çok yaygın. Avrupa’da alıcı kitlesi epey kalabalıklaştı. Yine Avustralya ile Yeni Zelanda hattında ciddi bir nüve var. “Beyaz üstünlükçü” muhitte husûsî bir yere sahip. Keza nasyonal-sosyalist düşünceye bağlı yorum, oluşum ve eylemlerde izine sık rastlanıyor. Literatürü (yeraltı dâhil) de oldukça gelişkin.
Peki, ama sağ-hızlandırmacılık tam olarak nedir ve neyi amaçlıyor? Monoblok bir ideolojik kalıp mı, yoksa bir modus operandi mi? Hangi düşünürlerden ilham alıyor? Hangi tarihsel çarklardan geçerek olgunlaştı? Nasıl örgütleniyor? Çelişkileri neler?
Gelin, ülkemizde az bilinen bu akımın kalbine doğru bir yolculuk yapalım.
Sağ-hızlandırmacılık: Teşhis, gâye ve hareket
Sağ-hızlandırmacılığın başlangıç tespiti hâlihazırdaki (“modern” ve/veya liberal-demokratik) toplumsal dokunun sorunlarına dair “siyâsî” bir çözümün olmadığıdır. Başka bir deyişle, mevcut tıkanmalar özü itibarıyla “sistemik”tir ve aynı “sistem”e bilfiil dâhil herhangi bir kurumca “içeriden” bir tarzda çözüme kavuşturulamaz.
Sağ-hızlandırmacılara göre yerleşik düzenin sürdürülebilir hiçbir tarafı yok ve zaten kendiliğinden çökme yoluna girmiş bulunuyor. Esas mesele ise “nasıl?” ve “ne zaman?” soruları etrafında düğümleniyor.
Bilinen şekliyle toplumsal düzenin – kuşattığı bütün kurum, kural ve işleyiş mekanizmalarıyla – sonlanmasını hızlandırmak gâyesi, “ilksel” bir gâye şeklinde tezahür ediyor.
Bu uğurdaki “araçlar” ise toplumsal bileşenlerin birbirine karşı kışkırtılması ve hatta kırdırılması.
Gerçekten de söz konusu perspektifte toplumsal “fay hatlarını” kaşıyan her söz, duruş, eylem vb. “faydalı” olarak değerlendirilir. Bunlar sağ-hızlandırmacılığın geleneksel çerçevesinin “dışından” gelse dahi böyle değerlendirilir ki, bu önemli bir nüans.
“Sistem” hakikatinin dinamitlenmek suretiyle farklı kümelerin birbiriyle çatışmasının zeminini kolaylaştırmak, bu vesileyle toplumun bir nevî “bağışıklığını” düşürmek ve onu nihâî “iç savaş” için “kıvama” getirmek, sağ-hızlandırmacı teleolojinin temel sütununu teşkil eder.
Bünyesinde fevkalâde “aktif” bir nihilizmin hücrelerini taşıyan akımda, klâsik “demokrasi” dairesinde faaliyet göstermenin hem bir zaman kaybı hem de zararlı olduğu anlayışı hâkim.
“Yıkılması gereken”, dahası “yıkılmakta olan” bir dünyanın “kalıntılarına” eklemlenip ona meşruiyet kazandırma seçeneği topyekûn reddediliyor.
Bir çeşit “ana idrâk şablonu”nun varlığından – her ne kadar derinliksiz olsa da – pekâlâ bahsedilebilir.
Buna göre, er ya da geç şiddet şiddeti doğuracak ve bu “döngü”yle birlikte kaos toplum sathına yayılarak kitleselleşecek. Kontrolün herkesçe ve her yerde yitirilmesi hâdisesi ise son tahlilde bir “ırk savaşı”nı tetikleyerek sağ-hızlandırmacıların hayâlini kurdukları “etno-devlet”in kuruluşuna vesile olacak.
Egemen anlatı, kurgu, propaganda – her neyse –, bu noktada “sistem”in çöküşünü müteakip inşâsı plânlanan etno-devlet modeli eliyle hakkı yenildiği/gasp edildiği inanılan etnik gruba (burada “beyaz ırk”) adâlet getirecek yeni bir ulusal (ardından da “küresel”) nizâmın oturtulması üzerinde duruyor.
İdeolojinin pratiği: Köklerin derinliğinde kazı
Sağ-hızlandırmacılığın genetik kök-kaynakları her ne kadar Kıta Avrupa’sında mevzilense de evrildiği yer ışığında baskın çıkan Anglosakson âleminden (bilhassa da ABD’den) fışkıran yorumlar demeti oldu.
Bu belirleyicidir zira iki farklı damara değinmek gereği hâsıl.
İlk perdenin en büyük, cüsseli karakterleri İtalyan düşünür Julius Evola ile Yunan asıllı Fransız yazar Savitri Devi. Ve bu iki karakterin kesişme noktalarının yanı sıra bir de ayrıldıkları (özellikle tekliflerinde) stratejik boyutlar var ki, söz konusu bu ayrımlar bahsini ettiğim “iki farklı damar”ı somutlaştırıyor.
Öncelikle ortaklaşılan alana projektör tutalım.
Gerek Evola gerekse Devi bir mutlak yozlaşma/çöküş dönemi olarak “Kali Yuga” devresine inanıyorlar.
“Kali Yuga” (döngüsel Hindu kozmolojisinde dördüncü ve son zaman devresidir ve “Demir Çağı” olarak tercüme edilebilir), karanlıklara bulanmıştır.
İnsanlar erdem, ahlâk ve aşkın arayışlarından tümüyle uzaklaşmıştır. Dekadans köpürmüş ve her şeyi çürütüyordur. Kozmik kötücül-yozlaştırıcı güçler çoğalmış ve iyicil güçleri bastırma yoluna girmiştir. Ne var ki bu süreç “ebedî” değil ve sonlanmaya mahkûmdur.
İnanışa göre, Kali Yuga’nın bitişi (ve akabinde başlayacak olan altın çağının, yâni “Krita Yuga”nın doğuşu), Hindu Tanrısı Vişnu’nun 10 cisimleşmesinin sonuncusu olan Kalki’nin zuhuruyla olacaktır. Kalki, beyaz atının üstünde gelecek ve kılıcını karanlığın bağrına saplayacaktır. Böylelikle bu, erdem ve doğruluğun yeniden ihyâsı için yapılmış ilâhî bir müdahaleye dönüşecek ve ufukta beliren kurtuluşu müjdeleyecektir.
Evola ile Devi insanlığın bugün Kali Yuga’yı yaşadığına kâni olsalar da “çıkış”ı bambaşka yerlerde arıyorlar.
Devi, benimsediği “ezoterik Hitlerci çizgi”yle uyumla bir bütün olarak nasyonal-sosyalist ideolojiyi Kali Yuga’nın yozlaştırıcı (ki bu etkiden esasen Yahudileri mesul tutuyordu) kasvetine karşı en kuvvetli mukavemet pınarı olarak savundu.
Öyle ki, Hitler’in gerçekte Vişnu’nun avatarlarından biri (Kalki değilse de) olduğuna dair bir kitap yazmış, sayısız da konuşma yapmıştır. Dolayısıyla Devi aslında çağa karşı atak bir cevaba taraftardı. Ve bu uğurda bazen tek başına, bazen de özellikle Birleşik Krallık ve ABD’de nasyonal-sosyalist yeraltı çatı örgütler aracılığıyla radikalce mücadele etti. Fikirlerinin Anglosakson düzlemde daha çok yankılanması, bu sebeple şaşırtıcı değil.
Evola ise Kaplanı Sürmek adlı eseri kapsamında üzerinde durduğu “Apoliteia” kavramıyla bir yol açmaya gayret etti. Taocu felsefeden devşirilen “kaplanı sürmek” tâbiri, kaplanı süren kişinin kaplanın gazâbına uğrama ihtimalinin düşük olduğuna ve hatta kaplan yorgun düştüğünde onun hakkından bile gelinebileceğine vurgu yapar. Evola’nın modern toplumlara bakışı işte tam da böyleydi.
Evola’ya göre çağın insanı için en mühimi, değiştirmeye gücünün yetmediği/yetmeyeceği başlıklarda en azından kendini korumaya almasıydı. Bu bağlamda “apoliteia”, mevzubahis “oto-muhafaza” arayışının billurlaşmış karşılığı olarak serdediliyor.
Evola’nın kendi kelimeleriyle “apoliteia”, “modern topluma ve onun ‘değerlerine’ karşı aşılmaz bir içsel mesafedir. Böylesi bir toplumla en asgarî düşünsel veya ahlâkî irtibatlanmayı dahi reddetmektir”.
Diğer bir ifâdeyle, “siyâsî” olan her şeye ve herkese dair bir “manevî kopuş” geliştirmek esastır zira bu çağda insanın kendi varlığını adamaya değer bulacağı ne bir fikir ne bir motivasyon ne de bir hedef kalmıştır.
En iyisi, bireysel ve manevî tekâmüle odaklanmak ve mukavemeti buralarda örgütlemektir.
Çatallaşma çok açık: Bir yanda “beklemeci-sessiz”, Evola’dan esinlenen bir sağ-hızlandırmacı model, diğer yanda ise “eylemci” donanımda ve Devi’den devralınan bir sağ-hızlandırmacılık. İlki “katılmama” ve “imtinâ” ilkeleri üzerinden bir hızlandırmacılık tasavvur ederken, ikincisi doğrudan angajmana dönük bir stratejiyi içselleştiriyor.
Oysa bu kök-külliyat zamanla gösterişsiz bir dekora indirgendi veya biçimsizleştirildi.
İkinci perdede dizginler artık ekseriyetle “neo” türevlerin ve aktörlerin elinde.
Pratiğin ideolojisi: Yüzeyin sığlığında şiddet
1978 yılında yayımlanan William Pierce’in meşhur Turner Günlükleri ve 1980’lerden itibaren yayımlanmaya başlayan ve hâlâ yeni baskıları çıkan James Mason’un Kuşatma (Siege) adlı eseri günümüz sağ-hızlandırmacılığının yapı taşları mâhiyetinde.
Bunlara Fransız yazar Renaud Camus’nün – içinde Avrupa halklarının Mağrip ve Afrika halklarıyla ikâme edildiğini öne sürdüğü – “Büyük İkâme”sini (Le Grand Remplacement) de eklemek durumundayız.
Pierce’in – ki Savitri Devi’nin de ahbabıdır – Turner Günlükleri başlıklı romanı şiddetli bir antisemitizm ihtiva ederken, pek çok şiddet eyleminin de dolaylı yoldan fikrî altyapısını vücuda getirdiği iddia ediliyor.
Yine Mason’un “Kuşatma”sı (son baskısı 700 sayfa civârındadır), kendisinin bilhassa 1969-1987 arası yıllarda faal olan Nasyonal Sosyalist Kurtuluş Cephesi (National Socialist Liberation Front) bültenleri için kaleme aldığı kroniklerden müteşekkil.
Liberal-demokrasilerin ölü doğduğu tezinden hareket eden Mason, Yahudi ve Siyâhîlere karşı bir şiddet dalgası başlatmak gerektiğini, bu yolun önce iç savaşa oradan da mutlak devrime ve elbette etno-devletin inşâsına çıkacağını yazıyor.
Radikalleşmenin mevcut şartlarda lidersiz cereyân ettiğini/etmesi gerektiğini savunan Mason, bu vesileyle “kendi kendini etkinleştirecek” bir şiddet mantığını aslî “eylem şematiği” belliyor.
Mason’un kitabı hızlandırmacı çevrelerde öylesine bir (kurucu-) tesire sahip oldu ki, artık bir “Siege kültürü”nden dahi bahsediliyor.
Bloglarda, forumlarda, mesajlaşma platformlarında – velhâsıl dijital ekosistemin her zerresinde propaganda çok koyu ve sıkı. Nitekim “oto-radikalleşme” de en çok bu mecralarda gerçekleşiyor. Eylemciler buralarda oluşuyor, eylemler öncesinde ve sonrasında değerlendirmeler buralarda yapılıyor, manifestolar buralarda paylaşılıyor ve bu döngü her gün yeniden buralarda başlıyor.
Bireysel inisiyatifin yanı sıra nispeten “kolektif” yeraltı “ağlarının” da (mesela Atom Waffen Division gibi, vaktiyle Devi’nin kurucuları arasında yer aldığı Dünya Nasyonal Sosyalistleri Birliği – World Union of National Socialists gibi vs.) küçük, dağınık ve amorf hücre örgütlenmeleriyle bir rol oynadığı yahut oynamaya çalıştığı bir evredeyiz.
Ölümcül çelişkileri çok fazla bir akım
“Lidersiz”, “merkezsiz”, “hiyerarşisiz” ve alabildiğine “yatay” sağ-hızlandırmacı tasarımın, yüklendiği etno-devlet misyonuyla, sunduğu “hareket özgürlüğü” epey gelişkin olsa da nihâyetinde başıboş bir şiddet-tapıcılığa doğru metamorfoza uğraması uzak bir ihtimal değil.
Sağ-hızlandırmacılık çok fazla ölümcül çelişkileri olan bir akım.
Ortada monolitik bir hareket değil, sadece birtakım parçacıklar var. Propagandası yapılan şiddet sarmalının ise son kertede nereye, kimlere, nasıl ve ne yoğunlukta ulaşacağı asla kestirilebilir değil. Bu doğrultuda yaratılmak istenen kaosun ertesinde “emin olunan” nihâî zaferin de en hafif deyimle bir “sanrıdan” ibaret olduğu aşikâr.
Klâsik Marksizm-leninizmde olduğu gibi ahenkli bir “devrim teorisi” olmayışı “avantaj” zannedilenlerin gerçek sınırlarını bir çırpıda çıkartıveriyor.
Her şeye rağmen sağ-hızlandırmacılık; ABD, Kanada, Birleşik Krallık, Yeni Zelanda ve Avustralya’nın dışında başta Fransa, İtalya, Almanya ve bazı Orta-Doğu Avrupa ülkelerinde – bilhassa gençler arasında – kendine bir taban bulan bir olgu.
Evola’nın – günümüz dünyasına ait olmama ve ona boyun eğmeme duygularını güce çevirmeye mâtuf – “radikal içe çekilme”sinin Devi’nin – muhtemelen kendisinin dahi tahayyül edemeyeceği boyut ve ölçülerde – en “radikal dışavurum”ları yararına “geri çekildiği” bu “ân”da, fikirlerin evrimleşme kabiliyetinin de çarpıcı bir örneğini görüyoruz.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 5 Şubat 2024’te yayımlanmıştır.