1918 yılında 50 milyon kişinin ölümüne yol açan grip salgınının ardından, ülkeler bu enfeksiyonla mücadele için yeni örgütler kurdu. Ancak, salgınlar ve büyük güçlerin yeniden rekabetine tanıklık ettiğimiz bu dönemde, söz konusu örgütler enfeksiyonla mücadelede yetersiz kalıyor.
New Statesman’da dergisinde yayınlanan, 18 ay içinde 50 milyondan fazla kişinin ölümüne neden olan İspanyol gribinin dünyayı nasıl değiştirdiğini anlatan bir kitabın da yazarı olan Laura Spinney imzalı makale, Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in Pekin’de Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Başkanı Tedros Adhanom Ghebreyesus ile coronavirüsü hakkında konuşurken, “Şeytanın gizlenmesine izin veremeyiz” demesini hatırlatarak başlıyor.
Yazara göre, virüsü şeytanla karşılaştırmanın halkı korkutabileceğini düşünen Batılılar, bu sözlere şaşırmışlardı ama bu sözler aslında halkın kaygısını gidermek üzere özenle seçilmişti. Zira, Çin’de salgınlar da dahil olmak üzere doğal afetleri şeytanlar, tanrılar veya ruhlarla kıyaslamak gibi öteden beri süregelen bir gelenek… Aynı şekilde, bunları siyasi ayaklanmaların bir habercisi olarak görmek de bu geleneğin bir parçası.
Nitekim Mançurya’da baş gösteren ve yaklaşık 60,000 insanın ölümüne yol açan veba salgınının baş gösterdiği 1910 yılından bir yıl sonra son imparatorluk hanedanı devrilmişti. Bu olay, salgının yalnızca değişimin bir habercisi olduğu fikrini pekiştirmekle kalmamış, karantina ve egemenlik arasındaki ilişkiyi de güçlendirmişti. Zira o dönemde Çinliler, Rusya ve Japonya’nın hastalığı kontrol etme bahanesiyle Çin’i işgal etmesinden endişelenerek çok katı karantina önlemleri almışlardı. Yani aslında Başkan Jinping Çinlilere şeytanın gizlenemeyeceğini söylerken, hem siyasi hem de halk sağlığı mesajı veriyor ve aslında hâlihazırdaki yönetimin bu krizi tek başına kontrol altına alacak güç ve ehliyete sahip olduğunu da vurguluyordu. Pekin’in ayrıca Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nden (CDC) gelen yardım tekliflerini de geri çevirdiği biliniyor.
Dünya Sağlık Örgütü ve tarihten ders almak
Ancak yazara göre, “tarihten çıkardığımız ders salgın ve patojenlerin (hastalık mikropları) sınır tanımadığı, aksine bunları sınırlamaya çalıştıkça durumun genellikle daha da kötüye gittiği şeklinde” ve “adım adım yalnızlık politikasına (izolasyonizm), büyük güçler arasındaki rekabete geri döndüğümüz şu günlerde, öyle görünüyor ki bu dersi sil baştan alacağız.”
Yazar, bu dersin somut örneğininse 1946’da kurulan Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) olduğunu vurguluyor ve kurumun öncesine de değiniyor: “DSÖ, İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında yıkılan Milletler Cemiyeti’nin (MC) sağlık birimi gibi çoğu küçük örgütün yerine geçti. Söz konusu sağlık birimi, 1920’li yılların başlarında, Avrupa’yı kasıp kavuran tüberküloz ve tifüs salgınları ile dünya genelinde yaklaşık 50 milyon insanın ölümüne yol açan 1918-1921 grip salgınına müdahale etme amacıyla kurulmuştu.”
Yazar, kuruluşundan bugüne gelerek DSÖ’nün yaptığı çalışmaları şöyle anlatıyor:
“DSÖ pandemiyi ‘yeni bir hastalığın dünya çapında yayılması’ olarak tanımlarken, epidemiyi belirli bir bölge veya toplulukla sınırlı olan salgın hastalık olarak ifade ediyor. Örgüt henüz coronavirüs salgınını pandemi olarak ilan etmedi, ancak yakında edebilir. 1918 grip pandemisi bahar ayında kuzey yarımkürede patlak vermişti. Kaynak ülkesi bilinmese de üç yıl içinde tüm dünyayı saran bu salgın, İspanyol gribi olarak adlandırılmıştı. Yalnızca Antarktika ve Atlantik Okyanusu’nda uzak bir ada olan St. Helena Adası gibi en izole bölgeler salgından etkilenmemiş, en çok zarar görenler ise yoksul ülkeler ile toplumun en alt kesimleri olmuştu. Söz gelimi Hindistan’da hastalıktan dolayı yaklaşık 18 milyonun hayatını kaybettiği tahmin ediliyor ki bu da kabaca Birinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin sayısına tekabül ediyor.”
Salgınlar ve sonuçları
İspanyol gribinin, ölenlerin sayısı açısından tarihin en ölümcül salgını olduğunu belirten yazar, 1918 pandemisinin uzun vadeli sonuçlarına da yazısında değiniyor:
“Salgının Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesini hızlandırdığı ve Paris Barış Konferansı’na katılacak çoğu temsilciyi etkilediği için barış sürecini baltaladığı söyleniyor. Salgın ayrıca küresel ekonomiye zarar verdi ve virüs sonrası bir dizi depresyona neden oldu. Salgın, genellikle ortalama ölüm yaşı 28 olan genç yetişkinleri etkiledi ve savaş sonrası Avrupa’nın yeniden inşasına ket vurdu. Birçok yetim ve yaşlıyı devlet veya hayır kurumlarına muhtaç bırakırken dünyanın her yerinde toplumsal dokuyu da darmadağın etti. Salgın karşısında bozguna uğrayan ülkeler, gelecekte bu gibi tehditlerle mücadele etmek için el ele verip çalışmak gerektiğini anladılar.”
Bu acı tecrübelerin sonunda gelinen noktada bir daha salgınlara karşı daha hazırlıklı olabilmek için DSÖ kuruldu. Yazar, DSÖ’nün bugünkü durumunu, içinde olduğu açmazları şöyle ele alıyor:
“Ortaya çıkan patojenlerle ilgili bilginin paylaşımını ve yasal açıdan bağlayıcı bir araç olan Uluslararası Sağlık Tüzüğü aracılığıyla patojenlere yönelik verilecek uluslararası tepkiyi Dünya Sağlık Örgütü düzenliyor. Fakat günümüzde DSÖ mali açıdan yeterince desteklenmiyor ve Hastalık Kontrol Merkezi’ne nazaran uluslararası faaliyetlerinde daha az yetkin kabul ediliyor. Bu durum da DSÖ’nün ihtiyaç duyduğu mali desteği vermeyen ulusal sağlık temsilcilerini endişelendiriyor.
Dünya Sağlık Örgütü kaldırılmalı mı yoksa revizyondan mı geçmeli?
Ancak, DSÖ ile ilgili tek sorun finansal yetersizlik değil; örgüt aynı zamanda bilhassa pahalı bölgesel ofislerinin hantal yapısı, bürokrasisi ve acil durumlardaki eylemsizliği nedeniyle de eleştiriliyor. Nitekim örgütün bir revizyondan geçirilmesi veya tamamen kaldırılması da uzun süredir tartışılıyor. 2019 yılı mart ayında DSÖ Başkanı örgüt yapısı ve mali düzenlemeler hakkında geniş çaplı reformlar yapılacağını ilan etti, ancak bazı gözlemcilere göre DSÖ’nün temel eksikliklerini nasıl gidereceği çok net değildi.”
Ancak, söz konusu halk sağlığı olunca, DSÖ’ne en sert eleştirileri yöneltenler bile güçlü ve bağımsız bir küresel sağlık kuruluşunun gerekli olduğunu düşünüyorlar. Buna gerekçe olarak da bulaşıcı hastalıkların yeniden oluşması ve bilhassa yeni ‘zoonoses’ yani hayvanlardan insanlara bulaşabilen hastalıkların ortaya çıkması öne sürülüyor. Sürekli artan insan nüfusunun yeni ekolojik yaşam alanları yaratması ve böylelikle yeni patojenlerle karşılaşılması bu süreci son yıllarda daha da hızlandırdı. Bu hastalıklardan en büyük zararı ise onlara karşı mücadele edecek yeterli donanıma sahip olmayan en yoksul ülkeler görüyor. Ancak, gördüğümüz üzere tüm dünya tehdit altında. İnsan ve hayvanlarda antibiyotik ve antiviral ilaçların aşırı kullanımına bağlı olarak gelişen antimikrobiyal direnç (bakteri ve virüslerin ilaçlara karşı gösterdiği direnç) kullandığımız ilaçların iyileştirici etkisini de gittikçe azaltıyor. Aşı kararsızlığının (vaccine hesitancy) yaygınlaşmasıyla durum daha da kötüleşiyor.
Tüm uluslararası örgütler, özellikle ABD gibi güçlü ve zengin üyeleri örgütten uzak durduğunda güç kaybediyor ve işlev görmemeye başlıyor. Aynı durum Dünya Bankası (DB) için de geçerli. Dünya Bankası da 2012 yılında pandemikler ve antimikrobiyal dirençten kaynaklanan tehditleri göz ardı ettiği ve yoksul ülkelere gereken yatırımları yapmadığı gerekçesiyle eleştirilmişti. Harvard Küresel Sağlık Enstitüsü’nden sağlık ekonomisi uzmanı Olga Jonas’a göre dünya aslında ‘hatalarının bedelini’ ödüyor.
İnsan ve mal dolaşımını kısıtlamak gerçekten işe yarıyor mu?
Coronavirüsün insandan insana bulaşma vakaları Çin dışında da görülmeye başladıktan sonra, 30 Ocak’ta DSÖ küresel acil durum ve salgınla mücadele için bir dizi önlem ilan etti. Ancak DSÖ’nün herhangi bir hukuki yetkisi yok. Aynı zamanda örgüt, salgın zamanlarında insan ve malların dolaşımına getirilen kısıtlamaların da ters etki yapabildiğini ifade ediyor. Günümüzde halk sağlığı çevreleri, harfiyen uygulandığı takdirde sınırlara giriş ve çıkışlarda yapılan taramaların salgınların kontrolünde daha etkili olduğu konusunda hemfikir ama birçok ülke bu tavsiyeyi göz ardı ediyor.
Çin’in komşusu çoğu ülke sınırlarını kapatırken diğer ülkeler de seyahat yasağı getirdi. DSÖ’nün açıklamasının ardından, ABD Çin’den gelen vatandaşlarını 14 gün karantina altına alırken, aynı noktadan gelen Amerikan vatandaşı olmayanların ise girişini tamamen yasakladı. Avustralya da benzer bir politika izledi. Birçok kimse için söz konusu karantina uygulaması, salgının merkezindeki Hubei eyaletine gitmeyen insanlar için fazla kısıtlayıcıydı. Aynı şekilde, Amerikan vatandaşları ile yabancılar arasında bir ayrım güdülmesi de 1918 İspanyol gribinde Portekiz vatandaşlarına yurt dışı seyahatlerinin kısıtlanması kadar anlamsız geliyor.
Aksine, ikili ilişkilere zarar veren bu tarz ayrımcı tedbirler, Çin ile hâlihazırda ticaret savaşı içinde olan Amerika’yı daha savunmasız bir hale getiriyor. Zira ABD farklı yollarla kendini salgınlara daha açık bırakmış durumda. Hükümet desteği olmadan geçinemeyecek durumdaki göçmenlere yönelik yapılan düzenlemeler bir şekilde Kongre’den geçerken, aslında sağlık harcamaları dâhil olmak üzere göçmenlerin devlet hazinesine olan yükünü yine onların daimi ikametgâh izni alma ihtimallerine bağlıyor. Bu da göçmenlerin doktora gitmemesine ve dolayısıyla bulaşıcı hastalıkların kayıt altına alınmamasına yol açıyor.
Salgınlar ve pandemik hastalıklar her zaman siyasetin ve sınır güvenliğinin de bir konusu olmuştur. Habsburg Monarşisi 18. yüzyılda Osmanlı Devleti’nden gelecek enfeksiyonları önlemek amacıyla Tuna’dan Balkanlara kadar bir dizi hisarlar biçiminde bir güvenlik koridoru oluşturmuştu. Hristiyanlık ve İslam arasında bir sınır çizgisi oluşturan bu hat aynı zamanda askeri, ekonomik ve dini bir sınırı da nitelemiş ve salgın şüphesi bulunan kimseleri hat boyunca inşa edilen karantina noktalarına alan silahlı köylülerce korunmuştu.
Oyunbozan mikroplar
Hastalıkları kontrol altına almanın siyasi açıdan pek kazananı olmaz. Fakat ne yazık ki karar alıcılar için planlarını bozanlar yalnız insanlar değil; mikroplar da aynı zamanda birer oyunbozan niteliğinde. 1918’in ilk aylarındaki hafif haberci enfeksiyon dalgalarının ardından, haziranda salgında bir azalma olmuş, ancak ağustosta sonraki pandemiye yol açan grip daha da güçlenerek geri gelmiş ve ölümlerin birçoğu aynı yıl eylül ortasından aralık ortasına kadar olan 13 hafta içinde kaydedildi.
Virüsler bizden daha çevik, ne zaman yeni bir tür ortaya çıksa, bizler ancak en son virüsle mücadele edebiliyoruz. DSÖ’nün 2009 yılındaki domuz gribi salgınına karşı aşırı tepki gösterdiği düşünüldüğünden, örgüt 2014 yılında Batı Afrika’yı vuran Ebola salgınına karşı daha temkinli davranmış ve bu kez de geç tepki verdiği için eleştirilerin hedefinde olmuştu.
DSÖ dünyamızı gelecekteki salgınlara karşı korumak için, özellikle yoksul ülkelere yatırım yapılması gibi uzun soluklu bir takım kolektif önlemler alınması gerektiğine işaret ediyor.
Belki bu kez devletler DSÖ’nün çağrısına kulak verirler. 10 Şubat’ta yatırım bankası Morgan Stanley, dünyanın ikinci büyük ekonomisi olan Çin’deki salgının küresel büyümeye yönelik bir engel teşkil edeceğini duyurdu. Şu an ne kadarının hastalıktan kaynaklandığı ve önleme amaçlı tedbirlerin ne derece ters etki yaptığı bilinmese de küresel tedarik zincirleri sekteye uğradı. Pazarların bilimsel bir şekilde düzenlenmesini de kapsayacak şekilde rasyonel bir yaklaşım geliştirilerek ve gelişmekte olan ülkelerdeki sağlık alt yapılarına görece küçük finansmanlar sağlanarak coronavirüsün neden olduğu zararın büyük bir kısmı önlenebilirdi.
Aynı zamanda, Çin’de hastalığı önleme amaçlı benzersiz bir deney de yürütülüyor. Peki, işe yarayacak mı? DSÖ Ulusal ve Küresel Sağlık Hukuku İş Birliği Örgütü başkanı Lawrance Gostin 3 Şubat’ta, “halk sağlığında temel kural, elimizde olan verilere dayanarak hareket etmek ve halk sağlığını korumak amacıyla en az kısıtlayıcı önlemleri almaktır” dedi. Halkın güvenini kazanmak da iyi bir sonuca varmanın altın kurallarından.
Salgın zamanlarında demokrasi işe yarar mı?
Tıp tarihçileri, hızlı ve etkili kararların gerektiği durumlarda, salgınlarda demokrasilerin de pek işe yaramadığını ve bu salgının alternatif bir yönetim modelini test ettiğini de belirtiyor. Sistemin kendine has eksikleri var. Çinli liderler tarih boyunca, bir güç göstergesi olarak hastalıkları alt etmekle övünmüşlerdir. Peki, ya bu sefer hastalık kazanırsa? Tüm gücü kendinde toplayan Başkan Jinping, ‘testten geçememesi’ halinde adeta kendini kızgın ve korkmuş kalabalıkların hedef tahtasına oturtmuş durumda. Belki de bu yüzden son günlerde halkın gözünden uzakta ve sahneyi yardımcılarına bıraktı.
Bazı rakamlara göre Çin’deki koronavirüs enfeksiyonlarının oranı düşmüş olsa da, en kötü dalganın geçtiğini düşünmek şu an için tehlikeli. Bildiğimiz kadarıyla, diğer iki koronavirüs salgınları olan 2003’teki ağır akut solunum yolu yetersizliği sendromu (SARS) ile 2012’deki Orta Doğu solunum sendromunun (MERS) bir öncü dalgası olmamıştı. İkisinin de ölüm ve bulaşma oranları da birbirinden farklıydı. Şu aşamada bunu söylemek güç olsa da Covid-19 olarak adlandırılan yeni koronavirüs de bu açıdan öncekilerden farklı. Her yeni virüs farklı olduğu gibi, salgın esnasında davranış değiştirerek mutasyona da uğrayabiliyorlar.
8 Şubat’ta New York Times, Pekin’den siyasi konularda yazan bir yazarın korona salgınının rejimin meşruiyetine verdiği zararı 1989 Tiananmen Meydanı Katliamı’nın yol açtığı zararla kıyasladığını aktardı. Her halükarda bu salgının Xi Jinping’e, Çin’e ve dünyaya bırakacağı mirası bekleyip göreceğiz.
Bu yazı ilk kez 5 Mart 2020’de yayımlanmıştır.