Dünya Sağlık Örgütü’nün 11 Mart’ta COVID-19’u resmi olarak “pandemi” ilan etmesiyle birlikte, bilinçlilik ve küresel yönetim anlamında geri dönülmez bir yola girilmiş oldu. Dünya genelinde yüz milyonlarca insan, ömrüm boyunca hiç kullanıldığını duymadığım bu sözcüğün hem kendileri ve sevdikleri hem de tüm dünya için taşıdığı anlamla fiziken ve zihnen başa çıkmaya çalışıyor. Gönüllü tecrit ve sosyal uzaklaşmanın akli boyutları, en az hastalığın kendisi kadar zorlayıcı olabilir.
Bu defa, Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde ülke yönetimlerinin, piyasadaki tehlike sinyallerini dindirmek için devasa miktarlarda kamu fonunu “batmak için çok büyük” banka ve şirketleri kurtarmak yerine, görev bilinciyle sağlık uzmanlarının uyarılarını dikkate aldığını görüyoruz. Siyasi liderler de daha önce benzeri görülmemiş bir hayati tehlike arz eden küresel boyuttaki bu sağlık krizine öncelik veriyor gibi.
Öte yandan, hayatlarımızı bir gecede değiştiren bu tecrübeden alabileceğimiz bir ders varsa o da geleceği öngörmeye çalışmakta aşırıya kaçmayı bırakmamız gerektiği. İktisatçıların ve gelecek danışmanlarının süper ayrıntılı model ve grafikleri olabilir, ama tarihteki bazı en önemli çalkantıların kendilerine ait bir iradeleri var. Öyle ki, bu irade karşısında, matematiğe dayalı en sağlam bilgisayar modelleri bile, beklenmedik, şoke edici bir kriz patlak verinceye kadar gizli kalan, dünyayı değiştirecek güçte toplumsal normlardan bihaber bir görüntü çiziyor.
Radikal belirsizlik ve ihtiyat ilkesi
COVID-19, en azından radikal belirsizliğin risklerini ve muhtemel olasılıklarını bize hatırlatıyor. Koronavirüsün bu esrarengiz ölümcül mutasyonunun da gösterdiği üzere, öngörü gücümüz, balta girmemiş ormanlardaki kardeşlerimizinkinden daha iyi değil. Burada sözünü ettiğim gökyüzüne bakarak geleceği tahmin etmeye çalışan kabileleri değil, dünyanın dört bir yanındaki savanalarda, yeşil alanlarda özgürce dolaşan, ancak kontrolden çıkan büyük orman yangınlarında toplu halde yitip giden filleri, aslanları da kastediyorum. Bu belirsizlik, her şeyden önce hazırlıklı olmayı ve İhtiyat İlkesinin de sürdürülebilirlik ve türlerin devamı açısından ivedilikle ekolojinin temel kuralı olarak kabul edilmesini emrediyor.
İlk kez 1972 Stockholm İnsan Çevresi Konferansı kapsamında dile getirilen “İhtiyatlilik İlkesi”, bilinen geri dönülmezlik eşiklerine ya da risk artış eğrilerine karşı önleyici tedbirler almamızda bize kılavuzluk etmeli. Mesaj şu: Kriz kapıya gelene kadar beklemeyin ve gezegenin bilinen fay hatlarından uzak durun. Şu anda dünyanın dört bir yanındaki uzmanlar tarafından yapılan pandemi uyarılarının kulak ardı edildiğini ve salgın muazzam bir boyuta ulaşıncaya kadar duyarlı davranılmadığını öğrenmeye başlıyoruz.
COVID-19 hem öğretici hem de endişe edici bir şey daha ortaya koyuyor. Bizim türümüz, ancak etkisi anlık, kişisel ve ölümcül olduğunda krizlere tepki gösteriyor ve kimi zaman da toplumdaki yaygın korku kontrolden çıkıp paniğe dönüştüğünde aşırı tepki göstererek geçmişteki kayıtsızlıklarımızı telafi etmeye çalışıyoruz. Bu süreçte de geçmişin hataları kolektif bilincimizin derinliklerinden yüzeye çıkıyor. 1918-19 yıllarındaki İspanyol Gribi Salgını bunun bir örneği. Çocukluğumda ya da yetişkinliğimde bu olayın konuşulduğunu hiç duymadım, ama şimdilerde herkesin dilinde. Oysa bugün 11 Eylül saldırılarının hatırası ne kadar tazeyse, çocukluk yıllarımda da bu salgının anıları o denli tazeydi. Geçmişte yaşadığımız krizleri yenileriyle karşı karşıya kalana kadar unutuyor ya da bastırıyoruz.
Krize müdahale etmeyi geciktirmenin maliyeti
Buradan çıkarmamız gereken bir diğer ders de şu: İklim değişikliğine bu pandemiye yaklaştığımız şekilde yaklaşma lüksümüz yok. Zira iklim değişikliği artık kimsenin inkar edemeyeceği, kaçamayacağı, uzaktan bakamayacağı, doğanın bir anomalisi ya da teknolojinin herhangi bir çöküş yaşanmadan başarılı bir şekilde üstesinden gelebileceği bir tehlike diyerek savuşturamayacağı, somut bir gerçek. COVID salgınında müdahalenin gecikmesi, sadece krizin maliyetini artırıyor. Oysa iklim krizinde, bunun aksine, bizi benzer şekilde harekete geçirecek bilinç ve kararlılık düzeyine erişmeyi beklersek krizi durdurmak için muhtemelen çok geç kalmış olacağız. Şimdilik yangınlara, sellere ve kuraklıklara rağmen, çoğu yerde gökyüzü hâlâ masmavi ve toplumsal ekosistem, en yeni dijital cihazları ve yapay zeka teknolojilerini geliştirip üreterek durmadan ilerliyor. Aylarca yangın felaketi ile mücadele eden Brezilya ve Avustralya bile bu vakalara tek seferlik olay gözüyle bakıyor; bunların egemenlik haklarına da, kârlı orman açma ve büyükbaş hayvancılık işlerine de, kömür üretimi ve ihracatının artırılmasına da engel teşkil etmemesi gerektiğini düşünüyor.
Covid-19 demokrasimizi yıpratıyor
Gündelik yaşamımıza ve bunun yanı sıra siyasi liderlerin ve kurumsal dünyanın patronlarının düşünce şekline hakim olan kısa vadecilik, demokrasi ile küresel ve uzun vadeli yaklaşımları birleştirmeyi zorlaştırıyor – özellikle de yıkıcı etkileri, hep bizden uzaktakilerin başına geliyormuş ya da uzak bir gelecekte gerçekleşiyormuş gibi düşünebiliyorsak. Gazze’de yıllardır adeta hapis hayatı yaşayan, mülteci kamplarında sefalet içinde kalan, Avrupa sınırında saldırılara maruz kalan insanların çektikleri çilelerle ilgili haberleri okuduğumuzda lanet ediyor, hatta kimi zaman protesto dilekçeleri imzalıyor ya da bağışta bulunuyoruz, ama bu meseleleri düşünmekten gece uykularımızın kaçtığı söylenemez. Oysa sevdiğimiz biri ya da bir komşumuz virüs yüzünden hastanelik olsa ve onu yeterli yatağı ve suni solunum cihazı olan bir sağlık kurumuna yerleştirmenin derdine düşsek (ki yakında çok sayıda yaşlı hastanın böyle bir umudu kalmayacak) o kadar rahat uyuyamazdık.
COVID-19 diğer yandan demokratik yönetim yapısının daha da yıpranmasına neden oluyor. Örneğin, İsrail son olarak elinde ülkedeki tüm cep telefonu kullanıcılarının takibine imkan veren, oldukça ayrıntılı gizli dosyalar olduğunu açıkladı. Sözüm ona terörle mücadele çalışmalarına yardımcı olmak için geliştirilen bu teknolojinin şimdi enfekte olmuş ya da hastalık taşıyan kişilerle yakın tarihte temas etmiş kişilerin tespit ve tecrit edilmesi için kullanılacağı söyleniyor. George Orwell’in 1984 romanında hayal ettiği Büyük Birader, Sovyetler Birliği başta olmak üzere dünya genelindeki totaliter yönetim sistemlerine yönelik bir eleştiri ya da en fazla asla gerçeğe dönüşmemesi ümit edilen bir distopyaya karşı bir uyarıydı. Oysa o dönemde ancak hayal gücünün ürünü olan şeyler bugün teknoloji uzmanlarının eliyle gerçeğe dönüşmüş durumda. Peki ama hepimiz birer şüpheli haline geldiği, hayatımızın şeffaflığı hiç kimseye hesap vermeyen bürokratların takdirine kaldığında daha mı güvende ve memnun olacağız?
Silaha aşırı yatırım yapmak, militaristlerin hayal ettiği gibi güven ortamını değil, güvensizliği körükler. Tarih boyunca ABD bunun en baş örneği olageldi. Ülkenin cephanesi büyüdükçe, vatandaşlarının özgürlükleri de elektronik takip, uzun hatlar ve sayısız gizli kamera ile daha da kısıtlandı.
Pek çok ülkenin demokratik yapısı, zaten uzun zamandır ciddi şekilde yara alıyordu; COVID-19 ise bu yangını daha da körüklemiş oldu. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından demokratik yönetim biçimlerinin maddi ve siyasi faydalarının herkes tarafından açıkça anlaşılacağı ve bunun neticesinde de dünya genelinde bir demokratikleşme dalgası yaşanacağı beklentisi oluştu, ki 1990’larda bunun bir ölçüde gerçekleştiğine tanık da olduk. Ardından 11 Eylül saldırılarını, Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan karşı devrimci hareketlerin yol açtığı iç karışıklıkları ve kitleler halinde yerlerinden edilen insanları, sığınmacı ve mültecileri, neoliberalizm karşısındaki aşırı milliyetçi tepkileri gördük ve şimdi de COVID-19’u yaşıyoruz. İnsanların ötekileştirilip günah keçisi ilan edilmesi ve kimlik siyaseti güdülmesi neticesinde bugün artık toplumlar, niyetlerini gizleme gereği dahi görmeden temel özgürlüklere kasteden despot demagogları tekrar tekrar iktidara taşır hale geldi, ki bu yine de son derece hayret verici bir olgu. Mesela Filipinler’de demokratik değerler konusunda son derece kötü bir karneye sahip olan Rodrigo Duterto gibi bir lider, 20 bin civarında yargısız infaz olayından sorumlu olduğu, insan hakları standartlarını defalarca ihlal ettiği, devlet erkini kullanırken anayasanın getirdiği sınırlamaları umursamadığı halde bugün hâlâ yüzde 80 güven oranına sahip. Hindistan Başbakanı Modi, Keşmir’in özerk statüsüne acımasızca saldırması ve kalabalık Müslüman azınlığa yönelik kışkırtıcı tavırlarına rağmen popülerliğini koruyor.
Tam teşekküllü demokrasi
Tam teşekküllü, gerçek bir demokraside, savaş dönemlerinde ya da bir krizin ortasındayken, ideolojileri ne olursa olsun, hükümetlere ulusal güvenlik veya son yaşadığımız örnekteki gibi halk sağlığı adına faydalı gördükleri her şeyi yapma serbestliği verilmez. Bu tür siyasi eğilimler, kümülatif bir etkiyle halkın güveninin zayıflamasına, hatta gerçeklerin sorgulanmasına yol açarak yönetimi, bir dizi oportünist uydurmacaya dönüştürür. Demokrasiler ancak güven ve normallik ortamında meşru ve etkili kalabilir. Eğer bu koşulların ikisi de mevcut değilse, topluma kafa karışıklığı ve kaos hakim olur, ki o zaman meydanı boş bulan demagoglar o kendinden emin bir tavırla dillendirdikleri, çoğu zaman tehlikeli ve gerçeklikten fersah fersah uzak olan propagandalarını halkın büyük bölümüne yutturmayı başarır. Mesela gezegenin çöküşü pahasına Amerika’yı yeniden “güçlü” kıl sloganını öne çıkarırlar. İçinde bulunduğumuz dönemin karanlık mantığı bu ve bizler de buna direnç ve dönüşüm ile karşı durmalıyız.
Elbette uzmanlığın da sınırları var, yalnızca bir yere kadar yeterli ve sadece ölçülebilir verilerin otoritesine bel bağlamak, gelecek açısından insani bir yol değil. Çoğu zaman kendi tartışmalı gündemlerini ya da kariyer hırslarını sayıların ve grafiklerin arkasına gizleyen uzmanlarca yorumlanmış kanıtlardansa, etik hassasiyet ve özellikle de empati çok daha önemli. Dolayısıyla, gerçekleri yalan haber diye geçiştirmekle iyi giyimli, kibar uzmanlara yüce birer rehber gibi tapmak arasında bir yerlerde insanlığı ileriye taşıyacak zorlu kararları almak için gereken cesaret, akıl ve tevazuyu bulmamız şart. Ancak bu tür yapıcı sesleri kapsayacak siyasi tercihleri üretmekten henüz oldukça uzağız. Şimdilik yerleşik otokrata muhalefet eden her şey, desteklemeye değer bir gelişme gibi görünüyor, ama ortada sistemi dönüştürecek bir şey yok.
Mevcut siyasi manzarayı en zekice ve insani biçimde yorumlayan isimlerden, tarihçi Bruce Franklin, COVID-19 bize ne öğretmeye çalışıyor? başlıklı makalesinde, bu süreçten çıkarmamız gereken en önemli derslerin bazılarını çok güzel özetliyor. Makalede, devlet merkezli dünya düzenine ve etkileşimsel jeopolitikaya bel bağlamaya devam etmenin, hem ülkeleri hem de insan türünü kıyamete sürükleyeceğinin altı çiziliyor. Şayet COVID-19 tecrübesi de bize küresel iş birliğine ve küresel sorunların çözümü için kazan/kazan yaklaşımına ihtiyacımız olduğunu öğretemezse, insan türü olarak biyo-ekolojik anlamda sonumuza iyice yaklaşmış olacağız. Franklin’in de belirttiği gibi, bir pandemiye pozitif bir şekilde müdahale ederken, çoğunlukla başkalarına yardım ederek kendimize de yardım etmiş oluyor, bunu yapmadığımızda ise kendimize zarar vermiş oluyoruz. Daha geniş bir açıdan bakacak olursak, iklim değişikliği, aşırı yoksulluk, biyolojik çeşitlilik, küresel göç, nükleer silahsızlanma ve sivilleşme de esasen aynı. Yani bunlar da ancak uygun ölçekte küresel kazan/kazan stratejileri güdülerek çözülebilecek küresel sorunlar.
Twitter: @rfalk13
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 30 Mart 2020’de yayımlanmıştır.