Henüz 6 ay öncesine kadar Avrupa sağının (en azından Batı’da) “lokomotif” işlevini tartışmasız ve mutlak anlamda Marine Le Pen ve Matteo Salvini gibi sağ-popülistler üstleniyordu.
Oysa 2021 sonu itibarıyla kronolojik planda evvela geleneksel Avrupa milliyetçiliğini, ardından da klasik merkez-sağını sindirmekte kıvraklık gösteren sağ-popülizmin artık “sağ” kulvarda kudretli bir rakibi var: Ulusal-muhafazakârlık.
İtalya’da İçişleri eski Bakanı Salvini liderliğindeki Lega (Lig) Partisi uzun müddet hem İtalyan sağına hem de İtalya’nın ulusal siyaset sahnesine mührünü vuracak/vurabilecek güçteydi. Keza Fransa’da Le Pen’in Ulusal Birlik’i “Fransa’nın en büyük partisi” olma yolunda mesafe kat etmişti.
Yayımlanan her anket Lega’yı asgarî yüzde 40’larda, Ulusal Birlik’i de yüzde 30’lara yakın bir seviyede gösteriyordu ki, bu ilgi 2018 başlarından 2021 ortalarına değin sürmüştü.
Bugün gelinen aşama ise kaydedilen erimeyi gözler önüne sermesi bakımından manidar: Güncel ve güvenilir araştırmaların ortalamasına göre LEGA yüzde 17-18 bandına gerilerken, Ulusal Birlik yüzde 15-18 aralığına hapsoluyor.
Ya bu yarı yarıya “çözülüşün” kazananları? Cevabı aynı anketlerde saklı: Salvini’nin zirve inadını kıran isim Fratelli d’Italia (İtalyan Kardeşliği) Partisinin lideri Giorgia Meloni iken (yüzde 18-20), Le Pen’e Elysée yürüyüşünde çelme takan isim gazeteci, yazar ve sağ ideolog Éric Zemmour oldu (yüzde 14-18).
Sağ-popülist dürtüden ulusal-muhafazakâr ruhaniyetine
Meloni-Zemmour ikilisinin ortak paydası, ilhamlarını doğrudan ulusal-muhafazakâr “ruhaniyet”ten devşirmeleri ve serdettikleri toplum tasavvurlarını bilfiil bu kaynaktan beslemeleridir.
Peki, ama nedir bu “ulusal-muhafazakârlık”?
Sağ-popülizm ile kodlarında kesişen ve ayrışan noktalar hangileri? Avrupa’daki sözcü ve temsilcileri kimler? 2022’deki Fransa ve 2023’teki İtalya seçimleri Avrupa Birliği (AB) bünyesindeki ezelî Paris-Berlin eksenini sarsabilecek potansiyeli haiz mi?
Yukarıda ulusal-muhafazakâr çizgiye nispetle “ruhaniyet” kavramını boşuna kullanmadım.
Ulusal-muhafazakârlık tekdüze bir öğreti teşkil etmiyor. Doğrusu, sağ-popülizmin de bükülmez bir “külliyat”ı yoktu. Ne var ki sağ-popülizm kavramın içini dolduracak nitelikle bir “ruhaniyet”i asla yükseltemedi. Buna mukabil oldukça “dürtüsel” davrandı.
Dürtüsellik “an”da kalmaya mahkûmdur ve zamanın bilince pompaladığı tarihsellik boyutuna tabiiyeti reddeder. Dünü ve yarını yoktur: Tek “gerçek” değer birimi şu andır.
Sağ-popülizmin kurucu vasfı buydu, hâlâ da budur: Sırtını hiçbir fikrî birikime yaslamaksızın ve gözlerini hiçbir uzun vadeli geleceğe dikmeksizin göç sorunsalı üzerinden “bugün”e sıkışıp kalan programsız bir siyasal dürtü.
Oysa ulusal-muhafazakârlık öyle değil. Ulusal-muhafazakârlık teori ile pratiğin birbiriyle kaynaştığı bir platform.
Düşüncenin işçiliğini yani üretimini başta İsrailli düşünür Yoram Hazony ve İngiliz gazeteci-yazar Douglas Murray’in yanı sıra İsrail’den İtalya’ya ve Hollanda’ya, Birleşik Krallık’tan ABD’ye uzanan geniş bir “entelektüel ağ”ı ete kemiğe büründüren muhtelif enstitüler üstleniyor.
Ulusal-muhafazakârlık nedir?
Ulusal-muhafazakârlığı doğru tanımlamak adına ağdalı kimi çözümleme kaleme alındı.
Ancak kavramın bugüne kadarki en dolgun ve en yalın formülünü, kanımca, 3-4 Şubat 2020 tarihlerinde Roma’da “Tanrı, Onur, Vatan” sloganıyla tertip edilen “Ulusal-muhafazakârlık” toplantısında Fransız sağ-popülist Ulusal Birlik lideri Marine Le Pen’in yeğeni ve Jean-Marie Le Pen’in torunu olan Marion Maréchal-Le Pen verdi:
“Bizler çağın yeni hümanistleriyiz. İnsan ruhunun ihtiyaçlarını biliyor ve onları sahipleniyoruz. Nedir onlar? Düzen, özgürlük, itaat, sorumluluk, hiyerarşi ve güvenlik. Bu gelenek, sosyal adanmışlığı sever ancak sosyalizmi reddeder. Bu gelenek, devlet müdahalesine taraftardır ancak merkeziyetçi değildir. Bu gelenek, Katolikliğe bağlığıdır ancak Vatikan’a karşı durabilir.”
Sıralanan maddelerin ışığında ulusal-muhafazakârlığın özde 1945-sonrası Avrupa merkez-sağının liberal-demokratik bileşeninden arındırılarak ulusallaştığı, “sınırsız” piyasa ekonomisi vizyonunun ehlileştiği ve “küresel” kurumlara itimadının şüphecilikle kaplandığı bir reform hareketi olduğunu ilân edebiliriz sanırım.
Ulusal-muhafazakâr ilerleyişin Fransız aktörleri: Marion Maréchal-Le Pen ve Éric Zemmour
Düşünceyi pratiğe dökenlerin yani kamuoyu önünde vitrine taşıyanların başını ise Avrupa’da Vişegrad ülkelerinin1 liderliği (burada Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın özellikle sivrildiğini belirtmekte fayda var), Meloni, Marion Maréchal, İsveç Demokratları Partisinin lideri Jimmie Akesson ve Hollanda’daki Demokrasi için Forum Partisi lideri Thierry Baudet çekiyor.
Burada bir çeşit ulusal-muhafazakârlık sürümünün “şövalyesi” addedilen Éric Zemmour’un hususî pozisyonuna dair bir parantez açmalıyım.
20 yıl boyunca Fransa’nın Le Figaro gazetesinde köşe yazarlığı yapan Zemmour, kaleme aldığı eserlerle kamuoyunda “muhafazakâr kanadın son mütefekkiri” şeklinde anılmaya lâyık görüldü.
Özümsediği şiddetli İslâm karşıtlığıyla nam salan Zemmour, yazı ve konuşmalarında sıklıkla “İslâm’ın Fransa’da yeri olmaması gerektiği” iddialarını dile getiriyor. Fransız yazar 2011 yılında ırkçılık, 2018 yılında ise Müslümanlara karşı nefret suçları işlemekten suçlu bulundu.
Zemmour tasvir etmeye çalıştığım “ağ”ın şimdilik bizzat parçası değil. İlaveten, gerek “düşünsel izleri” gerekse doğrudan “ayak izleri” ziyadesiyle “Fransız”dır.
Zemmour’u uluslararası sahaya ısındıran kişi, ilginçtir, Marion Maréchal oldu.
Son olarak 23 Eylül’de Budapeşte’de toplanan “4. Demografi Zirvesi”nde – ki bu zirve ABD eski Başkan Yardımcısı Mike Pence’in de dâhil olduğu bir “ulusal-muhafazakâr geçit”e dönüşmüştü – boy gösteren Zemmour, Marion Maréchal ile çektirdiği fotoğrafı sosyal medyadan paylaşmıştı.
Marion Maréchal 2022 seçimlerinde kimi destekleyeceği konusunda henüz nihaî kararını vermiş değil.
Son olarak Marine Le Pen ile Zemmour’un aslında “aynı kavgayı farklı kelime ve yaklaşımlarla” verdiklerini ifade eden Marion Maréchal, kendi açısından “kritik” mahiyetteki 2027 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde tarafları küstürmek istemiyor.
Marion Maréchal olabildiğince geniş ve kapsayıcı bir “ulusal sağ ittifak” kurmayı Fransa’da seçim zaferinin yegâne koşulu şeklinde telakki ediyor.
Haksız da sayılmaz.
Marion Maréchal ne Marine Le Pen’in ne Éric Zemmour’un ne de Fransız cumhuriyetçi sağının mevcut bölünmüşlük manzarasında asla seçim kazanamayacağının farkında.
Zemmour bugünlerde Charles De Gaulle’ün siyasî mirasının Fransa’daki manevî nüfuz alanına etki etmeyi denese de üslûbundaki ırkçı nefreti körükleyen koyu provokatif ton – adaylığı kesinleştikten sonra hasbelkader ikinci tura kalsa bile – ipi göğüslemesini imkânsızlaştıran cinsten.
Nitekim Zemmour ulusal-muhafazakâr galakside kalıcılık elde edemeyecektir. Çünkü ulusal-muhafazakârların stratejisi sağ-popülistlerinin üst perdeden yaptıkları fevri ve “an”da büzülmüş ürkütücü çıkışları konvansiyonel “merkez”in retoriğiyle bağdaştırmak üzerinedir.
Bu yönüyle Fransız polemikçi kendisini henüz popülist tekniğin cezbedici ama bir o kadar da oto-yıkıcı esaretinden özgürleştirememiş ve onun ebedî “konjonktürel” karakterini aşamamıştır.
Öte yandan Le Pen’in neredeyse kendi varlığını üzerine bina ettiği “göç” levhasının Zemmour tarafından gasp edilmesini müteakip bir bocalama, bir sersemlik evresinden geçtiği aşikâr.
Marion Maréchal cephesinden bakıldığında bunların tamamı müspet gelişmeler ve kendisinin bir taşla birkaç kuş vurmasına olanak tanıyor.
2022 seçimlerinde yeni bir yenilgiyle tanışan “sağlar”, 2027 siyasetini ciddiyetle “birlik” şartı etrafında kurgulayacaktır. Bu minvaldeki bir gidişat hem Ulusal Birlik’ten ayrıldığı 2017 yılından bu yana “sağların birliği” için mücadele eden Marion Maréchal’i hem de Marion’un şahsında ulusal-muhafazakâr mimariyi öne çıkarabilir.
Çıkarabilir diyorum zira İtalya’da Meloni’yi parlatan süreç benzer safhalardan geçerek pekişti.
İtalyan sağının yeni normali: Meloni ve ulusal-muhafazakâr pratik
Meloni, faşizm-sonrası milliyetçi sağın içine doğdu. Mussolini’nin Ulusal Faşist Partisinin selefi olan İtalyan Sosyal Hareketi sıralarından siyasete giren siyasetçi, 2008-2011 yılları arasında Silvio Berlusconi’nin kabinesinin Spor Bakanı oldu.
2014 yılında İtalyan Kardeşliği’nin genel başkanlığına seçilen Meloni, kariyeri süresince Katolik inancının ve İtalyan işçi sınıfının haklarının öncelenmesini söylevinin mihenk taşları kabul etti.
İtalyan Kardeşliği’ni 2013 yılında elde ettiği yüzde 2’lerden bugün yüzde 20’lere taşıdı.
Görüşüm o ki, algı dünyasında öyle olağanüstü sapmalar yaşamadı. Hâlâ 1945-sonrası İtalyan milliyetçiliğinin alamet-i farikalarının birçoğunu yaşıyor ve topluma aksediyor.
Tek fark (hacimli bir fark!) İtalyan milliyetçiliğinin “devrimci” buudunu törpülerken, onun “reformist” damarını kuvvetlendirmesi.
Dahası, bu vesileyle milliyetçiliğin sağ cenahta “merkez-fikir” mertebesine erişmesi ve kadim merkez-sağın çekirdeğini oluşturan liberalizmin yeni sağda reforma dayanan milliyetçilikle ikamesi amaçlanıyor.
Nitekim ulusal-muhafazakârlığın en “ulvî” maksatlarından biri de tam olarak bu: Avrupa merkez-sağının on yıllardır bağrına bastığı liberal-demokratik değerler manzumesini “milliyetçi-muhafazakâr (gelenekçi) erdem”le değiştirmek.
Salvini’nin denediği ve fakat ufuksuzluğunun kurbanı olduğu yerde Meloni işte tam olarak bunu yaptı, hatta başarmak üzere.
Şüphesiz ki bu, İtalya’da geçerliliğini ispat etmiş dinamiklerin Fransa’da birebir aynı sonuçları tetikleyeceğiyle ilgili budalaca bir çıkarsama değil.
Ancak Meloni’nin sergilediği rasyonel pratiği ne Marion-Maréchal ne de benzer diğer Avrupalı aktörler yabana atabilirler.
Enternasyonalleşen “nasyonal” ideolojiler
Bu bağlamda mesele daha çok “enternasyonelleşen ideolojiler ve siyasetler” zaviyesinden irdelenmeli.
Fikir düzlemindeki uluslararası ilişki ağlarının nakşettiği “ortak düşünmek, ortak davranmak” anlayışı gün geçtikçe belirginleşiyor ve belirleyici oluyor.
Başka bir deyişle, küreselleşen dünya düzeni küreselcilik karşıtlarını dahi küresel ölçekte işbirliğine zorluyor ve bu işbirliği yalnızca düşüncede değil aynı zamanda metodolojide de hissediliyor.
Örneğin ABD eski Başkanı Donald Trump’ın yakın çalışma arkadaşı Steve Bannon’un 2017-2020 yılları arasında Avrupa’ya adeta kamp kurup, burada bir “Popülist Enternasyonal”in temellerini atmaya yönelik yüksek bir enerji sarf etmesi dikkate değerdi.
Keza geçtiğimiz Ekim ayında Amerikalı Senatör Ted Cruz’un Vox Partisinin Madrid’deki mitingine çevrimiçi bağlanarak sunduğu “Hepimiz güçlü bir küresel solun ulusal ve dinî kurumları alaşağı etmeye yönelik meydan okumalarına muhatabız” tahlilini belgelemek elzem.
Meloni’nin bizzat kendisi ulusal-muhafazakârların 2020 yılındaki Roma buluşmasında işbu gereksinimi açıkça ifade etmişti: “Ulusal-muhafazakârlık ulusların kimliğini yeni işbirliklerinin zemini olarak savunmaktadır. İtalya’nın egemenliğini savunurken, Avrupa’nın solcu ana akımının saldırılarına direnen Orban’ın Macaristan’ını ve/veya Kaczynski’nin Polonya’sını unutamayız.”
Viktor Orban: Ulusal-muhafazakârlığın “koruyucu azizi” mi?
Gerçekten de Orban bugün ulusal-muhafazakârlar açısından gerek duygusal gerekse ideolojik ağırlığı ispatlanmış bir “hami”, rol-model ve “küreselcilik karşıtlarının küresel işbirliği” şablonundaki “kavuşum noktası”.
Macaristan’daki 2022 seçimleri – son verilere göre – onun için de “bıçak sırtı” geçecek gibi duruyor. Ancak bugün itibarıyla Orban hem sağ-popülistler hem de ulusal-muhafazakârlar için anıtsal bir lider.
Göç konusundaki katı tutumu, Brüksel’in “federal Avrupa” baskısına karşı kucakladığı egemenlikçi uygulamalar, liberal dogmaya aykırı olarak devlet otoritesini ihya etmesi ve geleneksel aile yapısında diretmesi onu bu çevrelerde epey popülerleştirdi.
Dünyanın her yerinden ama özellikle de Avrupa’dan milliyetçilik şemsiyesi altında faaliyet gösteren şahsiyetler Budapeşte’ye yarı-dinî bir vecibeymişçesine akın ediyor ve Orban’la görüşmek için deyim yerindeyse sıraya giriyor.
Orban’ın Macaristan’ı sağ-popülistler ile ulusal-muhafazakârlar nezdinde mutabakatla küresel “woke” trendlere karşı eşzamanlı olarak bir “sığınak” ve bir “karşı-hücum karargâhı” şeklinde belleniyor.
Amerika ile Avrupa sağları arasındaki köprü olarak ulusal-muhafazakârlığın geleceği
Velhâsıl önce sağ-popülizmin yükselişiyle tarihsel Avrupa milliyetçiliği, şimdi de ulusal-muhafazakârlığın yükselişiyle konvansiyonel Avrupa merkez-sağı dönüştü/dönüşüyor. Ve öyle gözüküyor ki bu eğilim geçici değil.
11 Eylül 2001 tarihi bütün dünya siyasetindeki ölçüleri darmadağın etti. Bugün genel anlamda Avrupa sağının deneyimlediği kültürel metamorfozun temelinde bu tarihin somut izdüşümleri var.
Dahası, Amerikan sağı ile Avrupa sağı arasında Ronald Reagan-Margaret Thatcher çiftinden sonra ilk kez bu denli yoğun bir karşılıklı etkileşimin olduğunu gözlemliyoruz.
ABD sağının uygulamada “Avrupalılaştığı” (6 Ocak’taki ABD Kongre Binası Baskını en yakıcı örnektir), Avrupa sağının ise düşünce yapısında “Amerikalılaştığı” (muhafazakârlığın Avrupa siyaset sahnesine tüm ihtişamıyla yeniden dönüşünün aynasında) bugün bir vakıa olarak karşımızda.
Özetle, AB’deki Paris-Berlin ekseninin çatırdaması – şimdilik – ihtimal-dışı. Ancak ulusal-muhafazakârlık Latin ve Doğu Avrupa özelindeki taarruzunu/tutunmasını mevcut ritminde bâki kılacak olursa eğer, yeni havzaların filizlenmesine ket vurulamayacağı da kesin.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 22 Kasım 2021’de yayımlanmıştır.