ABD Başkanı Donald Trump ikinci başkanlık döneminde şaşırtmaya devam ediyor. Gazze konusunda planları, Güney Kafkasya’da pek çok bölgesel aktörü bypass eden Trump Yolu girişimi ve son olarak Alaska’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile sürpriz buluşma… Trump hızla hareket ediyor, sistemi de baş döndürücü bir hızla değiştirmeye çalışıyor. Ama hesabını ne kadar iyi yapıyor, henüz bu değerlendirmeyi yapmak için erken… Zira Trump’ın hamleleri tartışmalı ikilemleri de beraberinde getiriyor. Trump’ın her gün medyaya yeni başlıklar veren hamlelerinin manasını anlamlandırmak için biraz daha derine bakmakta fayda var.
Aslında Trump’ın ikinci döneminde en çok tartışılan konulardan biri, ABD’nin on yıllardır üzerinde çalıştığı sistemin dönüşümü konusu oldu. Trump’ın Amerikan istisnacılığının farklı bir yorumu olarak değerlendirilebilecek “Make America Great Again” söylemi, “küresel liderlik” yerine “sistem içerisinde gücü ve çıkarı korumayı” ön plana çıkarmayı amaçlayan, bu doğrultuda alternatif bir -izolasyonizm diyemesek de- içe kapanmayı beraberinde getiren görüşün sloganı… ABD çıkarlarının, küresel çıkarların üzerinde olduğu ve bu çıkarların, ABD’nin yıllardır kurmaya çalıştığı sisteme rağmen maksimize edilmesi gerektiğini düşünen bu görüş, aynı zamanda ABD’nin “zamanın ruhuna” uyum sağlama çabasının bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.
Esasında son on yılda, çift kutupluluk tartışmaları yabana atılmayacak bir şekilde sürüyordu. ABD’nin Çin’i bir kutup olarak kabul etmesi ya da varsayması gerektiğini ve buna göre bir tutum sergilemesi gerektiğini savunan görüşler mevcuttu. Çin, her ne kadar ikinci kutup olma yolunda, elindeki kapasitenin niceliği değil fakat niteliği ve mevcut ekonomi politikalarının getirdiği kaldıraç nedeniyle isteksiz durmuş olsa da bu görüşü savunanlar Amerika’nın ancak Çin’in bu vasfını kabul ederek doğru bir politika izlemeye kabil olabileceğini savunmaktaydı. Günün sonunda dünya, çift kutuplu bir sistemi yeniden inşa edecek şartlara sahip olmadığını gösterdi ve ABD’de ikinci Trump yönetiminde yeni bir durumun başlangıcına evrildi: çok kutupluluk.
Yeni oyunun ilk yansıması: Transatlantik ilişkiler
ABD, Trump’ın sert bir şekilde başlattığı ve giderek genişletip derinleştirdiği gümrük tarifeleri hamlesiyle de açıkça ortaya koyduğu şekilde odağını Asya’ya çevirmeye başladı bile. Zira ABD için çıkarları maksimizasyonun yolu Çin ile rekabetten geçiyor.
Bu doğrultuda ABD’nin ilk ikilemi; aynı anda iki büyük alanda bulunma gerekliliğini ortadan kaldırabilmek adına attığı adım, Avrupa ile ilişkilerinin boyutunu farklı bir yere taşımak oldu. ABD, Rusya-Ukrayna Savaşı’nın getirdiği yükü ve sorumluluğu Avrupa’nın üstlenmesi gerektiğini savunarak, özellikle savunma kapasitesi anlamında Avrupa’nın kendisini güçlendirmesini talep ediyor. Washington’ın hesaplarına göre, Avrupa bunu yaptıkça ABD odağını Asya’ya çevirebilecek alana sahip olacaktır. ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio’nun 25-26 Mayıs 2025’te Kuala Lumpur’da gerçekleşen 46. ASEAN Zirvesi’ne katılmak üzereyken, diğer üyelerin asıl odak noktalarından biri olan gümrük tarifleri konusunu dikkate almadan, yalnızca özgür, açık ve güvenli bir Hint-Pasifik bölgesini tesis etme niyetlerine odaklanacağını belirtmesi, ABD’nin bu eğilimini somut olarak ortaya koyuyor.
ABD’nin çok kutuplu sistem inşasındaki temel niyeti, Avrupa’nın Rusya meselesi ve Avrupa’nın güvenliği konusunda kendi kendine yeterli hale gelmesinden öte bir anlam taşıyor. ABD, esasında Avrupa’nın Çin’e karşı da ABD’nin yükünü hafifletmesini bekliyor. Aslında, ancak bu nedenle birlikte okunduğunda ABD’nin transatlantik ilişkilerinde değişikliğe gitmesi bir “çok kutupluluk” inşası niyetine çıkabiliyor.
ABD hem Avrupa’da hem Asya’da Avrupa ile yük ve sorumluluk dağılımı yapılan, aynı zamanda ABD’nin kaynaklarının kendi ulusal çıkarlarına ayrılabileceği bir sistem hayal ediyor. Ancak sistemdeki bu ciddi değişim, mevcut sistem dahilinde ABD için farklı ikilemler ve riskler de içeriyor.
Yeni durumda ABD’nin olası ikilemleri
ABD’nin transatlantik ilişkilerine dair eğilimini açıkça ortaya koymasının ardından Avrupa hızla adaptasyon sürecine gitti. Amerika Birleşik Devletleri Avrupa Komutanlığı’na (EUCOM) göre, Avrupa’da bulunan ve sayısı 84 bine ulaşan ABD askerlerini azaltmaya gitmesi, ABD’nin Avrupa’ya kendi savunma hatlarını oluşturmaları yönündeki en ciddi teşviklerinden biri sayılabilir.
Geçtiğimiz Mart ayında AB tarafından açıklanan Readiness 2030 stratejik savunma girişimi, bu anlamda dolaysız bir niyet ortaya koyuyor. NATO ve ABD ile ilişkilerin hayati olduğunu vurgulasa da Readiness 2030, Avrupa’nın yeni bir jeopolitik ve savunma stratejisi oluşturma noktasında aslında ABD önceliklerinden bir kopuşu da simgeliyor. Bu doğrultuda Avrupa, hem mevcut hem de geleceğe dair planlamalar anlamında savunma harcama ve yatırımlarını ciddi oranda arttırıyor.
Ancak böyle bir durumda ABD için asıl risklerden biri, Avrupa’nın güçlendikçe ABD çıkarlarını daha az umursayacağı gerçeğidir. Bir taraftan politik önceliklerinin ABD ile zaten farklılaşmaya başladığını görmeye başlayan Avrupa’nın, ABD’nin bu yaklaşımıyla birlikte yeterli kapasiteye ulaştığını fark ettiği anda Rusya ile alternatif arayışlara gitmesi, ya da Orta Doğu’da ABD’nin çizgisi dışında bir politika izlemesi ihtimal dahilindedir.
Bu şekilde ABD, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra tamamen rayına oturan Avrupa ile halihazırda var olan ittifakını, artık bir gerekçe pahasına kazanması gereken bir ittifak durumuna çeviriyor.
Diğer taraftan ABD için Avrupa ittifakının başka bir önemi, ABD’nin Avrupa üzerinden aynı zamanda kendi güvenliğini de sağlamış olmasıdır. ABD, Avrupa’daki üsleri sayesinde hem kendi güvenliğini de önde sağlamış oluyor, hem Avrupa ve ötesindeki çıkarlarını bu üsler aracılığıyla koruyabiliyor. Aynı zamanda ABD, küresel bir süper güç olma niteliğinin devamlılığını da büyük oranda bu bölgedeki üsler sayesinde sürdürebiliyor. Yeni durumda, ABD’nin bu menfaatlerden fayda sağlayamayacak bir duruma geçmesi veya itilmesi, ABD için en büyük risklerden biri olarak görülebilir.
ABD’nin Avrupa ittikafına yönelik stratejik hesabı
Avrupa ittifakının ABD için önemi, basit bir ortaklığın çok ötesinde, Soğuk Savaş’tan bu yana devam eden ve ABD’nin küresel hegemonyasının temelini oluşturan derin bir stratejik hesaba dayanıyor.
Bu hesapta Avrupa, ABD için üç temel işlev görür. İlk olarak, “ileri savunma” konseptinden bahsedilebilir. ABD, Avrupa’daki askerî varlığı sayesinde başta Rusya olmak üzere potansiyel tehditleri kendi ana karasından binlerce kilometre uzakta karşılar ve sınırlar. Almanya’daki Ramstein Hava Üssü gibi büyük lojistik merkezleri veya Akdeniz’deki deniz üsleri, sadece Avrupa’yı değil, aynı zamanda ABD’yi de koruyan bir güvenlik kalkanı işlevi görür.
İkinci olarak, Avrupa ABD için vazgeçilmez bir “güç yansıtma platformu” niteliğindedir. ABD, Avrupa’daki bu üsleri yalnızca kıtanın güvenliği için değil, aynı zamanda Orta Doğu, Kuzey Afrika ve hatta Asya’daki krizlere müdahale etmek için birer sıçrama tahtası olarak kullanır. Bu üsler olmaksızın, ABD’nin bu coğrafyalara yönelik askerî, lojistik ve insani operasyon kapasitesi ciddi oranda sekteye uğrar. Bu durum, ABD’nin küresel bir süper güç olarak kalmasının, yani dünyanın herhangi bir noktasındaki bir krize hızlı ve etkin müdahale edebilme yeteneğinin devamlılığını doğrudan bu üslere bağımlı kılar. İşte bu yeni durumda, yani Avrupa’nın stratejik otonomisini kazandığı ve kendi savunma kararlarını aldığı bir senaryoda, ABD’nin bu jeopolitik kaldıraçları kaybetme ihtimali ABD için en büyük risklerden biri ortaya çıkıyor.
Kendi kendine yeten bir Avrupa, bu üslerin kullanımını kendi çıkarlarına göre sınırlayabilir veya ABD’nin tek taraflı operasyonlarına sıcak bakmayabilir. Bu, ABD’nin on yıllardır sorgusuz sualsiz kullandığı bu menfaatler için artık Avrupa ile müzakere etmek, ittifakı her krizde yeniden “kazanmak” zorunda kalması anlamına gelir. En kötü senaryoda ise, ki bu ihtimal şu an için uzak gözüküyor, ABD, Avrupa’da “yerleşik bir süper güç” konumundan, bölgeye erişim için izin istemesi gereken “dışarıdan bir aktöre” indirgenme riskiyle karşı karşıya kalabilir.
Yeni bir NATO stratejik konsepti ihtiyacı
Son hazırlanan NATO Stratejik Konsepti 2022’de, en çok eleştirilen konulardan biri, daha çok Rusya odağında bir konsept olmasıydı.
Rusya-Ukrayna Savaşı’nın ardından hazırlanan konsept, gerçekten de tehdit olarak Rusya’ya odaklanmış halde. Konseptte Çin, kısmi olarak yer alıyor. Çin ile ilgili, Çin’in hedeflerinin ve politikalarının NATO çıkarlarına, güvenliğine ve NATO değerlerine tehdit oluşturduğu, bunun dışında Çin’in Rusya ile beraber kurduğu derin stratejik ortaklığın, uluslararası düzenini altını oyduğu şeklinde ibareler mevcut. Bunun dışında konseptte, Rusya’yla birlikte Çin’in de nükleer ve konvansiyonel silah kapasitesini arttırmasından bahsedilerek, Rusya’nın bu silahlanma sonunda Ukrayna’ya yönelik giriştiği hamleden sonra, Çin’in de Tayvan üzerine bir hamleye girişmesi imasını aramak, biraz zorlama olacaktır.
Konseptin, ABD’nin demokrat Başkan Joe Biden döneminde hazırlanmış olması, tabii ki önemli bir ayrıntıdır. Diğer taraftan Çin’e yönelik bu söylem, AB’nin Readiness 2030 deklarasyonunda ise açıkça ifade ediliyor, Çin’in arttırdığı askerî kapasitesinin, her ne kadar Çin Avrupa için hâlâ önemli bir ticaret ortağı olsa da, bu kapasitesiyle Asya-Pasifik güvenliği ve özellikle Tayvan üzerinde bir baskı yaratabileceği riskinden açıkça bahsediliyor. Bu yaklaşım farkı, NATO ve AB anlayışlarının farkından ziyade, ABD’nin değişen politikalarının bir yansıması olarak görülebilir.
Diğer taraftan ABD’nin Avrupa ilişkilerindeki yeni vizyonu, NATO’nun en kritik maddesi olan 5. maddenin işletilmesinin olanağını oldukça zora sokuyor. Halihazırdaki sistemde Avrupa açısından ABD askerleri sayesinde diri kalan 5. maddenin sağladığı güven, ABD’nin asker sayısını azaltmasından sonra Avrupa için daha az güvenilir bir hal alacaktır. Bu noktada NATO içerisinde “kolektif savunma” ilkesinden “kolektif sorumluluk” ilkesine doğru bir evrimin de tartışmaya açık olduğu görülüyor.
Bununla birlikte ABD’nin nükleer şemsiyesi altında güvenliğini sağlayan Avrupa, nükleer güce sahip olsa da bunu kullanma kapasitesi konusunda bazı bariyerlere sahip. Bu nedenle nükleer şemsiye için Avrupa içerisinden yeni alternatif arayışının Avrupa’nın gündeminde olduğu biliniyor. Bu adayların en güçlüleri doğal olarak Fransa ve Almanya olarak görülüyor. Ancak bu kapasitenin inşası, ciddi bir yatırım ve zaman isteyen bir süreç, dolayısıyla bu boşluğun kapanması sürecinde ABD’nin nükleer şemsiyesini kademeli olarak çekmesi ve Avrupa’nın bu boşluğu doldurma süreciyle koordineli ilerlemesi, Avrupa için en önemli önceliklerden biridir.
Avrupa ne yapacak?
ABD-Avrupa ilişkileri ve NATO içerisindeki denge değişimlerinin geçici bir süreç veya Trump yönetimiyle sınırlı bir durum olmadığının farkına varan Avrupa, haklı olarak kalıcı önlemler alma noktasında hayli istekli görünüyor. Bu süreçte en önemli noktalardan biri, NATO içerisinde yeni bir konsensüsün oluşmasını sağlamak. Bunun ilk adımı olarak da yeni bir NATO Stratejik Konsepti’nin hazırlanması son derece yararlı olacaktır.
Zira zaten hazırlandığı dönemde bile yetersiz kalan mevcut konsept, son gelişmelerle birlikte büyük oranda boşa çıkmış durumda. Bu nedenle ABD ve Avrupa ilişkilerinin özellikle güvenlik anlamında yeniden değerlendirildiği, ancak bundan daha da önemlisi NATO’nun önceliklerinin ve temel tehdit algılarının yeniden belirlendiği bir konseptin hazırlanması, özellikle Avrupa açısından elzem gözüküyor.
Sonuç olarak, transatlantik ilişkilerdeki dengenin değişmesiyle beliren ve ABD için birer ikilem gibi görünen riskler, aslında ABD’nin bilinçli bir ‘çok kutuplu sistem’ inşa etme niyetinin varlığı kabul edildiğinde, birer kayıp olmaktan çıkıp stratejik bir tercihin kaçınılmaz sonuçlarına dönüşüyor. ABD’nin artık “dünya sisteminin jandarması” olmanın getirdiği mali ve askerî yükü taşımak istemediği ve küresel liderlik misyonu yerine ulusal çıkar maksimizasyonunu koyduğu bir senaryoda, Avrupa’nın güvenliğindeki temel üstlenici rolünden gönüllü olarak feragat etmesi, bu yeni doktrinin doğal bir uzantısıdır. Bu durum bana göre, bilinçli bir geri çekilme, bir zayıflık işareti değil, hesaplanmış bir güç ve kaynak optimizasyonu olarak değerlendirilmeli.
Bu yeni denklemde ABD, savunma alanında on yıllardır içinde bulunduğu “ataletten” çıkardığı Avrupa’yı, Rusya’yı dengeleyecek birincil bölgesel kutup haline getirmeyi amaçlıyor. Böylece Washington, kendi askerî, diplomatik ve ekonomik kaynaklarını asıl varoluşsal tehdit olarak gördüğü Çin ve Asya-Pasifik arenasındaki rekabete yoğunlaştırabilmek için stratejik bir alan açıyor. ABD, bu hamleyle Avrupa’yı sadece kendi güvenliğini sağlamaya itmekle kalmıyor, aynı zamanda bu yeni ve daha güçlü Avrupa’nın Çin’e karşı da kendi yükünü hafifletmesini bekleyerek çok daha kapsamlı bir küresel denge oyunu kuruyor. Avrupa’nın bu duruma yanıtı, Fransa’nın başını çektiği “stratejik otonomi” hareketinin daha da somut bir karşılık alacağı şekilde, bu rolü -biraz da çaresizce- üstlenmek şeklinde gözüküyor.
Masada yapılan tüm bu stratejik hesapların sahaya nasıl yansıyacağını, pratikte nasıl karşılığının olacağını, ABD’nin bu hesaptan kârlı mı zararlı mı çıkacağını zaman gösterecek.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 20 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.