1950 sonrası Türk edebiyatında en temel düşünsel eğilimlerinden, dünya görüşlerinden biri varoluşçuluktur. Şairinden romancısına, öykücüsünden denemecisine bu akımın seline kapılmayan ya da bir şekilde varoluşçu düşünceden etkilenmeyen edebiyatçı yok gibidir. Bunu, olmazsa olmaz bir Sarterien zorunluluk anlamında söylemiyorum; zamanın ruhu o şekilde işliyordu, demek istiyorum.
Edip Cansever de 1940’ların sonlarından itibaren şiire ciddi anlamda merak saran bir genç olarak acemilik devresi diyebileceğimiz ilk şiirlerinden itibaren bir varoluş yaşantısı, düşüncesi içinden yürümüş, bu çerçevede insanı odağa almış, kendisiyle birlikte “öteki”ni de şiire taşımış, kırk yıllık çabanın ardından 80’lerin ortalarında kaleme aldığı son şiirde bile bunu gözetmiştir. Şiirlerde kendisi, gizlidir, çok çok gizlidir; diğerleri ise daha açıktır. Seyreder, kayda geçirir, kendisiyle buluşturduğu noktalara ağırlık verir ve imzayı öyle atar.
Tanıştığımız ilk günlerde her şeyi ilk elden öğrenmeye meraklı genç bir şair adayı olarak Doğan Hızlan’a sormuştum, “Siz bir dönem yakındınız, Edip Cansever nasıl yazardı?” diye. Yanıtı aşağı yukarı şöyle olmuştu: “Bir meyhaneye gider, cam kenarına oturur, gelen geçeni ya da içerdekileri, garsonu, müşteriyi vs. seyrederek yazardı.” Soruyu sorarken böyle bir yanıt alacağımı tahmin etmiştim, ama ilk ağızdan aldığım teyit ayrı bir öneme sahipti benim için.
Edip Cansever’in kitabı ‘insan’dı
Önceleri parça parça, daha sonraları bütün olarak okuduğumda, evet, Edip Bey’in dikkatinin daima çevrede, insanda, insanın davranışlarında ve giderek de davranış sebeplerinde olduğunu görecektim. Neden söylememeli, akranlarının hemen hepsi şiirde kaynaklara, diğer metinlere, metinlerarasılığa, göndermelere önem verdiği halde, o böyle bir yola temel bir yöneliş olarak hiç sapmadı. Kitabi bir şiir yazmadı. Tek tük göndermelerle yetindi. Metnin “insan”ı çerçeve içine almasına, soluksuz bırakmasına izin vermedi. Belki, çok okumayı sevmediğinden, nesnelere, asıl olarak insana, hayata, kente bakmayı sevdiğindendir.
Bunu da temellendirelim: Yakın geçmişte Edip Cansever kitapları MSGSÜ’ye bağışlandı. Değerli rektör, sevgili kadim dostum Handan İnci özel bir kütüphane köşesinde Edip Bey’in kitaplarını düzenli şekilde sahiplendi ve okuyucuların hizmetine sundu. Açılışa gidememenin üzüntüsünü kitaplığı daha sakin bir zamanda birkaç şair ve akademisyen dostla gezerek gidermeye çalıştım. Bir dost, “Bu kadar az kitap olacağını düşünmemiştim.” dedi. Edip Bey’in şiirlerini biliyordu, ama özel hayatını, kültürel tarafını pek bilmiyordu. Az kitabın şaşırtıcı olmaması gerektiğini, çünkü Edip Bey’in “kitabi” bir insan ve şair olmadığını ayaküstü anlatmaya çalıştım. Deyiş yerindeyse Edip Cansever’in kitabı “insan”dı.
“Bunlar güzel şeyler, ama şiir değil”
Peki, neden girişte “varoluşçuluk” dedim, “Sarterien” dedim. Açıklayayım: 1950’lerin o ruhu içinde Cansever, kendiliğinden bulduğu bir varoluşçuluk duyuşu, düşüncesi içindeydi. Bu da kitabi değildi; kültürel değil, yaşamsaldı. Sartre bütün dünyayı etkileyen o felsefeyi geliştirmiş olmasaydı bile Edip Cansever adı koyulmamış bir varoluşçuluğun ustası olurdu. Seyrede seyrede, yaşaya yaşaya bulurdu, bulmuştu insanın varoluş zeminini.
İlk şiirlerini ablasının önerisiyle Tanpınar’a götürdüğünde şiirleri uzun uzun okuyup inceleyen üstat, genç şaire şöyle demişti: “Bunlar güzel şeyler, ama şiir değil. Lakin sende bir bakma yeteneği var. Bunu geliştir. Resimlere, tablolara bak.”
Demek, genç Ömer Edip’te “bakma” daha ilk şiirlerde belirgindi. Evet, öyleydi; İkindi Üstü (1947) ve Dirlik Düzenlik (1954) çevreyi merakla seyreden bir gencin verimleriydi. Daha sonraları kaleme alacağı bir şiirin başlığının “Bakmalar Denizi” olmasının nedeni de buydu. Üstat gençteki bakma yeteneğini görmüş, oku oraya fırlatmış, genç şair de süreç içinde bir “bakış estetiği” geliştirmişti.
Giderek açılan yaşam deneyimleri
Daha önce de yazdım. Edip Cansever, İkinci Yeni duyarlığı içinde kendine özgü (bu klişe bir ifade değil, gerçekten kendine özgü) bir çerçeve çizdiği aşamanın hemen ardından gelen Umutsuzlar Parkı’nda, sonrasında da Tragedyalar’da ve Çağrılmayan Yakup’ta insanın dünyasına derinlemesine eğilir, insanı derinden kavramaya çalışır. Hemen her şeyine nüfuz ettiği, ruhuyla özdeşleştiği insan, genç şairin Garip’e öykünürken baktığı insandır, ama artık bakış alabildiğine olgunlaşmış, belirli bir estetik kazanmıştır.
Çok genç yaşta ailesinin isteğiyle evlenip hayatını belirli sınırlar içine ve Kapalıçarşı’da bir dükkâna hapsetmek zorunda kalan genç şairin giderek açılan yaşam deneyimleri onu süreç içinde insani açıdan kişilik olarak, şiirsel gelişimini de poetik olarak olgunlaştırmış; ona farklı, yeni, geniş, derinlikli bir bakış açısı kazandırmıştır. Artık, baktığı ve birlikte aynı havayı soluduğunu duyumsadığı insanın ilk şiirlere yansıyan avarelikleri değil, varoluş sorunsallarıdır önemli olan. Sadece şiirin değil, hayatın da ne olup ne olmadığını anlamış bir insanın kaleminden çıkmaktadır şiirler.
Hatta çok daha ileriki süreçte Ben Ruhi Bey Nasılım’daki ve Bezik Oynayan Kadınlar’daki insanların dünyasını anlatırken de benzeri bir yaklaşım gösterdiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu insanlar sadece biyolojik bir canlı olmanın zorunluluğuyla yaşarlar, yaşamak zorunda oldukları biyolojik varlığın gereklerini yerine getirirler.
Temel durumlarının sıkıntı olması bunu gösterir, biyolojik gereksinimlerin dışındaki her şey onlarda müthiş bir sıkıntı yaratmaktadır. Hiçbir gerçek sanatçının, şairin amacı eserindeki insanları mutlu kılmak değildir elbette; böyle bir amaç sanatçı için, şair için gülünçlük olurdu. Aynı nedenle, Cansever’in anlattığı insanları belli kavram ve kuramlara hapsederek incelemeye, anlamaya çalışmak da doğru değildir. Böyle bir bakış açısı hem Cansever şiirini hiç anlamamış olmak hem de şiire bakarak kuramsallıkla kuşatılmaya çalışılan bir yaşama anlam vermeye çalışmak gibi hataları içerir. Cansever, kuram yahut kavramlardan değil baktığı insandan hareket eder. Kuramlara yakınlık gösterdiği ara dönemlerde bile asıl amacı insana dair ne varsa onu kavramaktır.
Soyut imgeye yöneliş
Bu insan, şairin poetik olgunlaşma süreci içinde yavaş yavaş gelişip değişir. Park kanepelerinde oturup zaman öldüren, bebek arabası sürerek akşam gezintisine çıkan, çayırlara uzanıp gelen geçene bakan, kaldırımlarda aylak aylak dolaşan insan tamamen yok olmaz, ama onların yerine kapalı mekânlarda bunalan, kendisiyle ve başkalarıyla çatışan, aşk ve sevgiyi cinsellik tarafıyla yaşayan, her nereye gitse içindeki sıkıntıyı da beraberinde götüren, oturduğu masadan saatlerce kımıldamadan bilinmezlere dalan insan gelmiştir.
Bu bir yer değiştirme şeklinde değildir; insan neyse odur, ama şair onu farklı uzamlara konumlandırır, oralarda görür, çünkü kendisi de artık mekân ve tutum değiştirmiştir.
Yerçekimli Karanfil’deki “Aaaa” şiiri bunu nokta atışı diyebileceğimiz şekilde bize gösterir. Cansever, İkinci Yeni şairlerinin çoğunun şiirlerinde rastlanan “silik kahramanlardan birine sahiplik etme”siyle, hatta silik bir kahraman yaratmasıyla dikkat çeker. Cemal Süreya’nın “Hamza”sı, Turgut Uyar’ın Akçaburgazlı Yekta’sı gibi Cansever’in de “Süleyman”ı vardır: “Bir Süleyman gördüm hiçbir yanı kımıldamıyor / Oturmuş bir iskemleye / Pek de oturmuşluğu yok iskemle ayaksız / O nasıl şey, bu adam soyut mu ne”. Evet, Cansever’e göre artık “bu adam soyuttur” ve kuşkusuz, buradaki “ayaksız iskemle, soyut adam” gibi ifadeler nesnelerin ve varlıkların algılanışındaki değişimi, soyut imgeye yönelişi göstermesi bakımından önemlidir. Şairin eşya, dünya, varlık ve zaman karşısındaki şaşkınlığı aynı kitaptaki “Güzel Atomların Yaptığı Ayak, Kaybola, Uyanınca Çocuk Olmak” gibi şiirlerde de görülür. Denebilir ki, Edip Cansever’i kendine çizdiği yeni yola düşüren, bu yolda ilerlerken nesneyle ve insanla ilişkisinde onu yönlendiren asıl şey şaşkınlık ve bunun ardından gelen soyutluk duygusudur. İnsan, sıradan dünyadaki eşya ile yan yana değil; parçalanmış, şekil değiştirmiş, soyutlaşmış bir yerdedir artık.
İnsanın çoğunluklu yalnızlığı
Bu insan, bir aşama sonra “sahne”ye çıkarılır. Şiiri tragedyadan ayırmayan bir aşamaya geçmiştir Edip Cansever. Umutsuzlar Parkı’ndaki temel yöneliş, şiirde dramatik bir yapı kurmaktır. Bazen tek başına bazen de başkalarıyla birlikte sahnede olan, diyalogdan monoloğa monologdan diyaloğa hızla geçen insanın çoğunlukla yalnızlığın diliyle konuştuğu görülür, işitilir.
Bakış estetiğine, dinleyiş estetiğini ekler bu yolla şair. Buradaki yenilik, şairin geliştirdiği monolojik söylemde belirginlik kazanmakta, diyaloğa dayalı yerlerde bile hemen kendine dönüşü, iç monolog tekniğini öne çıkarmada yatmaktadır. Daha da ileri giderek, yer yer, sahnede sadece monolog hakimiyetini kurgular denilebilir.
Umutsuzlar Parkı’nda biçimsel olarak diyaloglar görülmez, asıl diyaloglar daha sonraki kitaplarında ortaya çıkacaktır. Burada içten içe yürüyen monolog tarzı söylemden söz edilebilir ancak. İlk şiirlerinde söyleyiş üzerinde derin etütler yapmayan, alışılmış söyleyişi sürdüren ve monolojik söylemi kullanan Edip Cansever, Umutsuzlar Parkı’ndaki şiirlerde, numaralayarak birbirinden ayırdığı hemen her parçada bu yeni tutumunun uzun soluklu örneklerini ortaya koyar. Gizli diyalogların varlığı duyumsanmakla birlikte monolojik söylem ağır basar. Anlatıya yaklaşan, kurgulanmış bir yapıyı önceleyen bu söylem kimi zaman adeta bir tiyatro sahnesindeymişçesine gözle görülür, kulakla duyulur biçimde, kimi zamansa söyleyişin içine sindirilmiş durumdadır.
İnsan trajedisi ve bu trajedinin gerilimi
Her adımda bir başka aşamayı gözetir Edip Cansever. İnsan ve teknik birbiri içinden çıkar. Umutsuzlar Parkı’ndaki yapı, derinden giden bu söyleyiş, Tragedyalar’da büsbütün diyalojik söyleme evrilir. Yapı, biçim, teknik değişmiştir; tiyatro zevk ve bilgisi gündemdedir. Bu açıdan Tragedyalar, esasen Umutsuzlar Parkı’nda gizliden gizliye varlığı duyumsanan söyleyişin somutlandığı bir kitap olarak değerlendirilebilir. Tragedyalar’daki çoğulluk insanın durumlarındadır, Umutsuzlar Parkı’nda ise insan çoğuldur; farklı insanların çatışan dünyaları odaktadır. Umutsuzlar Parkı’ndaki insan trajedisi ve bu trajedinin gerilimi yarattığı atmosferle kitaba yaşanmışlık duygusunu derinlemesine verir. Şair ile öteki aynı kişi olma yolundadır. Şair ve öteki beraberce hayata, varlığa, eşyaya, insana bir anlam arar. İnsanın dünyada bulunuşuna, bu şekilde bulunuşuna bir anlam yahut gerekçe peşine düşer bu ikisi. Adeta insan dünyaya (Heidegger gibi konuşalım) fırlatılmış, fırlatıldığı uzamda kendi yerini bir türlü bulamamış tuhaf bir canlı olarak sürdürmektedir yaşamını. Bu dünyada geçirilecek zaman bütünüyle sıkıntıyla doludur; sıkıntı, sıkılmışlık, yalnızlığı aşan bir yapayalnızlık insanın yazgısıdır. İstediği kadar haz alsın, istediği kadar küçük heyecanlar veren serüvenler yaşasın, istediği kadar içkiler içsin, cinselliğe doysun yine de bu sıkıntı bitmeyecek, bu yazgı değişmeyecektir. Çağrılmayan Yakup şairin bu hayat ve insan algısının belirgin izlerini taşıyan şiirlerden oluşur. O kadar yabancılaşmıştır ki içinde yaşadığı ortama, topluma, ötekiler hayatın koşuşturmacasına dalmış, başkasını görmeyen, başkasını hesaba katmayan açgözlü birer kurbağa olarak görünür Yakup’un gözüne.
Hiç kimsenin ilgilenmediği olayların tarihçisi
Buradaki çağrılmamışlık, yalnızlık, dışlanmışlık insanın içindeki yaşam enerjisini, paylaşma hazzını alır götürür; kişiyi büyük bir çürümüşlükle baş başa bırakır. Hayatın kendisi çürük bir tahta üzerinde yürümeye benzediği gibi bu çağrılmamışlık, bu yalnızlık her şeyi çürütecektir. Sürüp gidecektir bu böyle ve şair henüz ermişlik yaşlarına gelemeden hayata veda ettiği için bu sıkıntı gerilimini son nefesine dek yaşayacaktır, yaşamıştır.
Bu nedenle de Edip Cansever’in poetikası üzerinde konuşurken kitaplardan, yazılardan, manifestolardan değil daima insandan, hayattan söz etmek durumundayız. Eliot’ın nesnel bağlılaşık kavramını merkeze aldığı dönemde bile metin değil insandır onun için önemli olan. İnsanın hayat içerisindeki kımıldanışlarının, küçük serüvenlerle büyük umutsuzlukların örtüşmesinin, cinsellik-alkol-nesne-insan buluşmalarının yarattığı ve okuru da içine çeken bağlılaşıkla birlikte okunacaktır onun şiiri.
Cansever, “hiç kimsenin ilgilenmediği bazı olayların tarihçisi”dir. Genç yaşlarda baktığı “ilgilenilmemiş şeyler” ilerleyen dönemde onun sanatını belirleyen bir yapıya kavuşmuştur.
“Ne gelir elimizden insan olmaktan başka” demişti.
Evet, ne gelir elimizden?
Fotoğraf Kaynağı: Ara Güler
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Ağustos 2023’te yayımlanmıştır.