Sahneye kimin çıkacağı, yalnızca yetenekle mi belirlenir? Kültürel alanlarda görünür olmak, herkes için aynı koşullara mı bağlıdır? Bu sorulara yanıt aramadan evvel, gelin meselenin teknik ve akademik yanını — bazılarımız için biraz sıkıcı da olabilen kısmını yani — en başta konuşalım, sonra rahat rahat dallanıp budaklanırız.
Yaklaşık 80 yıl önce, 1940’larda Adorno ve Horkheimer’ın birlikte kaleme aldığı Aydınlanmanın Diyalektiği adlı kitabın bir bölümünde ortaya attıkları Kültür Endüstrisi kavramı, bize bugün hâlâ bir şey söylüyor mu? Daha doğrusu, ne söyledi ve bu kadar zamandan sonra hâlâ söylemeye devam ediyor mu? Ve bu kavramın kadın müzisyenlerle, sahnedeki eşitsizliklerle ne ilgisi olabilir?
Kültür Endüstrisi kuramı, en basit haliyle, modern toplumda kültürün bir üretim ve tüketim nesnesine indirgenmesini eleştirir. Sanat ve kültürel ürünler özgünlüklerini kaybedip, standartlaşmış ve ticarileşmiş bir biçimde sunulmaya başlar. Böylece kültür, bireyleri düşündürmek yerine onları pasifleştiren, mevcut düzeni yeniden üreten bir araca dönüşür. Bu araçsallık, bireyi özne olmaktan çıkarıp tüketiciye dönüştürür. Ve belki de en çarpıcı olan kısmı şu: bu düzen, özgürleşme vaadiyle bizi aslında uyum sağlamaya zorlar. Adorno ve Horkheimer’in bu düşünsel çerçevesi, kültürü anlamanın ötesinde, kültürle kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünmemize neden olur. Hele konu müzikse ve bugünkü hız çağında şekillenen bir müzik endüstrisiyse, tartışmalar daha da katmanlanıyor.
Kadınların görünürlüğü ve yapısal eşitsizlikler
Adorno’nun “Her müzik türü, toplumun bütününde var olan çelişkilerin ve gerginliklerin izlerini taşır” cümlesi, müziğe sadece sesle değil, yapısıyla, diliyle, görünürlüğüyle de bakmamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu çelişkilerin en görünür olduğu alanlardan biri de, müzik endüstrisinde kadınların varoluşu ve görünürlüğü. Her ne kadar kadın sanatçılar müzik üretmeye, sahne almaya ve dinleyiciyle buluşmaya devam etse de, bu görünürlüğün önünde hâlâ büyük bir engel var: Endüstrinin içindeki yapısal cinsiyetçilik ve dinleyici alışkanlıklarının şekillendirdiği normlar.
İşte bu yazıda tam olarak buna bakmak istiyorum: Kadın rapçiler, rockçılar, DJ’ler nerede? Gerçekten yoklar mı, yoksa sadece görünürlükleri mi bastırılıyor? Bu soru bana Linda Nochlin’in meşhur “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” başlıklı yazısını hatırlatıyor. Soru gibi görünen o başlık aslında net bir itiraz: Kadınlar hep vardı. Ama onları gören, görünür kılan tarih yazımı neredeydi?
Görünmek için savaşmak: Rap’te, rock’ta, DJ kabininde kadınlar
Bugün de kadın müzisyenler sahnede var, üretmeye devam ediyor. Ama “görünür olmak” hâlâ mücadele gerektiriyor. Görünürlük, yalnızca sahneye çıkmakla değil; orada kalmakla, sözünü söylemekle, klişeleri yıkmakla mümkün. Özellikle Türkiye’de rap, rock ve DJ’lik gibi türlerde, kadınların sahneye çıkışı hâlâ belirli eşikleri geçmeye bağlı. Hem endüstrinin iç yapısında hem de izleyici/dinleyici zihninde.
Rap müzik her zaman muhalif bir damar taşımış gibi görünse de, Türkiye’deki Türkçe rap sahnesi büyük oranda erkeklerin hâkimiyetinde. Kadınlar çoğunlukla ya yok sayılıyor ya da sözlerde nesneleştiriliyor. Kadın figürü şarkılarda genellikle duygusal, harcayan, kırılgan bir tipleme olarak belirirken; erkekler güçlü, saldırgan ve hükmedici olarak çiziliyor. Bu dengesizlik sadece erkekler tarafından da sürdürülmüyor üstelik. Bazen kadın rapçiler bile, dışlarındaki kadınları klişelerle etiketleyebiliyor. Oysa bir kadın rapçinin, kadın kimliğini gizlemeksizin yaptığı müziğin “buna rağmen” iyi bulunması, başlı başına çifte standardın göstergesi.
Bir programda, bir rap müzik yorumcusunun kadın rapçi için “eskiden erkek fatma gibiydi, şimdi seksi videolar yapıyor ama hâlâ iyi” diyerek övdüğünü duyduğumda, müziğin değil, kadın bedeninin konuşulduğu o sessiz kalıba bir kez daha tanık oldum. Bir başka yayında ise bir sunucu, “Kadın MC’lerin yüzünü eskiden görmezdik, şimdi güzellik, imaj ön planda” diyordu. Bu sözler, kadın bedenini müzikte bir “engel” gibi gören anlayışın, iyi niyetli dahi olsa nasıl kadınlıkla baş edemediğini gösteriyor. Kadının sesi duyulsun isteniyor ama yüzü görünmesin, bedeni görünse de cinsiyeti hatırlatmasın, hatırlatırsa da buna bir bedel ödesin. Sanki zamanda ve teknolojide ne kadar ilerlersek ilerleyelim, kadın sanatçının ekran karşısındaki bedeni her zaman bu bedel oluyor.
Tanınmak için dayatılan kimlikler, iltifat görünümlü kalıplar
Kadın rapçilerin ünlü bir erkekle düet yaparak daha fazla kişiye ulaşmak zorunda kalması, yetenekten önce tanınmanın ve görünmenin mücadelesini veriyor olmaları çok şey anlatıyor. Her ne kadar Ceza’nın kardeşi olarak tanınsa da bu “kardeşlik” kimliğini her zaman aşmaya çalışmış ve başarmış olan Ayben’in bir röportajında “rap yapmaya çalışan bir kadınsan yumruğunu masaya çok sağlam vurmak” zorundasın sözü, sadece iyi olmanın yetmediğini açıkça ortaya koyuyor. Bu yazının konusu dışına çıkmak istemem ama Sanat tarihinden örnek vermeden de yapamayacağım, hele de sanatın her dalı için geçerli olan bir konuysa meselemiz. Türkiye’nin önemli çağdaş sanatçılarından aynı zamanda feminist akımın önemli temsilcilerinden Gülsün Karamustafa’nın akademide öğrenciyken hocasından aldığı “Sende erkek bileği var” diyerek aldığı sözde iltifat da aynı hikâyeye bağlanıyor. Hocası, onun işlerini överken “sende erkek bileği var” dediğinde Karamustafa, bunu bir anlığına olumlu bir yorum olarak algıladığını itiraf ediyor ama sonradan sanatçının kendisi de biz de biliyoruz ki bu övgü, aslında kadın olmayı değil, erkek gibi olabilmeyi değerli bulan bir zihniyetin sadece bir cümleyle yansıması.
Kadınsan, yaptığın işin meşruiyeti için ayrıca direnmeli, ayrıca ispat vermelisin. Rock müzik sahnesinde de tablo benzer. 90’lar sonrası İstanbul’da kadınlar rock müzikle seslerini bulmaya çalıştılar. Ancak yine de, popüler kültürde kadın figürü çoğunlukla klişelere teslim olmakla kalıyor. Sahnedeki varlıkları bir mücadeleye, kendilerini ifade etme biçimleri ise kalıplarla savaşa dönüşüyor. Yok değiller, vardılar hâlâ varlar, kendi müziklerini kendi evlerinde yaparak var olmaya devam ediyorlar.
Tekno müzik dünyasında ise kadın DJ’ler, başka bir mücadele veriyor: “Gerçekten çalıyor mu?”, “Sırf kadın olduğu için mi orada?” gibi yorumlara denk geldiniz mi? Yeteneklerinin değil, cinsiyetlerinin tartışma konusu edilmesi artık neredeyse rutin olan ve belki bir iki yıldır duymuyorum ama bir dönem bunu “icra edebilen” kadınların da artık çoğaldığına şaşırılan ortamlarda yerini almıştı DJ kabini. Erkek DJ’lere sorulmayan şeyler, kadınlara sürekli yöneltiliyor. Kıyafetleri, yaşı, bedeni konuşuluyor. Bir DJ, her setine özel bir teknik eklemek zorunda kaldığını anlatıyor — sadece çaldığını kanıtlayabilmek için.
Kadın sanatçılar sahnede kalmak için neyle savaşıyor?
Ve bütün bunlara rağmen, kadın sanatçılar sahnede kalmaya, üretmeye, görünmeye devam ediyor. “Ben seksi de olurum, rapimi sert de yaparım. Bu seni ilgilendirmez. Benim müziğim konuşacak seninle” diyerek direniyorlar. Klişelere, önyargılara, sessiz ya da açık şiddet biçimlerine rağmen; hâlâ, sahnede olmanın mümkün olduğunu gösteriyorlar.
Bunların ötesinde asıl görmemiz gereken başka bir şey daha var: Müzisyenin artık yalnızca kendi müziğini yapma kaygısıyla hareket edememesi. Öyle bir zamandayız ki, yaratım süreci de dahil olmak üzere bir müziğin üretimine dair tüm aşamalar, sanatçının vakit ayıramadığı, hatta çoğu zaman yetişemediği bir yük halini almış durumda. Evet, bu çağ kolaylıklar ve imkânlarla birlikte geliyor belki ama aynı oranda zorluklarla da kuşatılmış durumda.
Bir yandan rock ya da rap müziğin bugün ne kadar protest olup olmadığını tartışıyoruz belki, ama diğer yandan evinde, kendi olanaklarıyla üretim yapan bu sanatçılar, görünürlük uğruna ekran başında sayılarla yarışıyor. Ve her geçen gün kendilerini bir vazgeçişin, bir kaybolma kaygısının ortasında buluyorlar. Kendi müziğini yapmaya çalışan bir müzisyen olduğunuzu düşünün: Geçiminizi sağladığınız başka bir işten arta kalan vakitlerde, evde kaydı kendi imkânlarınızla tamamlamaya çalışıyor, kaydından miksine, master’ına kadar her şeyi tek başınıza üstleniyorsunuz. Kimse size klip çekmeyecek, o yüzden kendi kameranızla kendi görünürlüğünüze doğru başka bir mücadele de orada başlıyor. Ama asıl zorluk bundan sonra başlıyor. İlhamla başlayan üretim, görünür olma çabasıyla birlikte bitmeyen bir savaşa dönüşüyor. Müziğinizi tek bir tuşla dijital platformlara yüklüyorsunuz, sonra da algoritmaların içinde kaybolmamaya çalışırken, neden müzik yaptığınızı yavaş yavaş unutmaya başlıyorsunuz. Bir de üzerine sahne alma çabası eklenince, sanatçı artık sadece müzik yapan biri değil; aynı zamanda menajer, yönetmen, reklamcı ve daha birçok role bürünen biri haline geliyor. Günün sonunda o sosyal medyadaki varlığı, müziğinin yerini alıyor. ne kadar hareket halindeyse o kadar “bilinir” olmanın gerçekliğiyle yüzleşiyor.
Müziği cinsiyetsiz dinlemek mümkün mü?
Evet; durum bu kadar iç karartıcı. Etrafımda kendi müziğini yapan ve bundan asla vazgeçmeyen/vazgeçemeyen, bu yüzden sanatçı diyoruz onlara, çok yakın arkadaşlarım beni ne yazık ki doğruluyorlar. Ama sonuç olarak bu eserler, üretimler kaybolmayacak. Bu yer yer iç bunaltan hız bizi aynı zamanda gitmek istediğimiz bir yere, duyguya, kişiye, inanca da hiç olmadığı kadar hızla götürüyor. Düşündüğüm zaman müziğin ve internetin bana ne yapabileceğine karar veriyorum: Beni durmaktan, durup düşünmekten ve keşfetmek alıkoymasına izin vermezsem, sanki bazı kayıplara da izin vermeyecekmişim gibi geliyor.
Müziğiyle konuşmak isteyen herkesin bir savaş verdiği bu çağda, kadın sanatçının savaşı hâlâ çift katmanlı. Bir yandan tüm müzisyenlerin ortak derdi olan görünürlük, üretim, dayanıklılık… Ama bir yandan da cinsiyetinden ötürü sorgulanmak, küçümsenmek, hatta yok sayılmak. Yani başa dönmek, en başta sorduğumuz o soruyu yeniden hatırlamak gerekiyor. Bu noktada, biz dinleyicilere düşen önemli görevler var. Öncelikle artık müziği cinsiyetsiz dinlemek mesela. Sanatçının dış görünüşüne, ses tonuna, giyimine değil, müziğine odaklanmak. Cinsiyetçi yorumları yeniden üretmemek, tam da bu anlamda gerçekten hassas olmak. Çünkü kültür endüstrisinde kadının görünürlüğü, sadece sahneyle değil, izleyiciyle de ilgili.
Kadın sanatçılar, hem sahnede hem sahne arkasında görünür olmak için fazladan çaba harcıyor. Bizlerse, sadece dinleyici değiliz. Bu döngüyü kırabilecek, kalıpları sorgulayabilecek, cinsiyetsiz bir sanat anlayışına katkı sunabilecek kişileriz. Bu da, ancak dinlediğimiz kişilere insan olarak, sanatçı olarak yaklaşmakla mümkün. Kadınlığıyla değil, müziğiyle konuşanları duymak için kulak kesilmek gerek. Sessizliği bozmak bazen sadece iyi bir şarkı dinlemekten ibaret olabilir.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 8 Ağustos 2025’te yayımlanmıştır.