Sanatın asıl amacı mesaj vermek değil, ufuk açmaktır. Bir his, bir uyarı, bir kıpırtı ya da bir tını; bir yapıtı anlamanız ve beğenmeniz için çoğu zaman yeterlidir. Duygunuz sizi yönlendirecektir. Zaten sanatçı da tam olarak bunu ister.
Bütün sanat disiplinlerinde, bütün sanatçılar neyi niye, ne kadar, nasıl yapacağını belirler önceden. Yazılı olması gerekmiyordur aslına bakarsanız, ama yapıtı roman ya da film ise yazması, sınırlarını belirlemesi açısından, öykünün ekseninin kaymaması için gereklilik hatta zorunluluktur. Yeşilçam’da ‘sigara paketinin arkasına yazılmış’ denilen senaryolara bakmayın. Onların yazısı bildiğimiz abece ile değildir ki, kendilerince neyin ne olduğunu belirlemişlerdir ve hatırlamaları için yeterlidir.
Senaryo yazmadan film olur mu? Öneren kimseyi duymadım, en azından kafada şekillenmiş bir öykü vardır muhakkak. Ancak, bir gün Vedat Türkali’nin evinde, Lütfi Akad ve Ahmet Soner ile sohbet ederken, laf lafı açtı… Lütfi Hoca, “Bir Gün Tek Başına”yı göstererek, “bunu, senaryo bile yazmadan çekebilirim” dedi. Tabii ki, Türkali’nin alabildiğine görsel dili, sinemadan gelen ritim duygusu romanda elle tutulur biçimde gösteriyordu kendisini. Ben de “Mavi Karanlık”ı söyledim. Hepimiz hemfikirdik.
Romanlar sinemaya uyarlanabilir mi?
Bir roman filme çekilebilir. Ancak romanın dili değişmeli, sinemaya uyarlanmalıdır. Sinema görsel bir sanat, betimlemelerin de ona göre görselleştirilmesi gerekecektir kuşkusuz; yoksa romanın izi kalmaz ortada. Zaten yazarların en çok yakındığı şeydir bu.
Burada bir ara verip, roman ile sinemanın (senaryonun) arasındaki ayrımı, hangisinin öne çıkacağını belirtmeliyiz… En tam da o nedenle, sinemacılar bile roman (edebiyat) okunmasını isterler gençlerden. Çünkü roman imaj yaratır, sinema ise imajın imajıdır ve imajın imajından yeni bir imaj yaratmak her koşulda kolay hatta mümkün değildir. Hemen eklemem gereken bir gözlemim var: Sinemacılar olmasa kitap satışları alabildiğine düşer ülkemizde. Her ne kadar bir avuçsa da sinemacılar (ister senaryolarını kendileri yazsınlar isterlerse uyarlama yapsınlar) okumazlarsa film çekemezler; bir başka deyişle çektikleri vasatın üzerine pek çıkmaz. İstisnalar da kaideyi bozmaz.
Konuyu mu takip ediyoruz, üslubu mu arıyoruz?
Bu yıl, TÜYAP Kitap Fuarı Onur Yazarı seçilen Murathan Mungan, tiyatrodan müziğe, sinemadan romana, şiirden denemeye kadar çok yönlü yazan ve yazdıklarıyla da haklı bir okur kitlesi edinmiş biridir. Fuarın açılışında, Faruk Şüyün ile yaptıkları söyleşide, (mealen) “Okur, ‘bu kitap çok güzel bir film olur’ diyorsa konuyu takip ediyordur. Edebiyatla, üslupla ilgilenmez” dedi. Bu söze takıldım… Gerçekten de, bugün, dizilerin yurtdışında da çok talep gördüğü, hatta Türkçeyi dizilerden öğrenenler bulunduğu söyleniyor. O zaman, kasap çengeli örneği bir soru işareti çıkıyor karşımıza: Bu diziler gerçekten de estetik değer olarak öne çıkan yapıtlar mıdır, yoksa ister istemez, popüler işler midir, hepimizi etkileyen.
Yerli dizi yersiz uzun
2019 yılında İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Yüksek Lisans tezim (sinemadan geldiğim için ağırlığı görsel yapıtlara vermiştim) “Yerli Dizi Yersiz Uzun”du (Klaros Yayınları 2019). Yerli dizilerin uzunluğu sadece izleyici açısından değil, kamera arkasında çalışan emekçiler için de çok, çoktan da çok uzun. Öyle ki, bir dönemde bitmesi gereken bir dizi, izleyici tuttuğu için ikinci yıla da taşınıyor ama senaristler (zamansızlık sadece yazmaya değil, bilgi birikimi edinip de onu senaryolaştırmaya da yetmediği için) anlık çözümler bulmak zorunda kalıyorlar. Bir dizide, (Elveda Rumeli, 2007 atv) meczup bir genç, izleyici oyuncuyu çok sevdiği için ana kadroya alındı; bir süre sonra dizi uzayınca direnişçi, yetmedi öğretmen oldu. Kimse de ‘bu meczup kişi nasıl olup da dil öğretecek kadar değişti?’ diye sormadı. Birinde de, (Asi, 2007, Kanal D) başrol oyuncusu, çiftliğinde kimsesiz çocuğun uzatılan bölümlerde kendi çocuğu olduğunu öğrendiğinde, “baştan bilsem benim çocuğum olduğunu ona göre oynardım” diye yakınmıştı. Uzatılan dizilere bakın (romandan uyarlansa bile) birbirini bütünlemeyen gelişmelerden (Kral Kaybederse, 2025, Star, Netflix) rahatsız olursunuz, tabii, gerçekten izliyorsanız. Dizinin, ikinci sezonunda senaristleri değişince, akışında bir dalgalanma oldu… Belki parasal bir sorun çıktı, belki farklı nedenlerle oyuncularla çalışma sürdürülemedi, şoför İsmail ister istemez öne çıktı, hiç de umulmadığı gibi… Ben de bıraktım izlemeyi, birçoğu gibi. Sonun başlangıcıydı… Bu da romandan uyarlansa bile bir dizinin ne denli yersiz uzun -zaten her bir bölüm iki saatten uzundu- olduğunun kanıtı. İzlemeyip sadece bakıyorsanız (oyuncuların güzelliğine, giysilerine, mekânların şatafatına vb.) itiraz edenlere karşı çıkmanız da kaçınılmaz olur.
Uyarlamalar artıyor mu?
Yukarıda da değindiğimiz gibi, roman imaj yaratır ve etkilenmişseniz (tabii, telifini de ödeyerek) o romanı senaryolaştırır, filmini çekebilirsiniz. Ancak uyarlamaların bir küçük (!) sorunu var; herkes kendince bir imaj yarattığı için sizin yarattığınız bir başkasının imajıyla örtüşmeyince beğeni sorunu büyüyor maalesef.
Yaşar Kemal’in romanı Yılanı Öldürseler’i iyi hatırlıyorum, Cumhuriyet’te tefrika ediliyordu ve çocuk aklımla ‘bundan iyi film olur’ diye geçirmiştim aklımdan. Ancak Esme, asla Türkan Şoray değildi benim gözümde. Sanki Çukurova’nın sarı sıcağı da Güneş Karabuda’nın estetik görüntüleri gibi değil, aksine ezici bir sıcaktı. Yaşar Kemal’in film üzerine eleştirileri basına yansımıştı ve hak vermiştim. Uyarlamalardaki bir diğer sorun da yazarın betimlemelerle süslediği anlatımı, filmde birkaç saniye alacağı için o duygu yansımayacaktır perdeye. Öte yandan, sayfalar süren betimleme (yine Yaşar Kemal’in, bir yaprağın düşüşünü altmış sayfa anlatması) sinemada ne kadar uzatılabilir ki? Bağlı olarak iki cümleyle geçiştirilen bir ilişki veya karşılaşma sinemada dakikalar süren bir zaman alabilir. Betimlemelerin “kesilmesi” yazarın, kısalan öykü izleyicinin beğenmemesine yol açabilir. Bu da beğeni düzeyini değiştirecektir.
Yine başa mı dönüyoruz ne! Yönetmenler bu sorunu aşmak için kendi senaryolarını kendileri yazmaya kalkışıyor.
İki ucu bilinmez bir çizgi…
Edebiyatla içli dışlı olsanız da senaryo yazmak o edebi duyguyu, estet etkileşimi sağla(ya)mayabilir. Birçok parametreyi, birçok bilinmezi, birçok farklılığı bir araya getirip arasından, deyim yerindeyse tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmak gerekir. Sinema zaten başlı başına bir endüstri, kamera, ışık, ses, set, stüdyo, müzik, gösterim olanağı… Çileden çıkartır insanı. Buna bir de senaryoyu yazmak eklendiğinde (bilgi birikimi ve deneyimi bir yana bıraksak bile) ortaya çıkan ürün “yavan” kalabilir. Kuşkusuz kendi yazdıklarını çeken başarılı yönetmenler var. Uzun aralar vermek zorundalar, dağarcıklarının yeniden hem de farklı bir öykü ile dolması için.
Kendi senaryonuz için çalışırken, bir yandan okuyacaksınız ya, o okuduklarınız sizi etkileyebilir. O zaman, hazırı varken neden aynı şeyi bir daha yazmanız gereksin ki! Romanı uyarlamak için yazarını, yayıncısını bulur, gerektiğinde birlikte çalışır her iki tarafında içine sinen bir film çekebilirsiniz.
Araya girmem gerekir sanırım…
Teknoloji yaşamı kolaylaştırdığı gibi görselleştirmeyi de kolaylaştırıyor. Bize, okula girdiğimizde, “senaryo yazarken, sakın ‘gözleri ışıldadı’ yazmayın” öğüdü vermişti hocalarımız. “Çünkü gözler ışıldamaz.” Ancak teknolojinin bugün geldiği aşamada, bırakın ışıldamasını, dünya bile değiştirilebilir. Her şey yapılabiliyor artık.
Yazarla yönetmenin buluşabileceği bir ortak nokta teknolojiyle birlikte çok kolay belirlenebilir; hatta ötesi bile gerçekleştirilebilir. Avatar (Ateş ve Kül, 2025) bunun tipik örneği… Filmin başında yönetmenin James Cameron anlatıyor, görüntüler de gösteriyor. İki dakikalık o film parçası, nelerin yapılabileceğinin bir önsözü gibidir (hemen ardından başlayan filmde kanıtlanıyor).
Kim ne istiyor?
Siyasal iktidarlar sanatın eğitsel yanını hep göz ardı et(tir)mek için eğlence olduğunu vurgulayarak televizyonlarda da suya sabuna dokunmayan programlar yapılmasını destekler. Televizyon kanallarının kapatılması, programlara sansür getirilmesi, gazetecilerin tutuklanmaları da bu nedenle…
Yapımcılar, en tam da bu yaklaşımla, en çok para kazanacak “iş” yapma sevdasında kuşkusuz. Yeni bir “imaj” yaratmak hem ciddi çalışma istiyor hem de ucuza çıkmıyor. Çok para kazanmayı hedefleyenler de (o yapımcıları, “demir daha çok para kazandırır”a ikna ederseniz, hepsi hemen bu alandan çekilir) işin kolayını buluyorlar. Hem dikkat ederseniz, büyük çoğunluğunda eser sahibine ne telif ödendiği belirtilmiyor hem de telifsiz eserler üzerinden yola çıkıldığı görülebilir. Bir küçük ayrıntıya, ama aslında çok önemli ve belirleyici noktaya dikkat çekmek isterim. Şöyle bir bakın, “ağa” dizileri dediğimiz, özellikle Güneydoğu ve İç Anadolu’dan başlayan ve hemen sonra İstanbul’a taşınan (çünkü oralarda prodüksiyon çok daha pahalı) taşınan dizilerle, silahlı mafyatik oluşumların anlatıldığı diziler; temelinde aşk öyküsü olarak yer alıyor kanallarda. Dönem dediğimiz, kostüme diye de adlandırılan diziler de ucuza geliyor, ama ilk fırsatta yayından kaldırılıyor, bitmediği halde. Bir de bir psikiyatrın çok satan romanlarından çekilen, ama popülerliği aşamayan dizileri var.
Belki de istenen kitapçıda dolaşan iki kızdan birinin diğerine, “Aaa, gördün mü, Yaprak Dökümü (2006-2010, Kanal D) dizisinin kitabı çıkmış” diyecek kitleyi oluşturmaktır. “Kitle kültürü” dediğimiz bu durum(!) edebi metinlerin yeniden uyarlanmasından öte bir şey. Sahi, o roman, (Reşat Nuri Güntekin, 1929’da Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmiş, ilk baskısı 1930, daha sonraki yıllarda eğitim programına girerek) o kızların anne babalarının çocukluğunda, okulda okutulan roman değil miydi?
Peki, biz ne istiyoruz?
“Ekranı kapat kitap oku” savsözümüz. Düş(ünce) geliştirmeyi kitapla sağlarız. Bu, ekranın hiç izlenmemesi anlamına gelmemeli, hepsinin yeri ve zamanı kendince ayrıştırılmalı. Okumayı benimseyenler ekran karşısında kolayca büyülenmezler de…
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 26 Aralık 2025’te yayımlanmıştır.



