Kendinizi düzenli olarak akıllı telefonunuzda insanların hayatlarının dayanılmaz derecede mükemmel görüntüleri arasında gezinirken buluyor musunuz? İş yerinde kimin terfi ettiğini, mahallede kimin arabasını yenilediğini ve kimin çocuğunun iyi üniversiteler veya sizin hep istediğiniz yerlere tatillere gittiğini takip ediyor musunuz? Bütün bunlar sizi kötü hissettiriyor, mutsuz mu oluyorsunuz?
Polonyalı felsefe profesörü Wojciech Kaftański’ye göre bu o kadar kötü olmayabilir. Kaftański’nin Psyche’de dergisinde yayımlanan yazısından öne çıkan bölümleri aktarıyoruz…
“Instagram’da bir arkadaşınızı bembeyaz bir kumsalda kokteylini yudumlarken görmek iyi ya da kötü hissettirebilir. Başkalarının harika şeyler yaptığını gördüğümüzde yaşadığımız hayranlık, şaşkınlık, memnuniyet ya da tam tersi kıskançlık, öfke, kızgınlık gibi duygular beynimizin karşılaştırmalı bir işlevinden kaynaklanır. Fiziksel nesneleri büyüklüklerine, yapılarına ve niteliklerine göre karşılaştırırız. Ayrıca fiziksel olmayan ancak günlük hayatımızı etkileyen şeyleri de karşılaştırırız; örneğin alışverişe giderken fiyatları ya da seçimlerde oy kullanırken fikirleri. Ayrıca lüks mallara sahip olmak veya bunlara erişmekle bağlantılı olan statü, prestij ve popülerlik gibi sosyal olarak inşa edilmiş değerleri de karşılaştırırız. Daha iyisi daha kötüsünü yener. Bu nedenle kendimizi daha kötü durumda olanlarla kıyasladığımızda genellikle iyi hissederiz. Başkalarından daha başarılı olmaktan ya da tuttuğumuz spor takımının rakiplerini yenmesinden doğal olarak zevk alırız. Kaybeden takıma sempati duyabilir, daha az başarılı akranlarımızın mali açıdan zorlanacağından korkabilir ya da kötü şans serisine sahip olanlara acıyabiliriz.
Yukarı, aşağı ve yatay karşılaştırma
Akademisyenler, sosyal bilimcilerin bu davranış olarak adlandırdığı sosyal karşılaştırmada üç yön belirlemişlerdir.
Birincisi, kendimizi daha iyi durumda olanlarla ‘yukarı doğru’ karşılaştırdığımız yukarı doğru karşılaştırmadır. İkincisi, insanlar kendilerini bir açıdan daha kötü durumda gördükleri kişilerle ‘aşağı doğru’ karşılaştırma yaparlar. Üçüncü olarak, her ne olursa olsun, belirli bir alanda bizimle kabaca eşit derecede iyi durumda olduğunu algıladığımız kişilerle yatay olarak da karşılaştırma yaparız.
Yukarı doğru kıyaslama, değer verdiğimiz bir konuda ilerlediğimizi gösterirken, aşağı doğru kıyaslama eksik veya yetersiz gördüğümüz bir şeye tepki olarak ortaya çıkar. Bir arkadaşımızın klarnet çalmadaki ustalığı, bu yeteneğe sahip olmayı dilediğimizde hayranlık veya kıskançlık duyabiliriz; ancak bu beceriyi gereksiz gördüğümüzde, onların zaman ve para harcamasına acıma veya küçümseme ile yaklaşabiliriz. Elbette bu konuda tamamen kayıtsız da kalabiliriz.
Akranlarla karşılaştırmanın toplumsal işlevi
Yatay karşılaştırmanın toplumda birçok önemli rolü vardır. Uygun ve beklenen davranışlar için ölçütleri standartlaştırır ve bunlar genellikle coğrafi ve kültürel olarak belirlenir. Singapur’da toplu taşıma araçlarında sakız çiğnemek yasakken, dünyanın birçok yerinde bu önemsenmez. Bir ibadethanede edepli bir şekilde giyinmeniz beklenirken, bir plajda bu beklenmez. Yatay karşılaştırma, eğitim, spor ve iş yerindeki verimlilik gibi hayatımızın çeşitli yönlerini kalibre etmemize yardımcı olur. Bir çocuğun sayı sayma konusunda bir yetişkin kadar yetenekli olmasını veya bir çaylağın tecrübeli bir oyuncuyu gölgede bırakmasını beklememeliyiz.
Sosyal karşılaştırmanın bir dizi olumlu yönü olsa da genç yetişkinler arasında sosyal karşılaştırma üzerine yapılan son araştırmalar, sosyal karşılaştırmanın refah açısından olumsuz sonuçlarına işaret etmektedir. Sosyal medyanın ortaya çıkışı, başkalarıyla yaptığımız kıyaslamaların sıklığını önemli ölçüde artırdı. Instagram, TikTok ve Facebook’tan önce kendimizi aile üyelerimiz, sınıf arkadaşlarımız ve iş arkadaşlarımızla karşılaştırırken, şimdi tüm dünyayla kıyaslıyoruz. Yukarı doğru sosyal karşılaştırma davranışları genç yetişkinlerde depresif sendromlarla ilişkilidir. Bizi daha iyiye ulaşmak için motive etmek yerine, diğer insanların hayatlarının idealize edilmiş versiyonlarıyla karşılaşmak bizi harekete geçmekten vazgeçiriyor. Hayatımızın her alanında insanların bizden daha iyi olduğuna dair sayısız örnekle karşı karşıya kalırız. Sık sık yukarıya doğru yapılan karşılaştırmalarla yaşanan baskın duygular kıskançlık ve öfkenin yanı sıra kendinden nefret etme, umutsuzluk ve can sıkıntısıdır.
Düşene bakıp gülmenin işlevi
Daha iyi durumda olanlarla yapılan sosyal karşılaştırmalar sonucunda kendimizi kötü hissettiğimizde, teselliyi aşağı doğru karşılaştırmalarda arama eğiliminde oluruz. İnternette, bir açıdan eksik ya da zor durumda olan insanların viral videolarını izleriz: Şaka yapanlar, sakarlık yapanlar, talihsiz duruma düşenler ya da yoksullar. Daha kötü durumda olanları gözlemleyerek küçümseme, alay etme veya sahte bir üstünlük hissiyle özgüvenimizi tatmin ederiz. Bu tür kötü zevklerde olduğu gibi, geçici tatmin edici dürtülere bağımlı hale geliriz. Karşılaştırma alışkanlığımızı sürdürmek için daha fazla aşağı doğru karşılaştırmaya ihtiyaç duyarız ve tüm sosyal karşılaştırmalar bilinçli ve aktif olarak istenmediğinden, bunu kontrol altında tutmak göz korkutucu bir görev haline gelebilir.
Narsizmin ve röntgenciliğin yükselişinin sonuçları
Sosyal medya ağları çağında sosyal karşılaştırma, narsisizm, röntgencilik, duygusal teşhircilik ve dikkat çekme eğilimlerini daha da arttırmıştır. Elbette, değerlerimizin kabul edilmesine ihtiyacımız var. İçimizdeki benliği başkalarıyla paylaşmaya ihtiyacımız var. Bununla birlikte, doğal ihtiyaçlar orantısız bir şekilde şişirildiğinde yıkıcı bir hal alır. Kendini beğenmişlik ve bariz hak arama, genel iyi hissetmenin kitlesel ve anonim takdire artan bağımlılığıyla evleniyor. “Sosyal medyadaki beğeniler bağımlılık yapar çünkü kimyasal madde almaya benzer şekilde beyninizi etkilerler. Beğeniler itibar kazanımını sembolize eder ve kendinizi sürekli olarak akranlarınızla kıyaslamanıza neden olur,’ diye yazıyor bağımlılık danışmanı Steve Rose. Sosyal medya platformlarındaki bu bağımlılık unsuru, başkalarıyla kıyaslama yapmayı düzensiz bir davranıştan ziyade alışkanlığa dönüştürüyor. Doğal olarak en çok yakınlarımızla kaynaştığımızda ve yaşam deneyimlerimizi paylaştığımızda kazançlı çıkarken, duygusal teşhircilik hem iç yaşamımızla ilgili mahrem bir şeyi alıp götürür hem de gerçek yoldaşlarımızla tamamen yabancılar arasındaki çizgiyi bulanıklaştırır. Paylaştığımız içeriğin popülerliğini başkalarınınkiyle kıyaslamak, odaklanma yetimizi ve insanlarla anlamlı, kalıcı ilişkiler kurma becerimizi zayıflatır.
Karşılaştırmalar ilham verebilir
Dolayısıyla sosyal karşılaştırmanın güçlü dezavantajları vardır, ancak hepsi de kötü değildir. Kendimizi başkalarıyla kıyaslarken bulduğumuzda paniğe kapılmamalıyız. Karşılaştırma yaparak, insanların zorlu durumlarda başarılı olma deneyimlerinden bilgi edinebiliriz. Onların deneyimleri, dünya ve dünyada yaşamanın iyi yolları hakkında faydalı içgörüler sunabilir. Ayrıca onların eylemlerinden ilham alabilir ve doğru olanı yapmak için ‘dürtüklenebiliriz’. Martin Luther King Jr., Malala Yousafzai, Serena Williams ve diğer liderler gibi örnek davranışlar sergileyen rol modellere ihtiyacımız var. Onlar bize zorlu koşullarda doğru olanı yaparak dünyada bir yerlere gelmenin mümkün olduğunu gösterebilirler. Arkadaşlarımıza ve aile üyelerimize daha yakından bakmak, ilişkiler, eğitim ve iş başarısı gibi hayatımızın pek çok alanında kendimizi daha iyi hale getirmenin yanı sıra geleceğimize veya bakmakla yükümlü olduğumuz kişilerin geleceğine yatırım yapmak için zaman ayırma konusunda da bize ilham verebilir. Yazarlar, araba tamircileri, esnaflar, avukatlar, komisyoncular, birilerinin işleri kendilerinden daha iyi yaptığını kabul ettiklerinde mesleklerinde ilerleyebilirler. Eksikliklerimizi tespit etmekten ve başkalarına sormaktan çekinmemeliyiz: “İşinizde bu kadar iyi olmanızın sırrı nedir?”
Yakınlık etkisi
Filozof David Hume, bireyselliğimizi arayışımızda sosyal karşılaştırmanın olumlu rolünü kabul eder. Doğal olarak kendimiz ve diğer insanlar arasında benzerlikler ve farklılıklar ararız. Bu bizi diğerlerinden ayırmaya yardımcı olur, ama aynı zamanda bir şekilde bize benzeyenlerle ilişkiler kurmamızı da sağlar. Benzerlerimizle olan bu yakınlık, onlarla Hume’un “sempati” olarak adlandırdığı özel bir bağ kurar.
Sosyal karşılaştırma, kendi kendimizi değerlendirmemizin ve başkalarını değerlendirmemizin arkasındaki mekanizmadır. Karşılaştırma kiminle takıldığımızı ve kimi önemsediğimizi etkiler. Hume ayrıca sosyal karşılaştırmanın duygularımızı nasıl etkilediğini de ortaya koyar. Hume’a göre mutluluk duygumuz nesnel belirteçlere (eğitim, başımızı sokacak bir ev, finansal istikrar) değil, bunların karşılaştırmalı değerine (Ivy League eğitimi ya da Maine’de tatil) bağlıdır. Uyumluluk, yardımseverlik ve adalet gibi toplumsal olarak şekillenen ahlak ilkelerinin değerini anlamamıza yardımcı olur. Sosyal karşılaştırma olmasaydı, eğitimimizi, yaşam standartlarımızı ve sosyal ilişkilerimizi geliştirerek durumumuzu daha iyi hale getirmek için motive olmazdık.
Karşılaştırma sıradanlığı normalleştiriyor mu?
Buna karşılık filozof Søren Kierkegaard, başkalarıyla kıyaslama yapmamızın bağımlılık yaratan doğasına işaret ederek, kıyaslama eğilimlerimize sert bir eleştiri getirir. Kierkegaard’dan bunun eninde sonunda ‘kişiyi bunalttığını’ ve hayatını zevklerin ve değerlerin tek tip sıradanlığı standardına tabi kıldığını öğreniyoruz. Sosyal karşılaştırmanın ne zaman devreye girdiğinin her zaman farkında olmamamız, onu kontrol altında tutmayı zorlaştırabilir.
Kierkegaard’ın sosyal karşılaştırma konusundaki eleştirel yaklaşımından yola çıkarak, en kötü tuzaklarından kaçınmanın dört yolunu belirleyebiliriz. İlk olarak, sosyal karşılaştırmanın nasıl işlediğini ve genel refahımız üzerindeki sonuçlarını anlamak çok önemlidir. Sosyal konumumuzu, şöhretimizi ve itibarımızı inşa etmek için diğer insanlara bakmak ve onların arzularını ve değerlerini taklit etmek, kendi psikolojik ihtiyaçlarımız için maliyetli bir stratejidir. Bizi Kierkegaard’ın deyimiyle ‘umutsuzluk’ içine hapsedecektir. Daha açık bir ifadeyle, umutsuzluk içinde olmak, başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü bilmeye yönelik endişeli bir merak ile diğer insanları mutlu eden şeyleri kaçırma korkusu arasında gidip gelmek anlamına gelir.
İkinci olarak, varoluşçu psikolojinin babası olarak Kierkegaard bizi kendi kendimizi gözlemlemeye davet eder. Sosyal karşılaştırma ile başa çıkmak için, kendinizi en çok karşılaştırma eğiliminde olduğunuz kişileri ve bu durum gerçekleştiğinde yaşadığınız duygu türlerini belirlemeye çalışın. Karşılaştırmalı davranışlarınızı analiz etmek, kalıpları belirlemenize ve daha derin duyguları ortaya çıkarmanıza yardımcı olacaktır. Bunlar düşük öz saygı, gelecekle ilgili umutsuzluk, can sıkıntısı ve hatta kendinden nefret etme gibi karşı karşıya olduğunuz sorunlar olabilir. Kierkegaard yetiştirilme tarzımızın yaşamlarımız üzerindeki etkisi konusunda gerçekçidir. Notlarınız ve başarılarınız ebeveynleriniz tarafından sürekli olarak diğer öğrencilerin veya kardeşlerinizin notlarıyla karşılaştırıldıysa, buna katlanmak zorunda kalmayanlara göre daha kötü bir durumda olabilirsiniz. Bu karşılaştırma kalıplarından bazıları içinize işlemiş olabilir ve bunları görmek için biraz çalışmak gerekebilir.
Başkalarını kıyaslamadan görebilmek
Üçüncü olarak, sosyal karşılaştırma eğilimlerimizle mücadele etmek için, her şeyden önce birey olduğumuzun farkına varmalıyız. Bunu başarmanın bir yolu, kendimizi gelecekte var olacak şekilde görselleştirmek ve arzu edilen durumlara ulaşmak için gereken somut adımları belirlemektir. Bu imgeler umutlarımızı ve değerlerimizi içerir ve Kierkegaard bunlar arasında ‘kendi olmayı’ birincil insani kaygı olarak görür. Dördüncü olarak Kierkegaard, diğer insanlara karşılaştırmalı olmayan bir tarzda bakmaya çalışmamız gerektiğini öne sürer. Felsefe profesörü John Lippitt, Kierkegaard için kendimize odaklanmak ve başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğünü düşünmek yerine, daha az içe ve daha çok dışa dönük olmamızın çok önemli olduğunu savunmaktadır. Bu da daha az kendimiz ve daha çok başkaları hakkında olmak anlamına gelir. Bu anlamda, diğer insanlar gibi olmak için çabalamamalı, aksine onları rekabetçi bir gündem olmadan kabul etmeliyiz. Önereceğim son şey ise öz-şefkattir. Kendinize karşı nazik olun, sınırlarınızı anlayın ve fark ettiğinizde kendinizi affedin: ‘Tüh, yine yaptım.”
Bu yazı ilk kez 18 Şubat 2025’te yayımlanmıştır.
