Tasavvuf, tarikat ve cemaat Türkiye’de ne söylesek de yanlış anlaşılmasak diyebileceğimiz üç çetrefilli kavram. Bu kavramlar üzerine konuşmak mayın tarlasında yol almak kadar zor. Nedeni, bu kavramların anlaşılmaz olması değil aksine bu kavramlar etrafında oluşan “cemaatlerin” bizatihi kendilerinin uzlaşmaz diyalektiği.
Türkiye’de ister cemaatlere karşı olanlar ister onu savunanlar olsun, ortak bir kamusal alan düşünmeden, kendi konumlarını savunmak üzere gardlarını alıyorlar. Ya ‘cemaatler kökten kaldırılsın’ ya da ‘cemaat ve tarikatlar tanınsın’ taraflarından birini seçiyorlar. Biraz da yaşadığımız 15 Temmuz gibi ağır bir travma sonrası bir kısmımız bu alanı çok fazla da konuşmak istemiyor. Diğer kısmımız da bu travmayı kestirme biçimde ‘ama onlar kötüydü, bunlar onlara benzemiyor’ şeklinde bir yaklaşımla atlatmaya çalışıyor. Üçüncü bir yol olarak ‘nedir bunlar, neden varlar ve bunlarla birlikte demokratik bir kültür inşa edemez miyiz?’ sorusunu sormak pek tercih edilmiyor.
Yaşadığımız yankı odalarının konforunda maalesef sosyolojik düşünmeyi epeydir terk ettik. Sosyolojik düşünmenin ilk kuralı Zygmunt Bauman ifadesiyle sağduyudur. Sağduyu, sosyal olguları bağlamına yerleştirerek anlamaya çalışmaktır. Bu yüzden de, öncelikle, bu günkü cemaat ve tarikat gruplaşmalarını Osmanlı’nın tasavvuf, tarikat ve tekkeleri ile aynileştirmek ya da onlardan tamamen ayırma yanlışlığına düşmemeliyiz. Nasıl ‘aile’ toplumların çok köklü bir kurumu ise ve dünün aile yapısı ile bugünün aile yapısı arasında farklar varsa, bu yapılar için de durum benzerdir; bunlar hem geçmişten gelir hem de bugüne aittirler. Ama bize düşen, onları bugünün bağlamında anlamaya çalışmaktır.
Cemaatler neden ve nasıl varlıklarını sürdürüyor?
Neden kaybolmuyorlar? Çünkü insana aitler ve insan bir makine gibi kodlanabilecek bir varlık değil. İnsan hayatın anlamına ilişkin sorular sorar. Mistik ve metafizik olana karşı her zaman merak içindedir. Dinin tamamen ortadan kalkacağını düşünen pozitivist aydınlanmacı düşünürlerin hayali tek boyutlu bir insana aitti. Bu tezin artık gündemden kalktığını biliyoruz.
İkincisi de, din tamamen bireysel ve vicdani bir mesele değil. Dinin birçok boyutu, toplu ibadet gibi, bir arada olmayı teşvik ediyor.
Üçüncüsü de, insan sosyal bir varlık. Yalnızlığı sevmiyoruz, kendi hemşerilerimizi arayıp buluyoruz, kendi hemcinslerimizle yaşıtlarımızla takılıyoruz. Kendi ideolojimize, inancımıza ait olanlarla bir arada bulunmayı tercih ediyoruz. Kentleşme karşısında yalnızlaşan birey cemaatlere sığınıyor. Sosyal psikolog Alexandra Stein, “korktuğumuzda, sadece korkudan kaçmayız, güvenli bir sığınağa, “birine…” koşarız, der. Yalnızlık korku vericidir, bazıları için o “biri” bir cemaat, bir grup olabilir. Hatta artık sanal cemaatlerimiz var. Dolayısıyla cemaat olgusu din olsa olmasa da bir gerçek, bundan ne kaçabiliriz ne bunu görmezden gelebiliriz.
Cemaatler değişti mi?
Ama bunlar bildiğimiz eski cemaatler değiller. Ne bekliyorduk ki! 18. yüzyılda Osmanlı’da, İstanbul’da tekkelerdeki gibi ya da kırsalda bir köyde Yunus Emre’nin odun çektiği Taptuk Emre’nin dergâhı gibi mi olmalıydılar? Elbette olamazlar; hem çağ hem zemin hem de insan değişti.
Bugünün cemaatlerini var eden ilişkiler ağı ile dünün cemaat ve tarikatlarını var eden ilişkiler ağı farklı olduğu için bugünküler başka işlere yönelmek zorundalar. Çoğu kez cemaatlerin değişime ayak uydurması, ticaret, medya, eğitim araçlarına sahip olması bir yozlaşma olarak görülür. Kıyaslanırken de geçmişte cemaatlerin vakıf türü daha dar sermayeli küçük örgütlenmeler olduğu söylenir. Doğrudur, 18. yüzyıldaki dinî cemaat ve tarikatlar çok farklıydı. Fakat bu farklılaşma, bugün dinî cemaatlerin yozlaşması mı yoksa modernleşmesi olarak mı okunmalı?
Modernleşme, bazı kesimlerde, daha çok Batılılaşma ve yozlaşma olarak algılanır. Oysa modernleşme geleneksel dediğimiz siyasi ve sosyal yapıların çözülmesi ve yeni bir biçim alması anlamına gelir. Her şey değişirken dinî cemaatlerin bu değişime uyum sağalamamasını düşünmek imkânsızdır. Dolayısıyla nasıl ekonomik yapı değişiyorsa aslında dinî cemaatlerin sosyal pazarı da değişiyor. Daha rekabetçi bir pazar var ve cemaatler bu pazarda var olabilmek için rekabetin getirdiği şartlara karşı yeni araçlar bulmak zorundalar.
Düşünün, Taliban 1994’te iktidara geldiğinde resim çektirmeyi yasaklamıştı, bugün en sevdikleri şey, ellerindeki akıllı telefonlarla çektikleri fotoğrafları sürekli medyaya servis etmek. Ünlü din sosyoloğu Peter Berger’in dediği gibi; herhangi bir din veya bir dinî kurum kendini pazarda tutunabilecek şekilde teşkilatlandırmak durumundadır. Dolayısıyla Türkiye modernleştikçe cemaatler de buna ayak uyduruyorlar. Medyadan tutun da ticarete kadar her alanda var olma çabaları aslında biraz da bu modernleşmenin bir sonucu. Çünkü pazar, ürünlerinizi çeşitlendirmenizi zorunlu kılıyor.
Cemaatlere kimler gidiyor?
Türkiye’de aydınlanmacı sol cenah cemaatleri genelde “geri”, “cahil” kesimlerin sömürüsü olarak görür. Buna karşılık İslamcı ve Türkçü kesimlerin içindeki bir kısım da bu yapıları “birey olmamış kitlelerin hurafelere” olan eğilimi ile açıklar.
Oysa cemaatlerin müritleri arasında oldukça okumuş, entelektüel kişiler yer alır. Bu dün de böyleydi, bugün de aynı. Hem bizde hem de Batı’da dinî cemaat ve tarikatlara ilgi en fazla okumuş, mühendis, tıp eğitimi gibi pozitif disiplinlerde yetişenlerden oluşur. Söz gelimi 2019’da ölen İskender Evrenesoğlu’nun hem kendisi hem de müritlerinin büyük çoğunluğu iyi eğitimlidir. Netflix’te Vahşi Kırlar (Wild Wild Country) adıyla bir belgesele konu olan seks ve adam öldürme skandallarıyla bilinen OSHO’nun müritleri arasında çok sayıda tanınmış okumuş çocuklar vardır. Sanırım, FETÖ’yü hatırlatmama bile gerek yok.
Bu yüzden cemaatleri ve dinî kült grupları ya da tarikatları “cahil” ya da “hurafe” parantezine almak, ideolojik bir bakış olup, sosyolojik asla değildir. Duymak istemeseniz de, özellikle okumuş insanların yalnızlığı ve krizi daha derin olur ve bu tür insanlar, dinî cemaatlere ve kült gruplara daha fazla katılırlar.
Bununla birlikte, elbette hem sınıfsal hem de eğitim olarak her kesime hitap eden dinî gruplar ve cemaatler de yok değildir. Cemaatlerin en büyük özelliği, sınıfsal ve eğitim olarak toplumsal katmanları yatay eksende kuşatabilmeleridir.
Türkiye’de cemaatler güçlü mü?
Türkiye’deki cemaatlerin nasıl bir güce sahip olduğu ise elbette merak konusu.
Güç değişken bir kavram; sosyolojik taban ve etkiledikleri insan sayısı kastediliyorsa yapılan saha çalışmaları1 özellikle 15 Temmuz ile birlikte bu yapıların ciddi bir kaynak sorunu yaşadıklarını söyleyebilirim.
Cemaatlere karşı olan, ‘cemaat okullarına çocuğumu göndermem’ diyen, cemaatlerin siyaset ile ilişkisine karşı olan çok fazla seçmen var. Cemaatler konsolide yapılar oldukları için, grup içi yardımlaşmaları çok güçlü olduğu için sahip oldukları sosyal tabandan daha fazla etkiye sahipler. Fakat bu eskisi kadar toplum katmanlarında yaygın oldukları anlamına gelmiyor.
Türkiye’de artan sekülerlik ve sosyal medyada sürekli gündeme gelen olumsuz dinî temsil örnekleri dinî grupları daha da zayıflatıyor. Yalnız bu küçülme ve geri çekilme, cemaatlerin ve dinî grupların yok olacağı anlamına gelmiyor. Aksine dinî olmayan benim daha çok dinimsi dediğim karizmatik kült liderlere bağlı, kült inançlar etrafında sıkılaşan bir inanca tutunmuş yapılar çoğalıyor.
Dinî cemaatler küçülürken maneviyatçı dediğimiz, kişisel gelişim ve toplu kurtuluş vaat eden, kozmik inançlara sahip gruplar türüyor. Dijital çağ kendi cemaatlerini ve dinlerini oluşturuyor.
Buna karşılık geleneksel yapılar da bu yeni duruma ayak uyduracak ve kendilerini yenileyeceklerdir. Dolayısıyla kimse cemaat ve dini gruplaşmalar bitiyor diye beklemesin.
Devlet cemaatler konusunda ne yapmalı?
Devlet cemaatleri tanımalı mı?
Tanıyıp tanımamak sosyolojinin işi değil, hukuki bir mesele. Biz ancak devletin bu yapılar ile ilişkisini anlamaya çalışabiliriz. Türkiye’de bu ilişki hep ‘ya sev ya terk et’ düzeyinde oldu.
Sol iktidarlar ‘onları gözümüz görmesin, ne yaparsanız yapın’ derken, sağ iktidarlar ‘bizim çocuklar’ diye bağrına bastı. Çoğu kez de siyaset, bu grupları sadece oy potansiyeli olarak gördü.
Osmanlı aslında bu yapıları çok daha iyi anlıyordu ve yönetme arzusundaydı. 18. yüzyıldan itibaren hem ıslah çabaları hem de Meclis-i Meşâyıh2 gibi denetim çabaları bunun bir göstergesidir. Cumhuriyet dönemi ise kapatma; görmezden gelme ve var ama yok gibi yapma sürecidir. Bu nedenle, her 20-30 yılda bir bu meseleyi tekrar tekrar konuşmak istemiyorsak kamusal akla sosyolojik düşünmeyi öğretmemiz lazım. Yoksa kamusal akıl sosyal olgu ve olayları yönetmekte hep aciz kalıyor hatta sürekli kandırılma gibi bir güvenlik tehdidi ile karşılaşıyor.
Nasıl bir çözüm olabilir?
Neyi kastediyorum? Aslında çok basit, bu yapılara tüzel kişilik verilmeli ve kurumsal muhataplıklar kurulmalıdır. ‘Ama bunlar kanunla kapatıldı’ itirazını duyar gibiyim. Kapatılan yapılar geçmişin yapılarıydı. Bu yapılar, modern yapılar olduklarına göre bugünün şartlarında onlara “Din ve İnanç Toplulukları Dernekleri ve Vakıfları” gibi bir hüviyet verilebilir. Hatta buna Alevi-Bektaşi vatandaşlarımızın cemevi talepleri de dâhil edilebilir. Vakıf ve Dernekler Kanununda yapılacak değişikliklerle bu yapılar tüzel kişilik içinde faaliyetlerine göre de pedagojik, finansal ve idari denetime tabi tutulabilirler.
Burada “inanç” kelimesi tasavvufi yapıları olduğu kadar modern maneviyatçı yapıları da içerdiğinden onların da denetimi sağlanmış olur. Devlet belirli bir inanç dayatmadan, tüm topluluklara eşit ve adil biçimde hizmet verir. Onları teolojik denetime tabi tutmaz. Teolojik denetim derken Diyanet’in bu gruplarda üretilen içerikle ilgili hiçbir görüşü olmaz mı sorusu sorulabilir. Diyanet’in olmasa bile Din İşleri Yüksek Kurulu (DİYK) üyelerinin, kurulda tartışarak görüş bildirme yetkisi düşünülebilir. Hani biri Kur’an’da ve Hz. Peygamber’den bize gelen sahih bilgilerde yer almayan “çocuğuna Türkçe isim koyarsa cennetten en son çıkar” gibi bir zırvayı din diye anlattığında DİYK çıkıp “saçmalama” deme hakkını kullansa fena olmaz. Buna karşılık bunun sınırları belli olmalıdır.
Bununla birlikte teolojik denetimden daha önemli olan, bu kurumların yaptıkları, kuruluş amaçlarında yer alan faaliyetleri ile genç ve yetişkinlere yönelik eğitim faaliyetlerini pedagojik ve psikolojik sağlık açısından denetime tabi tutmaktır. İnsan eğiten her kurum için gerekli olan bu denetimler, çocuklarımızın ve gençlerimizin kişisel gelişim ve ruh sağlığını önemseyen her devletin dikkate alması gereken hususlardır. Türkiye’de eğitimin yalnızca müfredat ve fiziki yapı olarak görülmesinden vazgeçilmelidir.
Bir diğer önemli konu da şu; Devlet ile bu kurumlar arasında bir sözleşme yapılabilir ve onlardan temel insan haklarına ve yasalara uygun faaliyette bulunmaları istenir.
Kısacası, devlet kamusal alanı, kimsenin inancı, etnik aidiyeti, kimliği, cinsiyeti nedeniyle dışlanmadığı, herkesin eşit biçimde var olduğu bir alan olarak tasarlar ve yönetir ya da sorunları halının altına süpürmeye devam eder.
Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Bu yazı ilk kez 31 Ocak 2022’de yayımlanmıştır.
- https://t24.com.tr/haber/optimar-arastirma-cocuklarini-cemaat-okuluna-gondermek-istemeyenlerin-orani-yuzde-77,891060 – https://t24.com.tr/haber/metro-poll-un-kurucusu-ozer-sencar-halkimizin-yuzde-7-si-cemaat-ve-tarikat-yurtlarina-caresiz-kalirsam-cocugumu-verebilirim-diyor,1007347
- https://islamansiklopedisi.org.tr/meclis-i-mesayih