Covid 19 ve komplo teorileri: Kimler komplo teorilerine inanıyor?

Koronavirüsle birlikte ortaya çıkan komplo teorilerine en çok kimler, neden inandı? Toplumdaki güven duygusunun azlığının maliyeti ne? Komplo teorilerinin konforunun altında ne var? Sosyolog Prof. Veysel Bozkurt araştırmasının sonuçlarını yazdı.

Çin’de ortaya çıkan ve adına Covid-19 denilen hastalığa yol açan yeni bir virüsün yaptıklarını önce bir film gibi izledik. Medyada bazı analistlerin, Çin’in yaşadığı kriz sonrasında üretimin Türkiye gibi ülkelere kayacağı yönündeki öngörülerini okuduk. Sanki birileri içten içe sevinir gibiydi. Sonra virüs Avrupa’ya geldi. İtalya’da yaşananları gördüğümüzde, bu virüsün bizi etkilemeyeceğini söyleyen bilim insanları ortaya çıktı. Çünkü bizim gen yapımız bu virüse karşı dayanıklıydı. Sonrasında sosyal medyada üstten bir dille temizlik alışkanlığımızın bizleri virüse karşı koruduğunu yazan epeyce paylaşım okuduk. Her konuda yorumlarıyla meşhur medyanın gediklisi popüler akademisyenlerin virüse karşı kelle-paça önerilerini ve bu virüsün fazla abartıldığı şeklindeki yorumlarını da dinledik.

Virüsün nasıl ortaya çıktığını açıklamada eski alışkanlıklarımız devreye girdi. Bunu gizli güçlerin bir oyunu olarak değerlendirdik. Kurduğu vakfın faaliyetlerini salgınların önlenmesi çalışmalarına yönlendiren Bill Gates’in virüslerin yaratabileceği felaketi 5 yıl önce dile getiren konuşmasını “Yapan bilir” diyerek yorumladık. Gates gibi isimlerin dünyada “dijital toplumu” kurmak için bu virüsü yaydıklarını okuduk. Kimileri de doğrudan bize yönelik bir komplo olarak değerlendirdiler.

Sosyolojinin en temel prensibi

Pek çok ülkede virüsün laboratuvarda üretildiğini iddia edenler çıktı. Bazıları bunu gizli güçlerin komplosu olarak yorumladı. Her komplo yazarı hitap ettiği kitleyi nereye yönlendirmek istiyorsa düşmanını ona göre seçti. Malum sorun büyüktü ve biriken gerilimi bir yere yönlendirmek gerekiyordu. Sosyolojinin en temel prensibi işliyordu: Grup dışındaki tehdit büyüdüğünde grup kendi içinde daha çok kenetlenir ve kendi aralarındaki ihtilafları unuturdu.

Nitekim yakın zamanda ABD Başkanı Donald Trump ve bazı danışmanları, Covid-19’u Çin’in dünyaya bir laboratuvar vasıtasıyla kasıtlı olarak yaydığını iddia etti. Yine Trump’ın bir başka danışmanı da bu virüsü Bill Gates’in insanları takip etmek amacıyla çip takmanın teşviki için yaymış olabileceğini öne sürdü. Komplo teorilerinin geçmişte de yaygın kabul gördüğü ABD’de Covid-19 sonrasında bu teoriler en üst düzeyde dile getirilir hale geldi. Covid-19 konusunda Çin’i suçlayan Avrupalı liderler de oldu.

Birçok ülkede olduğu gibi bizde de komplo teorileri öteden beri yaygın bir ilgi görür. Özellikle 1990’lı yılların karanlık günlerinde, hemen hemen her taşın arkasında “İslamcı teröristleri” gösteren komplo teorilerini sıkça dinlerdik. Sonrasında da bu teorilere ilgi azalmadı. Komplo teorilerinin gizemli kötü adamları zaman içinde değişse de, insanlar açıklayamadıkları konularda bu teorilere başvurmaya ve teorisyenleri de tam zamanlı çalışmaya devam etti.

Derler ki, “Paranoyak olman izlenmediğin anlamına gelmez”. Bu yazının amacı, dünyada komplonun olmadığını ispatlamak değil ya da “virüs kesinlikle doğal yollarla ortaya çıktı bunun aksini söyleyenler yanılıyorlar” iddiasını da savunmuyor. Başrolünü Mel Gibson’ın oynağı Komplo Teorisi filminin bir yerinde “En iyi komplo ispat edilemeyen komplodur” gibi çarpıcı bir ifade geçer. Eğer bu doğruysa, sosyal bilimlerin mevcut yöntemleri içinde düşünmeye alışmış bir akademisyenin bunların varlığı ya da yokluğu konusunda söyleyebileceği fazla bir söz yoktur.

Komplo teorileri ve güven arasındaki ilişki ne?

Diğer taraftan komplo teorileri sosyal bilimcilerin ciddiye alabileceği kadar önemli bir konudur. Hemen hemen herkesin hayatının bir döneminde inandığı komplo teorileri olmuştur. Bu durum iyi bir eğitim alma şansı olmayanlar için de iyi eğitimli bir yazar için de geçerlidir. Zekice yazılmış komplo teorileri birçok kişi için her zaman çekici olmuştur. Hayatımın bir döneminde ben de bu teorilerin bazılarını inanarak okudum. Ancak okuduklarını eleştirel bir düşüncenin süzgecinden geçirerek analiz etme alışkanlığına sahip olanların bunların içindeki tutarsızlıkları fark etmeleri çok sürmez.

Toplumu birbirine bağlayan güven duygusu bir ülkede ne kadar zayıfsa, o ülkede komplo teorilerine ilgi o kadar yüksek olur.

Komplo teorileri kendi içinde inanılmaz bir çeşitliliği barındırır. Ortaya atılan bir teori işlemediği zaman, bu kez de onun da üstünde çok daha büyük bir güce durum havale edilir. Toplumu birbirine bağlayan güven duygusu bir ülkede ne kadar zayıfsa, o ülkede komplo teorilerine ilgi o kadar yüksek olur. Nitekim 1989’den itibaren Türkiye’de de yapılan Dünya Değerler Araştırması Türkiye’nin dünyada güven duygusunun en düşük ülkelerden birisi olduğunu ortaya koyuyor.

Data ne söylüyor?

Covid-19 salgını sonrasında İnternet üzerinden 5300 kişiyi kapsayan bir araştırma yaptık. Katılımcıların yaklaşık yüzde 93’ü üniversite ve üzeri eğitime sahipti (öğrenciler dâhil). Nitekim bu araştırmada da durum değişmedi. Katılımcıların yüzde 82’si insanların çoğunluğunun genelde güvenilir olmadığını, yüzde 70’i de insanların kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmediklerini ifade ediyorlardı.

Güven duygusuyla insanların komplo teorilerine inanmaları arasında da güçlü bir ilişki vardı. Yine anketi cevaplayanların yüzde 41’i Covid-19’un laboratuvarda üretildiğini, yüzde 28’i aşısının bulunduğunu ancak gizleniyor olabileceğini, yüzde 34’ü de büyük güçlerin komplosu olduğunu iddia ediyordu. Data, güven duygusu geriledikçe komplo teorilerine inancın arttığını da gösteriyor.

Hayata dair varoluşsal kaygıların artışı insanların serinkanlı/analitik düşünme becerilerini zayıflatır. Nitekim belirsizlikten korkan aşırı kaygı halindeki insanların, falcılara ya da büyücülere diğerlerine göre daha çok müracaat ettiğini gündelik hayatımızda sıkça görürüz. Benzer durum komplo teorilerine inanç konusunda da etkisini gösteriyor.

Nitekim “hayatım üzerinde kontrol duygumu kaybettim, uyku kalitem bozuldu, sürekli virüs kapma ya da ölüm korkusu yaşıyorum, daha çabuk öfkelenir hale geldim, sürekli yorgunluk ve bitkinlik hissi içindeyim, kendimi hapsedilmiş gibi çaresiz hissediyorum, yalnızlık duygum arttı ve kendimi değersiz hissediyorum” diyenler arasında komplo teorilerine inancın arttığını gözlemliyoruz. Bir diğer ifadeyle data özgüven sorunu olan, hayatın zorluklarıyla yüzleşmekten çekinen insanlar arasında daha çok kabul gördüğünü ortaya koyuyor.

Artan kaygılar insanları sadece komplo teorilerine inanmaya daha yatkın hale getirmiyor; aynı zamanda ötekine karşı çok daha mesafeli ve güvenliği için mahremiyetinden daha kolay vazgeçebilir hale de getiriyor. Örneğin hastaların izlenmesinde çip takmaya daha olumlu bakıyorlar.

Her insanın belirli dönemlerde de olsa bazı teorilere inandığını daha önce belirttik. Ancak başka ülkelerde örneklerini gördüğümüz üzere, bazı demografik özelliklere sahip insanlar komplo teorilerine daha çok inanıyor. Virüsü büyük güçlerin komplosu olarak görenlerin oranı ortaöğretim ve altında yüzde 42’den lisansüstü öğretimde yüzde 25’e geriliyor.

Analitik düşünceyi teşvik eden iyi bir eğitim, komplo teorilerine yönelik mesafeyi her zaman artırır. Ancak değerlendirme yaparken yüksek lisans ve üzerinde eğitime sahip her dört kişiden birinin de bu salgını büyük güçlerinin komplosu olarak değerlendirdiğini aklımızda tutmakta fayda var.

Komplo teorilerine inanmak mı bilime güvenmek mi?

Komplo teorilerine inanç ile bilime güven arasında negatif bir ilişki var. Bilim bize sistematik sorular sormayı ve sorgulamayı öğütler. İyi bir bilim metodolojisi eğitimi eleştirel/analitik düşünme becerisi kazandırır. Komplocu düşünce ise bilimsel düşüncenin tam karşısında yer alır. Bir tür büyüsel bir düşüncedir. Delil aramaz ya da delil olarak gösterilenlerin geçerliliğini sorgulamaz. Bazı doğruların arasına yerleştirilmiş bilgileri aşırı bir genellemeye tabi tutar. Oysa bilimde datanız ve bunların geçerliliği ölçüsünde kısmi genellemelere gidersiniz ve bunların her zaman yanlışlanabileceğini aklınızda tutarsınız.

Komplo teorileri bilimden farklı olarak büyük ölçüde spekülatif düşünceye dayanır. Belirsizlikten korkan insanlara basitleştirilmiş çözümler sunar. Muhatabında karmaşık sorunları kolayca anladığı duygusu uyandırır. Hatta başkalarının haberdar olmadığı gizli bilgileri öğrendiği için, içten içe bir üstünlük duygusu da hissettirdiği sıkça dile getirilir.

İnsanın uzun yıllarını alan, çetrefil peer-review süreçlerinden geçtikten sonra kabul gören bilim insanlarının görüşleri, hiçbir zaman insanda ‘tamam ben oldum’ duygusu uyandırmaz. Tam aksine her keşfettiğiniz şey, yeni sorular ve belirsizlikleri beraberinde getirir. Bu da çok az insanın katlanabileceği bir şeydir. Bu sebeple ortalama insan için komplo teorileri her zaman yoğun bir zihin emeği harcamayı gerektiren bilimsel teorilerden çok daha çekici olmuştur.

Bu araştırmada da salgın sonrası bilime güven ile komplo teorilerine inanç arasında negatif bir ilişkinin varlığı ortaya çıkmıştır. Anketi cevaplayanlar arasında “Covid-19 salgını sonrasında bilime güven duygum arttı” diyenlerin komplo teorilerine daha az itibar ettikleri görülüyor.

Komplo teorileri, yaşam tatmini ve sosyal sermaye ilişkisi

Data, komplo teorileri ile yaşam tatmini ve sosyal sermaye arasında bir ilişkinin varlığını da ortaya koyuyor. Sosyal sermaye ve yaşam tatmini geriledikçe, komplo teorilerine inanç güç kazanıyor. Bu ilişkinin varlığı daha detaylı bir analizi gerektirir. Çünkü komplo teorilerine inananların çoğunluğu aynı zamanda düşük eğitimli ve düşük gelirli insanlardan oluşuyor.

Biz insanlar yaradılış itibarıyla hayatta kalmaya programlı varlıklarız. Bu sebeple zihnimiz sürekli etrafımızdaki tehlikeleri tarar. Kalabalık bir caddede yanımızdan geçen binlerce insana dikkat etmezken, kavga eden iki kişi gördüğümüzde onlara odaklanmadan geçemeyiz. Bugüne kadar hayatta kalmamız biraz da zihnimizin sürekli potansiyel tehlikeleri taramaları sayesinde olmuştur.

Kriz durumlarında insanlar serinkanlı/analitik düşünme becerilerini kaybederler. Hayatta kalma güdüleri devreye girer. Nitekim salgın sonrasında insanların bir tür büyüsel düşünce olan komplo teorilerine ilgisinin arttığını görüyoruz. Son dönemde sosyal medyada ünlü kâhin Nostradamus’un yeniden ilgi görmesi tesadüf olmasa gerek. Yapılan beğeni ve paylaşımlardan da seküler ya da muhafazakâr fark etmeksizin bu tarz yorumların ne derece ilgi gördüğünü anlamak mümkün.

Diğer taraftan biz insanlar en çok belirsizlikten korkarız. Çözemediğimiz karmaşık sorunlarla karşılaştığımızda, içine düştüğümüz belirsizliği ortadan kaldıracak basitleştirilmiş çözümler ararız. Komplo teorileri işte aradığımız bu basitliği sağlar. Teorinin basitliği, düşünerek fazla enerji harcamak isteyemeyen, güçsüz ve güvensizlik içinde kıvranan insan için kısmi bir rahatlık yaratır.

Komplo teorilerine kimler daha çok inanıyor?

Diğer taraftan başka ülkelerde olduğu gibi bazı demografik özelliklerle komplo teorilerine inanç arasında da bir ilişki vardır. Düşük eğitim yanında düşük gelirli gruplar arasında komplo teorilerinin çok daha fazla ilgi gördüğü literatürde sıkça dile getirilir. Data bu ilişkiyi doğrular. Örneğin en yüksek gelir grubundakilerin 27’si Covid-19’u bir komplo olarak görürken bu oran en alt gelir grubunda yüzde 44’e yükseliyor. Bunun yanında kadınlar (özellikle de ev kadınları), 24 yaş altı gençler ve işsizler komplo teorilerine çok daha fazla inanıyor. Dini inanç ve ideolojik görüş komplo teorilerine bakışı büyük ölçüde etkiliyor. Kişi kendi varlığının ne derece tehlikede olduğunu hissediyorsa komplo teorilerini o derece inandırıcı buluyor.

Özetle ifade etmek gerekirse, insanların varoluş kaygılarından beslenen komplo teorileri, mevcut kaygıları azaltmak yerine çok daha artırıyor. Bilim insanlarının ortaya attığı teorilerin karmaşıklığı, kesinlikten uzaklığı; gizemli, fantastik, aşırı basitleştirilmiş, hayatta kalma güdülerinden beslenen komplo teorilerini çok daha cazip hale getiriyor. Komplo teorileri ne kadar tutarsız olsa da geniş kitleler tarafından benimsendiği müddetçe sosyal bilimciler içinde araştırılması gereken konulardan birisi olmaya devam edecek. Yaşadığımız salgın sonrası belki çok şey değişecek ancak komplo teorilerine ilginin ve inancın zayıflama ihtimali çok yüksek değil.

Nihayetinde hepimizin içinde bir ses “yalan da olsa sevdiğini söyle” diyor.

Twitter: @vbozkurt55

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

Veysel Bozkurt
Veysel Bozkurt
Prof. Veysel Bozkurt - İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi. Çalışma ve Endüstri Sosyolojisi, Tutum ve Değerler, Sosyal Medya, Küreselleşme ve Araştırma Yöntemleri üzerine çalışmalarını yürütüyor. “Endüstriyel ve Post-Endüstriyel Dönüşüm”, “Değişen Dünyada Sosyoloji”, “Avrupa Birliği ve Türkiye” kitaplarının yazarı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Covid 19 ve komplo teorileri: Kimler komplo teorilerine inanıyor?

Koronavirüsle birlikte ortaya çıkan komplo teorilerine en çok kimler, neden inandı? Toplumdaki güven duygusunun azlığının maliyeti ne? Komplo teorilerinin konforunun altında ne var? Sosyolog Prof. Veysel Bozkurt araştırmasının sonuçlarını yazdı.

Çin’de ortaya çıkan ve adına Covid-19 denilen hastalığa yol açan yeni bir virüsün yaptıklarını önce bir film gibi izledik. Medyada bazı analistlerin, Çin’in yaşadığı kriz sonrasında üretimin Türkiye gibi ülkelere kayacağı yönündeki öngörülerini okuduk. Sanki birileri içten içe sevinir gibiydi. Sonra virüs Avrupa’ya geldi. İtalya’da yaşananları gördüğümüzde, bu virüsün bizi etkilemeyeceğini söyleyen bilim insanları ortaya çıktı. Çünkü bizim gen yapımız bu virüse karşı dayanıklıydı. Sonrasında sosyal medyada üstten bir dille temizlik alışkanlığımızın bizleri virüse karşı koruduğunu yazan epeyce paylaşım okuduk. Her konuda yorumlarıyla meşhur medyanın gediklisi popüler akademisyenlerin virüse karşı kelle-paça önerilerini ve bu virüsün fazla abartıldığı şeklindeki yorumlarını da dinledik.

Virüsün nasıl ortaya çıktığını açıklamada eski alışkanlıklarımız devreye girdi. Bunu gizli güçlerin bir oyunu olarak değerlendirdik. Kurduğu vakfın faaliyetlerini salgınların önlenmesi çalışmalarına yönlendiren Bill Gates’in virüslerin yaratabileceği felaketi 5 yıl önce dile getiren konuşmasını “Yapan bilir” diyerek yorumladık. Gates gibi isimlerin dünyada “dijital toplumu” kurmak için bu virüsü yaydıklarını okuduk. Kimileri de doğrudan bize yönelik bir komplo olarak değerlendirdiler.

Sosyolojinin en temel prensibi

Pek çok ülkede virüsün laboratuvarda üretildiğini iddia edenler çıktı. Bazıları bunu gizli güçlerin komplosu olarak yorumladı. Her komplo yazarı hitap ettiği kitleyi nereye yönlendirmek istiyorsa düşmanını ona göre seçti. Malum sorun büyüktü ve biriken gerilimi bir yere yönlendirmek gerekiyordu. Sosyolojinin en temel prensibi işliyordu: Grup dışındaki tehdit büyüdüğünde grup kendi içinde daha çok kenetlenir ve kendi aralarındaki ihtilafları unuturdu.

Nitekim yakın zamanda ABD Başkanı Donald Trump ve bazı danışmanları, Covid-19’u Çin’in dünyaya bir laboratuvar vasıtasıyla kasıtlı olarak yaydığını iddia etti. Yine Trump’ın bir başka danışmanı da bu virüsü Bill Gates’in insanları takip etmek amacıyla çip takmanın teşviki için yaymış olabileceğini öne sürdü. Komplo teorilerinin geçmişte de yaygın kabul gördüğü ABD’de Covid-19 sonrasında bu teoriler en üst düzeyde dile getirilir hale geldi. Covid-19 konusunda Çin’i suçlayan Avrupalı liderler de oldu.

Birçok ülkede olduğu gibi bizde de komplo teorileri öteden beri yaygın bir ilgi görür. Özellikle 1990’lı yılların karanlık günlerinde, hemen hemen her taşın arkasında “İslamcı teröristleri” gösteren komplo teorilerini sıkça dinlerdik. Sonrasında da bu teorilere ilgi azalmadı. Komplo teorilerinin gizemli kötü adamları zaman içinde değişse de, insanlar açıklayamadıkları konularda bu teorilere başvurmaya ve teorisyenleri de tam zamanlı çalışmaya devam etti.

Derler ki, “Paranoyak olman izlenmediğin anlamına gelmez”. Bu yazının amacı, dünyada komplonun olmadığını ispatlamak değil ya da “virüs kesinlikle doğal yollarla ortaya çıktı bunun aksini söyleyenler yanılıyorlar” iddiasını da savunmuyor. Başrolünü Mel Gibson’ın oynağı Komplo Teorisi filminin bir yerinde “En iyi komplo ispat edilemeyen komplodur” gibi çarpıcı bir ifade geçer. Eğer bu doğruysa, sosyal bilimlerin mevcut yöntemleri içinde düşünmeye alışmış bir akademisyenin bunların varlığı ya da yokluğu konusunda söyleyebileceği fazla bir söz yoktur.

Komplo teorileri ve güven arasındaki ilişki ne?

Diğer taraftan komplo teorileri sosyal bilimcilerin ciddiye alabileceği kadar önemli bir konudur. Hemen hemen herkesin hayatının bir döneminde inandığı komplo teorileri olmuştur. Bu durum iyi bir eğitim alma şansı olmayanlar için de iyi eğitimli bir yazar için de geçerlidir. Zekice yazılmış komplo teorileri birçok kişi için her zaman çekici olmuştur. Hayatımın bir döneminde ben de bu teorilerin bazılarını inanarak okudum. Ancak okuduklarını eleştirel bir düşüncenin süzgecinden geçirerek analiz etme alışkanlığına sahip olanların bunların içindeki tutarsızlıkları fark etmeleri çok sürmez.

Toplumu birbirine bağlayan güven duygusu bir ülkede ne kadar zayıfsa, o ülkede komplo teorilerine ilgi o kadar yüksek olur.

Komplo teorileri kendi içinde inanılmaz bir çeşitliliği barındırır. Ortaya atılan bir teori işlemediği zaman, bu kez de onun da üstünde çok daha büyük bir güce durum havale edilir. Toplumu birbirine bağlayan güven duygusu bir ülkede ne kadar zayıfsa, o ülkede komplo teorilerine ilgi o kadar yüksek olur. Nitekim 1989’den itibaren Türkiye’de de yapılan Dünya Değerler Araştırması Türkiye’nin dünyada güven duygusunun en düşük ülkelerden birisi olduğunu ortaya koyuyor.

Data ne söylüyor?

Covid-19 salgını sonrasında İnternet üzerinden 5300 kişiyi kapsayan bir araştırma yaptık. Katılımcıların yaklaşık yüzde 93’ü üniversite ve üzeri eğitime sahipti (öğrenciler dâhil). Nitekim bu araştırmada da durum değişmedi. Katılımcıların yüzde 82’si insanların çoğunluğunun genelde güvenilir olmadığını, yüzde 70’i de insanların kendi çıkarlarından başka bir şey düşünmediklerini ifade ediyorlardı.

Güven duygusuyla insanların komplo teorilerine inanmaları arasında da güçlü bir ilişki vardı. Yine anketi cevaplayanların yüzde 41’i Covid-19’un laboratuvarda üretildiğini, yüzde 28’i aşısının bulunduğunu ancak gizleniyor olabileceğini, yüzde 34’ü de büyük güçlerin komplosu olduğunu iddia ediyordu. Data, güven duygusu geriledikçe komplo teorilerine inancın arttığını da gösteriyor.

Hayata dair varoluşsal kaygıların artışı insanların serinkanlı/analitik düşünme becerilerini zayıflatır. Nitekim belirsizlikten korkan aşırı kaygı halindeki insanların, falcılara ya da büyücülere diğerlerine göre daha çok müracaat ettiğini gündelik hayatımızda sıkça görürüz. Benzer durum komplo teorilerine inanç konusunda da etkisini gösteriyor.

Nitekim “hayatım üzerinde kontrol duygumu kaybettim, uyku kalitem bozuldu, sürekli virüs kapma ya da ölüm korkusu yaşıyorum, daha çabuk öfkelenir hale geldim, sürekli yorgunluk ve bitkinlik hissi içindeyim, kendimi hapsedilmiş gibi çaresiz hissediyorum, yalnızlık duygum arttı ve kendimi değersiz hissediyorum” diyenler arasında komplo teorilerine inancın arttığını gözlemliyoruz. Bir diğer ifadeyle data özgüven sorunu olan, hayatın zorluklarıyla yüzleşmekten çekinen insanlar arasında daha çok kabul gördüğünü ortaya koyuyor.

Artan kaygılar insanları sadece komplo teorilerine inanmaya daha yatkın hale getirmiyor; aynı zamanda ötekine karşı çok daha mesafeli ve güvenliği için mahremiyetinden daha kolay vazgeçebilir hale de getiriyor. Örneğin hastaların izlenmesinde çip takmaya daha olumlu bakıyorlar.

Her insanın belirli dönemlerde de olsa bazı teorilere inandığını daha önce belirttik. Ancak başka ülkelerde örneklerini gördüğümüz üzere, bazı demografik özelliklere sahip insanlar komplo teorilerine daha çok inanıyor. Virüsü büyük güçlerin komplosu olarak görenlerin oranı ortaöğretim ve altında yüzde 42’den lisansüstü öğretimde yüzde 25’e geriliyor.

Analitik düşünceyi teşvik eden iyi bir eğitim, komplo teorilerine yönelik mesafeyi her zaman artırır. Ancak değerlendirme yaparken yüksek lisans ve üzerinde eğitime sahip her dört kişiden birinin de bu salgını büyük güçlerinin komplosu olarak değerlendirdiğini aklımızda tutmakta fayda var.

Komplo teorilerine inanmak mı bilime güvenmek mi?

Komplo teorilerine inanç ile bilime güven arasında negatif bir ilişki var. Bilim bize sistematik sorular sormayı ve sorgulamayı öğütler. İyi bir bilim metodolojisi eğitimi eleştirel/analitik düşünme becerisi kazandırır. Komplocu düşünce ise bilimsel düşüncenin tam karşısında yer alır. Bir tür büyüsel bir düşüncedir. Delil aramaz ya da delil olarak gösterilenlerin geçerliliğini sorgulamaz. Bazı doğruların arasına yerleştirilmiş bilgileri aşırı bir genellemeye tabi tutar. Oysa bilimde datanız ve bunların geçerliliği ölçüsünde kısmi genellemelere gidersiniz ve bunların her zaman yanlışlanabileceğini aklınızda tutarsınız.

Komplo teorileri bilimden farklı olarak büyük ölçüde spekülatif düşünceye dayanır. Belirsizlikten korkan insanlara basitleştirilmiş çözümler sunar. Muhatabında karmaşık sorunları kolayca anladığı duygusu uyandırır. Hatta başkalarının haberdar olmadığı gizli bilgileri öğrendiği için, içten içe bir üstünlük duygusu da hissettirdiği sıkça dile getirilir.

İnsanın uzun yıllarını alan, çetrefil peer-review süreçlerinden geçtikten sonra kabul gören bilim insanlarının görüşleri, hiçbir zaman insanda ‘tamam ben oldum’ duygusu uyandırmaz. Tam aksine her keşfettiğiniz şey, yeni sorular ve belirsizlikleri beraberinde getirir. Bu da çok az insanın katlanabileceği bir şeydir. Bu sebeple ortalama insan için komplo teorileri her zaman yoğun bir zihin emeği harcamayı gerektiren bilimsel teorilerden çok daha çekici olmuştur.

Bu araştırmada da salgın sonrası bilime güven ile komplo teorilerine inanç arasında negatif bir ilişkinin varlığı ortaya çıkmıştır. Anketi cevaplayanlar arasında “Covid-19 salgını sonrasında bilime güven duygum arttı” diyenlerin komplo teorilerine daha az itibar ettikleri görülüyor.

Komplo teorileri, yaşam tatmini ve sosyal sermaye ilişkisi

Data, komplo teorileri ile yaşam tatmini ve sosyal sermaye arasında bir ilişkinin varlığını da ortaya koyuyor. Sosyal sermaye ve yaşam tatmini geriledikçe, komplo teorilerine inanç güç kazanıyor. Bu ilişkinin varlığı daha detaylı bir analizi gerektirir. Çünkü komplo teorilerine inananların çoğunluğu aynı zamanda düşük eğitimli ve düşük gelirli insanlardan oluşuyor.

Biz insanlar yaradılış itibarıyla hayatta kalmaya programlı varlıklarız. Bu sebeple zihnimiz sürekli etrafımızdaki tehlikeleri tarar. Kalabalık bir caddede yanımızdan geçen binlerce insana dikkat etmezken, kavga eden iki kişi gördüğümüzde onlara odaklanmadan geçemeyiz. Bugüne kadar hayatta kalmamız biraz da zihnimizin sürekli potansiyel tehlikeleri taramaları sayesinde olmuştur.

Kriz durumlarında insanlar serinkanlı/analitik düşünme becerilerini kaybederler. Hayatta kalma güdüleri devreye girer. Nitekim salgın sonrasında insanların bir tür büyüsel düşünce olan komplo teorilerine ilgisinin arttığını görüyoruz. Son dönemde sosyal medyada ünlü kâhin Nostradamus’un yeniden ilgi görmesi tesadüf olmasa gerek. Yapılan beğeni ve paylaşımlardan da seküler ya da muhafazakâr fark etmeksizin bu tarz yorumların ne derece ilgi gördüğünü anlamak mümkün.

Diğer taraftan biz insanlar en çok belirsizlikten korkarız. Çözemediğimiz karmaşık sorunlarla karşılaştığımızda, içine düştüğümüz belirsizliği ortadan kaldıracak basitleştirilmiş çözümler ararız. Komplo teorileri işte aradığımız bu basitliği sağlar. Teorinin basitliği, düşünerek fazla enerji harcamak isteyemeyen, güçsüz ve güvensizlik içinde kıvranan insan için kısmi bir rahatlık yaratır.

Komplo teorilerine kimler daha çok inanıyor?

Diğer taraftan başka ülkelerde olduğu gibi bazı demografik özelliklerle komplo teorilerine inanç arasında da bir ilişki vardır. Düşük eğitim yanında düşük gelirli gruplar arasında komplo teorilerinin çok daha fazla ilgi gördüğü literatürde sıkça dile getirilir. Data bu ilişkiyi doğrular. Örneğin en yüksek gelir grubundakilerin 27’si Covid-19’u bir komplo olarak görürken bu oran en alt gelir grubunda yüzde 44’e yükseliyor. Bunun yanında kadınlar (özellikle de ev kadınları), 24 yaş altı gençler ve işsizler komplo teorilerine çok daha fazla inanıyor. Dini inanç ve ideolojik görüş komplo teorilerine bakışı büyük ölçüde etkiliyor. Kişi kendi varlığının ne derece tehlikede olduğunu hissediyorsa komplo teorilerini o derece inandırıcı buluyor.

Özetle ifade etmek gerekirse, insanların varoluş kaygılarından beslenen komplo teorileri, mevcut kaygıları azaltmak yerine çok daha artırıyor. Bilim insanlarının ortaya attığı teorilerin karmaşıklığı, kesinlikten uzaklığı; gizemli, fantastik, aşırı basitleştirilmiş, hayatta kalma güdülerinden beslenen komplo teorilerini çok daha cazip hale getiriyor. Komplo teorileri ne kadar tutarsız olsa da geniş kitleler tarafından benimsendiği müddetçe sosyal bilimciler içinde araştırılması gereken konulardan birisi olmaya devam edecek. Yaşadığımız salgın sonrası belki çok şey değişecek ancak komplo teorilerine ilginin ve inancın zayıflama ihtimali çok yüksek değil.

Nihayetinde hepimizin içinde bir ses “yalan da olsa sevdiğini söyle” diyor.

Twitter: @vbozkurt55

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 20 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

Veysel Bozkurt
Veysel Bozkurt
Prof. Veysel Bozkurt - İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi. Çalışma ve Endüstri Sosyolojisi, Tutum ve Değerler, Sosyal Medya, Küreselleşme ve Araştırma Yöntemleri üzerine çalışmalarını yürütüyor. “Endüstriyel ve Post-Endüstriyel Dönüşüm”, “Değişen Dünyada Sosyoloji”, “Avrupa Birliği ve Türkiye” kitaplarının yazarı.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

2 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

2
0
Would love your thoughts, please comment.x