Çin’de bir virüs kanat çırpınca, ABD’de sistem değişir

Tarihte örnekleri olan bu salgın tarihin yeni bir sayfa açma yöntemi mi? Kara Veba’nın Rönesans’ı tetiklemesi gibi koronavirüsle mücadelede aciz kalan ABD’de de yeni bir sosyal sözleşme doğar mı? ABD’deki yozlaşmış sağlık sisteminin sebebi ne? Amerikan başkanlık seçimlerine damgasını vuracak soru hangisi?

“Büyük felaketler sonrası hayat metal erimesi gibi olur. Sarsılmaz görünen gelenekler, anlayışlar, düzenler yıkılır.” Samuel Henry Prince, 1920’de yayımladığı ‘Katastrofi ve Sosyal Değişim’ adlı doktora tezinde böyle yazacaktı. Prince, günümüzde artık alanının klasikleşmiş metinlerinden biri olan tezini, Aziz Augustine‘in bir sözüyle açıyordu; “Bu korkunç afet bir son değil, başlangıç. Tarih de sona ermiyor. Bu sadece tarihin yeni bir sayfa açma yöntemi.”

Yaşamın ve doğanın tanımlayabildiğimiz kurallarına vakıf olduğumuz düzeni ile henüz kavrayamadığımız için kaotik görünen yönünün aslında hep iç içe olduğunu gösteren kaos teorisi, günümüzde daha çok basitçe, “Çin’de bir kelebek kanat çırpınca, dünyanın diğer ucunda fırtınaya neden olur” sözüyle ifade ediliyor. ‘Kelebek etkisi’ni literatüre kazandıran Amerikalı matematikçi Edward Lorenz, 1960’ların başında teorisini açıklarken, Brezilya’da kanat çırpan martının Texas’ta kasırgaya neden olabileceği şeklinde ifade etmişti. Lorenz, 1963’te arkadaşlarının da önerisiyle martı yerine daha şiirsel etkisi olan kelebeği kullanmaya başlayacaktı. Küreselleşmeyle birlikte Brezilya’nın yerini de Çin alacaktı.

2019’un sonunda ilk kez Çin’de bir insana geçtiği tahmin edilen bir virüs, sadece birkaç ay sonra New York’tan Sydney’e kadar dünyanın her köşesinde, tarihte benzeri nadir görülür büyüklükte bir sosyal ve biyolojik kasırga yarattı.

Kaos, küresel felaket ve rağbet gören zırvalar

Türümüz küresel bir felaket yaşıyor. Her felaket kaos demek. Görüş mesafesinin, uzmanlar için bile oldukça azalması demek. Böyle anlarda, kesin açıklamalara kulak verme eğilimi, kesin çözümü olanlara meyil artar. Komplo teorisi ve zırva pazarına nur yağar. Ekonomik ve politik düzeni uçurumun kenarına gelmiş ABD’de, Çin’in dünyaya hâkim olmak için virüsü bir biyolojik silah olarak ürettiği zırvası rağbet görüyor. 20 yıldır kendisini yoksul bir ülkeden kürenin ikinciliğine taşımış ekonomik düzeni yıkılan Çin’de ise, Amerikalıların virüsü Wuhan’a getirdiği zırvası karşılık buluyor. Otoriter rejimler, salgının, kendi düzenlerine karşı bilinçli bir dış komplo olduğu zırvasına müşteri arıyor. Birkaç zengin ailenin bir masaya oturup 4. sanayi devrimi planı için bu salgını ortaya çıkardığı veya 5G internet ağı baz istasyonları aracılığı ile virüsün yayıldığı gibi diğer birçok zırva da anlamsızlık ve belirsizlik yaşayan kitleler içinde müşteri bulabiliyor.

Yine böylesi afet anlarında, ötekine düşmanlık da türümüzün kadim eğilimlerinden biri. 1500’lü yıllarda frengi hastalığının İtalya’daki adı ‘Fransız hastalığı’ iken, Fransa’daki adı ise ‘İtalyan hastalığıydı’. Hindistan’da, Hindular, COVID 19’un Müslümanlar tarafından Hindu ülkesini ve Modi rejimini baltalamak için bilinçli olarak ülkeye getirildiğine inanıyor, Müslüman dernek ve camilerini yakmaya çalışıyor. Müslümanlar ise, ‘abdest’ kültürleri olmadığı için hastalığı, Hinduların daha hızlı yaydığına inanıyor.

Rönesans’ı tetikleyen Kara Veba

Türümüz bir ilki de yaşamıyor aslında. Harvard Üniversitesi Rönesans tarihi profesörü James Hankins, tarih okumanın sağladığı en büyük kafa konforlarından birinin de, ne kadar kötü olaylar yaşarsak yaşayalım, tarihte çok daha kötüsünü bulabilmek olduğuna dikkat çekiyor. Bugünlerde, 50 milyon kişiyi öldürmüş 1918 İspanyol Gribi salgını veya Orta Çağ düzenini yıkan 200 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan veba salgınını sık sık hatırlamamız, Covid-19’u, kötünün de kötüsü varmış diyerek kabullenmemizi kolaylaştırıyor.

1347-1350 yılları arasında Avrupa nüfusunun yarısını öldüren ‘Kara Ölüm’ lakaplı vebanın hayatta kalan az sayıdaki kişiye mirası, yeni bir zengin sınıfı yaratmak olacaktı. Veba günlerinde, yaşamın kasvetinden kaçmak için sanata yönelen ilgi, bu yeni zenginlerin kültüre yatırım yapmalarıyla Rönesans’ın başlamasını mümkün kılacaktı. Çalışan sayısındaki düşüş, çalışan ücretlerinin ve sivil hakların artışına yol açacak, bu da sonuçta feodal düzeni yıkacaktı.

Tarihte birçok büyük afet mütevazı şekilde başlar. Felaketin başladığı günlerde ulaşacağı boyutu da, sonraki yüzyılda yaratacağı etkiyi de baştan görmek çoğu zaman zordur. Bununla beraber tarihte ilk kez, bir salgın gözlerimizin önünde yayılıyor. İnternet ve iletişim teknolojisi sayesinde, her şey anlık olarak gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Bu da, tıpkı virüsün yayılma hızında olduğu gibi günler haftalar içinde bir değişim yaşanacağı yanılgısı oluşturuyor.

İki yıl içinde çok daha büyük bir salgın yaşanabilir

Küresel salgınları izleyen EcoHealth Alliance adlı araştırma organizasyonunun sözcüsü Peter Daszak, küresel seyahat imkanlarının artması, kentleşme ve tüketim trendleri nedeniyle, virüs salgınlarının nadir gelişmeler olmaktan çıkarak rutine dönüşeceği uyarısı yapıyor. Türümüz, 21. yüzyılın daha ilk çeyreğini tamamlamadan, SARS (2003), domuz gribi (2009), MERS (2012), Ebola (2014 ve 2016), Zika (2015) ve Dengue ateşi (2016) ve nihayet Covid-19 salgınları ile yüz yüze geldi.

Daszak’a göre en geç iki yıl içinde çok daha büyük bir virüs salgını ile yüzleşmemiz olası. Ona göre küresel salgınların büyük insani maliyetlerinin yanı sıra ekonomik maliyeti de 2050’de yaklaşık 24 trilyon dolara ulaşabilecek. Yani, hiçbir ülkenin tek başına virüs tehdidi ile baş edebilmesi mümkün değil.

Koronavirüs salgını ve ABD’nin aczi

Tüm ülkeler koronavirüs ile mücadele ederken, tarihin en güçlü ve en zengin devletinin bu salgın karşısında yaşadığı acizlik de ayrıca dikkat çekici. ABD, aylarca gözünün önünde geliştikten sonra ülkesine sıçrayan salgınla mücadelede, vatandaşlarına 1 dolarlık maske temin etmeyi bile başaramıyor. Hastaneler yetersiz durumda. Ekonomik hayat tam bir katastrofi yaşıyor.

Öncelikle ABD’nin bir liderlik krizi yaşadığı çok açık. Michelle Goldberg, Donald Trump’ın, salgına karşı mücadelede bir demokrasinin ve bir otoriterliğin sergileyebileceği en kötü yönlerini yönetim tarzında birleştirebilmesini, “Şeffaflıktan uzaklığı ve içi boş propagandayı, etkisiz bir liderlikle meczetmiş durumda” şeklinde betimliyor.

Trump’ın, 2014’te Barack Obama’nın Ebola salgını sonrası, bir sonraki salgınla küresel mücadele yol haritası oluşturması için kurduğu üniteyi 2018’de ortadan kaldırması ve yine Salgın Hastalık Önleme Dairesi’nin (CDC) salgınla mücadele programlarının bütçesini kıstığının yeni fark edilmesi tek sorun değil. Trump önce, salgını, Demokratların ona karşı yeni oyunu olarak sunabildi. Ocak ayında salgının kontrol altına alınmak üzere olduğunu, mart ortasında ise en geç nisanın ilk haftası yeniden bütün ülkenin normale döneceği öngörüsüzlüğünde bulundu. Henüz klinik testleri bile yapılmamış bazı ilaçları, adlarını da anarak bir doktor gibi çözüm olarak paylaşabiliyor. Beyaz Saray’daki her basın toplantısı, cehaletini, narsizmini ve kifayetsizliğini yeniden sergileyen bir reality TV şovu gibi. Ülkedeki karamsarlığı ve belirsizliği daha büyütüyor. Fakat ABD’nin büyük fiyaskosunun tamamen Trump’tan kaynaklandığını düşünmek de çok yanıltıcı olur.

Amerikan sağlık sistemi, yozlaşma ve acı gerçekler

En başta ülkenin bütün sağlık sisteminin, sağlık ve sigorta şirketlerinin karını maksimize edecek şekilde düzenlenmesinin acı meyvesi ile yüz yüze ülke. Ekonomi profesörü Anne Case’in, yakın dönemde yayınlanan ‘Çaresizlerin Ölümü’ adlı kitabında derlediği verilere göre, Amerikalıların sağlığa harcadığı para yılda 3,5 trilyon doları buluyor. Bu da ABD ekonomisinin yüzde 18’i demek. ABD bu yönüyle zengin ülkeler arasındaki en yüksek orana sahip. İkinci sıradaki İsviçre’de bile halkın sağlık harcamaları, ekonominin yüzde 12’sine denk geliyor. Yüzde 18 ile yüzde 12 oranları arasındaki fark, yılda 1 trilyon dolar. Yani, Amerikalılar, sağlıkları için hane başına, dünyanın sağlık gideri en yüksek ikinci toplumundan bile 8300’er dolar daha fazla para harcamak zorunda. Ancak bu yüksek maliyete rağmen, Amerikan halkının gördüğü sağlık hizmeti, çok gerilerde. Muayene ücretleri, ilaç ücretleri, tedavi ücretleri olağanüstü derecede yüksek. İlaç ve sağlık sigortası ve hastane sektörünü elinde tutan çevreler, mevcut durumu sürdürmek için çok etkili bir lobi çalışması yürütüyor. Profesör Case’in tespitlerine göre, her Kongre üyesi başına sektörün 5 lobicisi düşüyor.

Amerikan sağlık sistemindeki yozlaşma, daha büyük bir resmin sadece bir parçası. Ve salgının, bu büyük sistemi çok ciddi bir sorgulamaya tabi kılacağı neredeyse kesin. Elbette ki, ABD’de sosyalist bir düzene geçileceğini düşünmek mümkün değil ama İskandinav modeli türü yaklaşımlar, artık çok daha güçlü bir desteğe sahip olacak. Hatta, salgınla mücadele kapsamında yıllık geliri 75 bin dolardan az olanlara bir veya iki ay 1200 dolar maaş ödenecek olmasının, ‘herkese sabit maaş’ uygulamasını kalıcı hale getireceğini düşünenler de var. Herkesin müttefik olduğu olduğu şey ise, 2019 Aralık ayındaki finansal ve ekonomik düzene bir daha dönülmeyeceği.

Hayırseverlik yarışı var olan düzeni kurtarmaya yeter mi?

Bugünlerde şirketler, hayırseverlik yarışı ile, yaklaşan fırtınanın gazını almaya çalışıyor. Ana akım medya, şirketlerin, zenginlerin yaptıkları ‘hayırsever bağışların’, ‘fedakarlıkların’ haberleriyle dolu. Ancak bütün bu ‘iyiliğin’ ortadaki sorunu çözeceği çok şüpheli. Yapısal değişim isteyecek hareketler ise henüz rüzgarını oluşturmuş değil.

Kültür ve politika yorumcusu Janan Ganesh, George Orwell’ın, bir başka usta yazar Charles Dickens’ın ‘devrimci’ imajını eleştirdiği makalesini hatırlatıyor. Dickens, uzun yıllar, yoksulların, ezilmişlerin çaresizliğini anlatan devrimci bir yazar olarak görülmüştü. Orwell ise 1940 tarihli ünlü makalesinde, Dickens’ın radikal veya bir devrimci değil, tamamı ile moralist olduğuna dikkat çekecekti. “Dickens, sosyo-ekonomik yapının değişmesini değil, sadece sosyal ruhun değişmesini istiyordu” diye yazacaktı Orwell. “Dickens’in bakışının feodal bir yanı vardı” diye ekliyor Ganesh, “Sarayındaki zengin adam, kapısındaki fakirlere biraz daha müşfik ve cömert olsa, daha iyi olurdu.”

Bugünlerde şirketler, her türlü hayırseverliğe, bağışa, fedakarlığa çok hazırlar. Biraz daha fazla vergiye ve regülasyona tabi olmak dışında… Hollandalı tarihçi ve ekonomist Rutger Bregman, 2019 Davos zirvesindeki eşitsizlikle mücadele panelinde, sadece ‘zenginlerin hayırseverlik’ işlerinin gündem olup, ‘vergiden kaçınma’ konusunun hiç konuşulmamasına, “Kendimi, kimsenin sudan bahsetmesine izin verilmeyen bir itfaiyeciler konferansında gibi hissediyorum” şeklinde isyan edecekti.

Yeni bir sosyal sözleşme doğar mı?

Fransız eleştirmen Rene Girard, mitolojide ve edebiyatta salgını değerlendirdiği 1974 tarihli ünlü denemesinde, “salgının en ayırt edici özelliği, ayırt edici bütün özellikleri ortadan kaldırması” diye yazacaktı. Salgının kurbanlarının naaşlarının doldurulduğu toplu mezarlar ise bunun en çarpıcı göstergesiydi. Zengin yoksul, soylu, köylü, kadın, erkek, inançlı inançsız beraber çukurlara dolduruluyordu. Antik Çağ’dan beri anlatılan, yazılan bütün saygın öyküler bunu ortaya koyuyor. Salgınlar, doğanın türümüz üzerindeki farksızlaştırıcı gücüdür. Sosyal, kültürel, ekonomik ve politik olarak inşa ettiğimiz bütün hayali duvarları yıkar.

Başta ölümü sıradanlaştırıyor gibi gelebilir. Ama aslında bugüne kadar hiç değer vermediğimiz insanların bile ölümüne duyarlı hale getirir. Ölümüne duyarlı hale geldiğimiz insanların yaşamına da duyarlı hale geliriz. Bu da yeni bir sosyal sözleşmenin tohumlarını eker.

Financial Times yazarı Ganesh de, İngiltere’nin iki efsane yazarının çarpıcı yaklaşım zıtlığını hatırlatan yazısında, yeni bir sosyal sözleşmenin kaçınılmazlığından bahsediyor: “Mesele şu ki, yeni sosyal sözleşme, Dickensian (en iyi anlamıyla) mı olacak yoksa Orwellian mı (yine en iyi anlamıyla)? Yani zenginler ve şirketler, topluma daha fazla bağış ve hayır yapmaları konusunda sosyal baskıya mı maruz kalacaklar, yoksa, devletin vergi politikalarıyla buna mecbur mu edilecekler?”

ABD’de kasım ayı seçim kampanyalarına ruhunu en fazla verecek soru da bu olacak gibi görünüyor.

Twitter: @CemalTdemir

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

Cemal Tunçdemir
Cemal Tunçdemir
Cemal Tunçdemir - Gazeteci. Amerika Bülteni adlı haber blogunun kurucusu ve editörü. T24.com.tr yazarı. 20 yılı aşkın süredir yakından takip ettiği ABD politikası, medyası ve ekonomisi başta olmak üzere küresel konularda yazılar yazıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

Çin’de bir virüs kanat çırpınca, ABD’de sistem değişir

Tarihte örnekleri olan bu salgın tarihin yeni bir sayfa açma yöntemi mi? Kara Veba’nın Rönesans’ı tetiklemesi gibi koronavirüsle mücadelede aciz kalan ABD’de de yeni bir sosyal sözleşme doğar mı? ABD’deki yozlaşmış sağlık sisteminin sebebi ne? Amerikan başkanlık seçimlerine damgasını vuracak soru hangisi?

“Büyük felaketler sonrası hayat metal erimesi gibi olur. Sarsılmaz görünen gelenekler, anlayışlar, düzenler yıkılır.” Samuel Henry Prince, 1920’de yayımladığı ‘Katastrofi ve Sosyal Değişim’ adlı doktora tezinde böyle yazacaktı. Prince, günümüzde artık alanının klasikleşmiş metinlerinden biri olan tezini, Aziz Augustine‘in bir sözüyle açıyordu; “Bu korkunç afet bir son değil, başlangıç. Tarih de sona ermiyor. Bu sadece tarihin yeni bir sayfa açma yöntemi.”

Yaşamın ve doğanın tanımlayabildiğimiz kurallarına vakıf olduğumuz düzeni ile henüz kavrayamadığımız için kaotik görünen yönünün aslında hep iç içe olduğunu gösteren kaos teorisi, günümüzde daha çok basitçe, “Çin’de bir kelebek kanat çırpınca, dünyanın diğer ucunda fırtınaya neden olur” sözüyle ifade ediliyor. ‘Kelebek etkisi’ni literatüre kazandıran Amerikalı matematikçi Edward Lorenz, 1960’ların başında teorisini açıklarken, Brezilya’da kanat çırpan martının Texas’ta kasırgaya neden olabileceği şeklinde ifade etmişti. Lorenz, 1963’te arkadaşlarının da önerisiyle martı yerine daha şiirsel etkisi olan kelebeği kullanmaya başlayacaktı. Küreselleşmeyle birlikte Brezilya’nın yerini de Çin alacaktı.

2019’un sonunda ilk kez Çin’de bir insana geçtiği tahmin edilen bir virüs, sadece birkaç ay sonra New York’tan Sydney’e kadar dünyanın her köşesinde, tarihte benzeri nadir görülür büyüklükte bir sosyal ve biyolojik kasırga yarattı.

Kaos, küresel felaket ve rağbet gören zırvalar

Türümüz küresel bir felaket yaşıyor. Her felaket kaos demek. Görüş mesafesinin, uzmanlar için bile oldukça azalması demek. Böyle anlarda, kesin açıklamalara kulak verme eğilimi, kesin çözümü olanlara meyil artar. Komplo teorisi ve zırva pazarına nur yağar. Ekonomik ve politik düzeni uçurumun kenarına gelmiş ABD’de, Çin’in dünyaya hâkim olmak için virüsü bir biyolojik silah olarak ürettiği zırvası rağbet görüyor. 20 yıldır kendisini yoksul bir ülkeden kürenin ikinciliğine taşımış ekonomik düzeni yıkılan Çin’de ise, Amerikalıların virüsü Wuhan’a getirdiği zırvası karşılık buluyor. Otoriter rejimler, salgının, kendi düzenlerine karşı bilinçli bir dış komplo olduğu zırvasına müşteri arıyor. Birkaç zengin ailenin bir masaya oturup 4. sanayi devrimi planı için bu salgını ortaya çıkardığı veya 5G internet ağı baz istasyonları aracılığı ile virüsün yayıldığı gibi diğer birçok zırva da anlamsızlık ve belirsizlik yaşayan kitleler içinde müşteri bulabiliyor.

Yine böylesi afet anlarında, ötekine düşmanlık da türümüzün kadim eğilimlerinden biri. 1500’lü yıllarda frengi hastalığının İtalya’daki adı ‘Fransız hastalığı’ iken, Fransa’daki adı ise ‘İtalyan hastalığıydı’. Hindistan’da, Hindular, COVID 19’un Müslümanlar tarafından Hindu ülkesini ve Modi rejimini baltalamak için bilinçli olarak ülkeye getirildiğine inanıyor, Müslüman dernek ve camilerini yakmaya çalışıyor. Müslümanlar ise, ‘abdest’ kültürleri olmadığı için hastalığı, Hinduların daha hızlı yaydığına inanıyor.

Rönesans’ı tetikleyen Kara Veba

Türümüz bir ilki de yaşamıyor aslında. Harvard Üniversitesi Rönesans tarihi profesörü James Hankins, tarih okumanın sağladığı en büyük kafa konforlarından birinin de, ne kadar kötü olaylar yaşarsak yaşayalım, tarihte çok daha kötüsünü bulabilmek olduğuna dikkat çekiyor. Bugünlerde, 50 milyon kişiyi öldürmüş 1918 İspanyol Gribi salgını veya Orta Çağ düzenini yıkan 200 milyondan fazla insanın ölümüne yol açan veba salgınını sık sık hatırlamamız, Covid-19’u, kötünün de kötüsü varmış diyerek kabullenmemizi kolaylaştırıyor.

1347-1350 yılları arasında Avrupa nüfusunun yarısını öldüren ‘Kara Ölüm’ lakaplı vebanın hayatta kalan az sayıdaki kişiye mirası, yeni bir zengin sınıfı yaratmak olacaktı. Veba günlerinde, yaşamın kasvetinden kaçmak için sanata yönelen ilgi, bu yeni zenginlerin kültüre yatırım yapmalarıyla Rönesans’ın başlamasını mümkün kılacaktı. Çalışan sayısındaki düşüş, çalışan ücretlerinin ve sivil hakların artışına yol açacak, bu da sonuçta feodal düzeni yıkacaktı.

Tarihte birçok büyük afet mütevazı şekilde başlar. Felaketin başladığı günlerde ulaşacağı boyutu da, sonraki yüzyılda yaratacağı etkiyi de baştan görmek çoğu zaman zordur. Bununla beraber tarihte ilk kez, bir salgın gözlerimizin önünde yayılıyor. İnternet ve iletişim teknolojisi sayesinde, her şey anlık olarak gözlerimizin önünde gerçekleşiyor. Bu da, tıpkı virüsün yayılma hızında olduğu gibi günler haftalar içinde bir değişim yaşanacağı yanılgısı oluşturuyor.

İki yıl içinde çok daha büyük bir salgın yaşanabilir

Küresel salgınları izleyen EcoHealth Alliance adlı araştırma organizasyonunun sözcüsü Peter Daszak, küresel seyahat imkanlarının artması, kentleşme ve tüketim trendleri nedeniyle, virüs salgınlarının nadir gelişmeler olmaktan çıkarak rutine dönüşeceği uyarısı yapıyor. Türümüz, 21. yüzyılın daha ilk çeyreğini tamamlamadan, SARS (2003), domuz gribi (2009), MERS (2012), Ebola (2014 ve 2016), Zika (2015) ve Dengue ateşi (2016) ve nihayet Covid-19 salgınları ile yüz yüze geldi.

Daszak’a göre en geç iki yıl içinde çok daha büyük bir virüs salgını ile yüzleşmemiz olası. Ona göre küresel salgınların büyük insani maliyetlerinin yanı sıra ekonomik maliyeti de 2050’de yaklaşık 24 trilyon dolara ulaşabilecek. Yani, hiçbir ülkenin tek başına virüs tehdidi ile baş edebilmesi mümkün değil.

Koronavirüs salgını ve ABD’nin aczi

Tüm ülkeler koronavirüs ile mücadele ederken, tarihin en güçlü ve en zengin devletinin bu salgın karşısında yaşadığı acizlik de ayrıca dikkat çekici. ABD, aylarca gözünün önünde geliştikten sonra ülkesine sıçrayan salgınla mücadelede, vatandaşlarına 1 dolarlık maske temin etmeyi bile başaramıyor. Hastaneler yetersiz durumda. Ekonomik hayat tam bir katastrofi yaşıyor.

Öncelikle ABD’nin bir liderlik krizi yaşadığı çok açık. Michelle Goldberg, Donald Trump’ın, salgına karşı mücadelede bir demokrasinin ve bir otoriterliğin sergileyebileceği en kötü yönlerini yönetim tarzında birleştirebilmesini, “Şeffaflıktan uzaklığı ve içi boş propagandayı, etkisiz bir liderlikle meczetmiş durumda” şeklinde betimliyor.

Trump’ın, 2014’te Barack Obama’nın Ebola salgını sonrası, bir sonraki salgınla küresel mücadele yol haritası oluşturması için kurduğu üniteyi 2018’de ortadan kaldırması ve yine Salgın Hastalık Önleme Dairesi’nin (CDC) salgınla mücadele programlarının bütçesini kıstığının yeni fark edilmesi tek sorun değil. Trump önce, salgını, Demokratların ona karşı yeni oyunu olarak sunabildi. Ocak ayında salgının kontrol altına alınmak üzere olduğunu, mart ortasında ise en geç nisanın ilk haftası yeniden bütün ülkenin normale döneceği öngörüsüzlüğünde bulundu. Henüz klinik testleri bile yapılmamış bazı ilaçları, adlarını da anarak bir doktor gibi çözüm olarak paylaşabiliyor. Beyaz Saray’daki her basın toplantısı, cehaletini, narsizmini ve kifayetsizliğini yeniden sergileyen bir reality TV şovu gibi. Ülkedeki karamsarlığı ve belirsizliği daha büyütüyor. Fakat ABD’nin büyük fiyaskosunun tamamen Trump’tan kaynaklandığını düşünmek de çok yanıltıcı olur.

Amerikan sağlık sistemi, yozlaşma ve acı gerçekler

En başta ülkenin bütün sağlık sisteminin, sağlık ve sigorta şirketlerinin karını maksimize edecek şekilde düzenlenmesinin acı meyvesi ile yüz yüze ülke. Ekonomi profesörü Anne Case’in, yakın dönemde yayınlanan ‘Çaresizlerin Ölümü’ adlı kitabında derlediği verilere göre, Amerikalıların sağlığa harcadığı para yılda 3,5 trilyon doları buluyor. Bu da ABD ekonomisinin yüzde 18’i demek. ABD bu yönüyle zengin ülkeler arasındaki en yüksek orana sahip. İkinci sıradaki İsviçre’de bile halkın sağlık harcamaları, ekonominin yüzde 12’sine denk geliyor. Yüzde 18 ile yüzde 12 oranları arasındaki fark, yılda 1 trilyon dolar. Yani, Amerikalılar, sağlıkları için hane başına, dünyanın sağlık gideri en yüksek ikinci toplumundan bile 8300’er dolar daha fazla para harcamak zorunda. Ancak bu yüksek maliyete rağmen, Amerikan halkının gördüğü sağlık hizmeti, çok gerilerde. Muayene ücretleri, ilaç ücretleri, tedavi ücretleri olağanüstü derecede yüksek. İlaç ve sağlık sigortası ve hastane sektörünü elinde tutan çevreler, mevcut durumu sürdürmek için çok etkili bir lobi çalışması yürütüyor. Profesör Case’in tespitlerine göre, her Kongre üyesi başına sektörün 5 lobicisi düşüyor.

Amerikan sağlık sistemindeki yozlaşma, daha büyük bir resmin sadece bir parçası. Ve salgının, bu büyük sistemi çok ciddi bir sorgulamaya tabi kılacağı neredeyse kesin. Elbette ki, ABD’de sosyalist bir düzene geçileceğini düşünmek mümkün değil ama İskandinav modeli türü yaklaşımlar, artık çok daha güçlü bir desteğe sahip olacak. Hatta, salgınla mücadele kapsamında yıllık geliri 75 bin dolardan az olanlara bir veya iki ay 1200 dolar maaş ödenecek olmasının, ‘herkese sabit maaş’ uygulamasını kalıcı hale getireceğini düşünenler de var. Herkesin müttefik olduğu olduğu şey ise, 2019 Aralık ayındaki finansal ve ekonomik düzene bir daha dönülmeyeceği.

Hayırseverlik yarışı var olan düzeni kurtarmaya yeter mi?

Bugünlerde şirketler, hayırseverlik yarışı ile, yaklaşan fırtınanın gazını almaya çalışıyor. Ana akım medya, şirketlerin, zenginlerin yaptıkları ‘hayırsever bağışların’, ‘fedakarlıkların’ haberleriyle dolu. Ancak bütün bu ‘iyiliğin’ ortadaki sorunu çözeceği çok şüpheli. Yapısal değişim isteyecek hareketler ise henüz rüzgarını oluşturmuş değil.

Kültür ve politika yorumcusu Janan Ganesh, George Orwell’ın, bir başka usta yazar Charles Dickens’ın ‘devrimci’ imajını eleştirdiği makalesini hatırlatıyor. Dickens, uzun yıllar, yoksulların, ezilmişlerin çaresizliğini anlatan devrimci bir yazar olarak görülmüştü. Orwell ise 1940 tarihli ünlü makalesinde, Dickens’ın radikal veya bir devrimci değil, tamamı ile moralist olduğuna dikkat çekecekti. “Dickens, sosyo-ekonomik yapının değişmesini değil, sadece sosyal ruhun değişmesini istiyordu” diye yazacaktı Orwell. “Dickens’in bakışının feodal bir yanı vardı” diye ekliyor Ganesh, “Sarayındaki zengin adam, kapısındaki fakirlere biraz daha müşfik ve cömert olsa, daha iyi olurdu.”

Bugünlerde şirketler, her türlü hayırseverliğe, bağışa, fedakarlığa çok hazırlar. Biraz daha fazla vergiye ve regülasyona tabi olmak dışında… Hollandalı tarihçi ve ekonomist Rutger Bregman, 2019 Davos zirvesindeki eşitsizlikle mücadele panelinde, sadece ‘zenginlerin hayırseverlik’ işlerinin gündem olup, ‘vergiden kaçınma’ konusunun hiç konuşulmamasına, “Kendimi, kimsenin sudan bahsetmesine izin verilmeyen bir itfaiyeciler konferansında gibi hissediyorum” şeklinde isyan edecekti.

Yeni bir sosyal sözleşme doğar mı?

Fransız eleştirmen Rene Girard, mitolojide ve edebiyatta salgını değerlendirdiği 1974 tarihli ünlü denemesinde, “salgının en ayırt edici özelliği, ayırt edici bütün özellikleri ortadan kaldırması” diye yazacaktı. Salgının kurbanlarının naaşlarının doldurulduğu toplu mezarlar ise bunun en çarpıcı göstergesiydi. Zengin yoksul, soylu, köylü, kadın, erkek, inançlı inançsız beraber çukurlara dolduruluyordu. Antik Çağ’dan beri anlatılan, yazılan bütün saygın öyküler bunu ortaya koyuyor. Salgınlar, doğanın türümüz üzerindeki farksızlaştırıcı gücüdür. Sosyal, kültürel, ekonomik ve politik olarak inşa ettiğimiz bütün hayali duvarları yıkar.

Başta ölümü sıradanlaştırıyor gibi gelebilir. Ama aslında bugüne kadar hiç değer vermediğimiz insanların bile ölümüne duyarlı hale getirir. Ölümüne duyarlı hale geldiğimiz insanların yaşamına da duyarlı hale geliriz. Bu da yeni bir sosyal sözleşmenin tohumlarını eker.

Financial Times yazarı Ganesh de, İngiltere’nin iki efsane yazarının çarpıcı yaklaşım zıtlığını hatırlatan yazısında, yeni bir sosyal sözleşmenin kaçınılmazlığından bahsediyor: “Mesele şu ki, yeni sosyal sözleşme, Dickensian (en iyi anlamıyla) mı olacak yoksa Orwellian mı (yine en iyi anlamıyla)? Yani zenginler ve şirketler, topluma daha fazla bağış ve hayır yapmaları konusunda sosyal baskıya mı maruz kalacaklar, yoksa, devletin vergi politikalarıyla buna mecbur mu edilecekler?”

ABD’de kasım ayı seçim kampanyalarına ruhunu en fazla verecek soru da bu olacak gibi görünüyor.

Twitter: @CemalTdemir

Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Fikir Turu’nun editöryel politikasını yansıtmayabilir.

Bu yazı ilk kez 10 Nisan 2020’de yayımlanmıştır.

Cemal Tunçdemir
Cemal Tunçdemir
Cemal Tunçdemir - Gazeteci. Amerika Bülteni adlı haber blogunun kurucusu ve editörü. T24.com.tr yazarı. 20 yılı aşkın süredir yakından takip ettiği ABD politikası, medyası ve ekonomisi başta olmak üzere küresel konularda yazılar yazıyor.

YORUMLAR

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments

Son Eklenenler

0
Would love your thoughts, please comment.x